Yükleniyor...
Son günlerde bazı AB ülkeleri ile gerilen ilişkiler kapsamında Avrupa Birliği müzakere sürecinin halkoylamasına sunulması gündeme gelmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen hafta Tatlıdil Forumu’nun kapanış töreninde, “Şimdi benzeri bir Brexit için, biz de şu anda 16 Nisan’da bir referandum yapıyoruz. Arkasından müzakereler için de bir referandum yapma yoluna gidebiliriz ve milletimiz ne karar verirse o karara da uyarız” demiştir. Cumhurbaşkanı AB ile müzakereler konusunda referandum yapılabileceğini Haziran 2016’da da açıklamıştı. Bu açıklama üzerine AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn’ın sözcüsü Maja Kocijancic, “Bu yönde karar alması gereken Türk yetkililerdir” demiştir.
AB yetkilileri, stratejik hedef olarak yansıtılan AB üyeliğinden vazgeçmenin de stratejik hata olacağını belirtmişlerdir. Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerini referanduma götürme hakkı olduğunu, bunun milli egemenlik alanına girdiğini ve Brüksel’in karışmasının söz konusu olamayacağını açıklamışlardır. Cumhurbaşkanı Erdoğan terör tanımı sebebiyle vize muafiyeti için yeşil ışık vermeyen AB için, “Biz meseleyi milletimize rahat anlatırız… İngilizlerin yaptığı gibi biz de bir kamuoyu araştırmasına milletimizle gideriz, ‘AB ile müzakerelere devam mı tamam mı’ diye sorarız” demişti.
Cumhurbaşkanının ifadesiyle eğer bir referandum (doğrusu plebisit) yapılsa ve müzakerelerin durdurulması yönünde bir karar çıksa, AB ile ilişkiler bundan büyük yara alır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, CNN Türk’e verdiği mülakatta, Türkiye ile AB arasında yaşanan gerilimi değerlendirirken, “16 Nisan’dan sonra çok sürprizlerle karşılaşabilirler” demiştir. Aynı gün Passauer Neue Presse gazetesine konuşan Başbakan Merkel de tıpkı Erdoğan gibi tarih vererek, tam üyelik müzakereleriyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “16 Nisan’ı beklemeliyiz.”
Müzakereler dondurulursa, AB ile imzalanmış Ankara Anlaşması ve Katma Protokol gibi iki uluslararası hukuk metninin karşılıklı olarak ortadan kaldırılması gündeme gelir. Bunun sonucunda gümrük birliğinden çıkılır, AB Bakanlığı kapatılır, devam eden vize muafiyet sürecine son verilir. AB’den ithal edilen sanayi mallarına gümrük vergisi uygulanmaya başlar, benzer şekilde AB’ye ihraç edilen sanayi mallarına da AB ortak gümrük vergisi uygular. AB ülkelerine ihraç edilen Türk ürünleri pahalılaşır, ihracat azalır, dış ticaret açığı artar. Bu da ekonominin genel dengesini bozar ve Türkiye Varlık Fonu’nun sitesinde yer alan 2023 yılındaki dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girme hedefi tutturulamaz.
Refarandum konusunda kafa karışıklığını önlemek için batı dillerinden Türkçeye geçen ‘referandum’ ve ‘plebisit’ kavramlarına açıklık getirmekte yarar vardır. Her iki durumda halkın oyuna başvurulsa da, iç hukuk açısından durum farklıdır. Referandum, bir yasama işlemi hakkında vatandaşların oyuna başvurulmasıdır. Batılı demokrasilerde bazı konularda doğrudan demokrasi yöntemi uygulanarak kararlar seçmenler tarafından alınır. 16 Nisan’da yapılacak Anayasa metni değişikliğinin kabul edilmesi ile ilgili halk oylaması bir referandumdur.
Buna karşılık plebisit, genel anlamda halka sorulan bir soruya cevap alınmasıdır. Uluslararası hukuk açısından plebisit, üzerinde anlaşmazlık bulunan bir toprak parçasının geleceğinin o toprak parçası üzerinde yaşayanların oyları ile belirlenmesi için yapılan halk oylamasıdır. Referandumda bir metin, plebisitle ise bir şahıs (hükümet başkanı veya bir lider) veya hükümetin bir politikası ya da bir toprak parçasının geleceği oylanmaktadır.
Referandum, milletvekilleri tarafından hazırlanan bir yasama işleminin yürürlüğe girip girmemesi konusunda halkın kararını sorma, plebisitte ise hükümetin belli bir politikasını halk desteği ile meşrulaştırılma oylamasıdır. Bu kapsamada “müzakereler için de bir referandum yapılması” demek yerine “müzakereler için de bir plesibit yapılması” daha doğru bir kavramdır. Çünkü burada bir yasama işlemi hakkında halkın görüşüne değil, halka sorulan bir soruya cevap aranmaktadır.
Müzakereler için plebisit yapılmasının sonucunda eğer olumsuz bir karar çıkarsa, 1959 yılından bu yana devam eden süreç sonlandırılacak, mevcut anlaşmalar karşılıklı olarak yürürlükten kaldırılacak, bunun sonucunda da taraflar arasındaki karşılıklı anlaşmayla gümrük birliğine son verilecektir.
Türkiye ve AB, Gümrük Birliği’nin işleyişinde karşılaşılan sorunlara çözüm getirmek ve günümüzün küresel ticari koşullarına uyumunu sağlamak amacıyla Mayıs 2015’te Brüksel’de Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konusunda anlaşmışlardır. Müzakerelere bu yıl başlanacaktır. Komisyon, 2015 yılından bu yana Gümrük Birliği’nin güncellenmesine ilişkin etki analizi çalışmalarını yürütmektedir.
Süreç, hizmetler ve tarım sektörü ile kamu ihalelerinin de eklenmesiyle ekonominin ticarete konu olan bütün alanlarını kapsamaktadır. Gümrük Birliğinin derinleşmesi, ekonominin AB ekonomileriyle olan bütünleşmesini ilerletecektir ama Türkiye’nin üyeliğine alternatif olmayacaktır. Önceki AB Bakanı Bozkır’a göre Gümrük Birliği güncellemesiyle AB ile 150 milyar dolar olan ticaretimiz 300 milyar dolara çıkacaktır.
Derinleşme süreci, AB ile ABD arasında müzakereleri devam eden Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’na (Transatlantic Trade and Investment Partnership: TTIP) Türkiye’nin katılımını da kolaylaştıracaktır. TTIP dışında kalınması durumunda, Almanya’da yerleşik IFO Enstitüsü (Institute for Economic Research) tarafından Almanya Federal Ekonomi ve Teknoloji Bakanlığı adına yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’nin ekonomik kaybı 20 milyar dolar (milli gelirinin %2.5’i) civarında olacaktır (IFO Institute, 2013).
2014 yılında Dünya Bankası tarafından yayınlanan Rapor’da Gümrük Birliği’nin derinleştirilmesinin Türkiye ekonomisi üzerinde olumlu etkileri olacağı vurgulanmıştır.
Tarım ürünleri ticaretindeki tarife ve tarife dışı engellerin kaldırılmasıyla birlikte hizmetler ticaretinin serbestleştirilmesi senaryosunda milli gelirin yüzde 0.46 oranında (cari rakamlarla yaklaşık 3.5 milyar dolar) artabileceği hesaplanmıştır (WB, 2014: 15). Derinleştirilmiş Gümrük Birliği’nin ekonomik açıdan getireceği en büyük değişiklik, Türkiye ekonomisinin yaklaşık yüzde 70’ni oluşturan hizmetler sektörünün AB rekabetine açılacak olmasıdır. Bu gelişme, Türkiye’nin milli gelirini yüzde 0.2 oranında (2014 yılı rakamlarına göre 1.5 milyar dolar) artıracaktır. Sektörün Gümrük Birliği’ne dahil edilmesi; bankacılık, ulaştırma, haberleşme, enerji ve turizm sektörlerini etkileyecektir.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Gümrük Birliği’nin hizmetler, tarım ve kamu alımlarını da içerecek şekilde güncellenmesine ilişkin etki analizlerinin hem AB hem de Türkiye tarafından yapıldığını belirterek, “En geç 2017’nin başlarında resmi görüşmelerin başlayacağını umuyoruz” demiştir. Şimşek, “Türkiye-AB ticaret hacmi şu anda 158-160 milyar dolar civarında. Buna bizim de niyet ettiğimiz gibi hizmetleri, kamu alımlarını, ziraatı dahil ederseniz rahatça ticaret hacmini iki katına çıkarabilirsiniz ki bu da Türkiye’yi AB’nin üç büyük ticaret ortağından biri yapar” demiştir.
İKV Başkanı Ayhan Zeytinoğlu’nun “Gümrük Birliğinin derinleştirilmesi Türkiye’yi orta gelir tuzağından çıkaracak potansiyeli taşıyor ama tam üyelik perspektifi unutulmamalı” tespiti, Türkiye’nin AB hedefinden vazgeçmediğinin altını çizmesi bakımından önemlidir
Müzakere sürecinde AB Genel İşler ve Dışişleri Konseyi’nin 11 Aralık 2006 tarihinde almış olduğu karar uyarınca 8, GKRY’nin tek taraflı olarak bloke ettiği 6 başlık bloke edilmiş durumdadır. Bu durum, zaten müzakere sürecinin kilitlendiğini göstermektedir. Ayrıca ‘refandum’ doğru ifadesiyle ‘plebisit’ yapmaya gerek yoktur. 18 Mart 2016 tarihinde Brüksel Zirvesi’nde 33 No.lu Mali ve Bütçesel Hükümler başlığındaki Fransa vetosu kalkmış ve Fransa’nın tek başına blokajı yüzünden açılamayan başlık kalmamıştır.
Müzakereler tamamlansa bile Türkiye’nin bir gün AB üyesi olma ihtimali, AB kamuoyunun Türkiye’ye bakış açısını değiştirmesine ve de Türkiye’ye karşı uygulamış olduğu çifte standartları terk etmesine bağlıdır. Bu çifte standarda ben Bobon kriteri (Bo: Bizden Olanlar, Bon: Bizden Olmayanlar) diyorum.
Avrupa Birliği’nde aşırı sağın yükselmesi ve müzakerelerin popülist yaklaşımlara kurban edilmesi durumunda ilişkilerde bir düzelme olması zordur. Bu bakımdan Cumhurbaşkanı Erdoğan haklıdır ama pireye kızıp yorgan yakmamak gerekir. Prof. Dr. Burhan Kuzu NTV kanalında popülist bir yaklaşımla “Avrupa’dan Çıkalım” dedikten sonra 11’nci Cumhurbaşkanı Doç. Dr. Abdullah Gül’ün 25’nci Kalite Kongresi’nin açılışında “Esas hedef, AB’nin 27-28 üye ülkesinden biri olmak değildir; mesele o seviyede bir ülke olmaktır. Bunu Avrupa’yı tatmin etmek, Avrupa’ya taviz vermek anlamında görürseniz yanılırsınız” açıklaması, bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın 14 Nisan 1987 tarihindeki üyelik başvurusu sırasında söylediği “Bu uzun ve meşakkatli bir yoldur. Bizi caydırmak için çok şey yapacaklar. Ama yılmamalıyız” görüşü unutulmamalıdır. Rahmetli Özal bu kapsamda 1982 yılında DPT’da AET Dairesini kurmuş ve başına da bu satırların yazarını getirmişti.
Türkiye için zaman zaman “Batıya giden gemide Doğuya koşan ülke” benzetmesi yapılmıştır ama bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye olduğu Avrupalı ekonomik, askeri ve siyasi kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır. Türkiye’nin dışında hiçbir Müslüman ülke AB dışındaki tüm Avrupalı kuruluşlara üye değildir.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin kopmaması gerekir. Çünkü AB’de geçerli standartlar; kişi hak ve özgürlükleri, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, çoğulcu demokrasi, yargının bağımsızlığı, adaletin tarafsızlığı gibi temel alanlara çağdaş düzenlemeler getirmektedir. Avrupa Birliği üyelik süreci, başından bu yana Türkiye’nin istikrarı, ekonomik ve siyasi reformları açısından bir çıpa görevi yapmıştır.
Avrupa Birliği süreci, Türkiye Cumhuriyeti’nin stratejik hedefi ve bir medeniyet projesidir. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel’in Aydın Doğan’a 7 Şubat 2015 tarihinde yazmış olduğu mektuptaki “Türkiye, ne olursa olsun, Avrupa Birliği çıpasına sarılmalıdır. Bundan vazgeçmek olmaz” açıklaması günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Türkiye aidiyet açısından öteden beri batılı bir yönelim içinde olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edecektir. Avrupa Birliği ile ilişkilerin kopması, Kıbrıs sorunun çözümünü de güçleştirecektir. Türkiye’nin uzak bir ihtimal olsa da günün birinde AB üyesi olması, Kıbrıs sorunun çözümünü de katkıda bulunacaktır.
AB Bakanı Ömer Çelik, sıkıntılı bir süreçten geçen Türkiye-AB ilişkilerinde ilerlemenin ancak 2017 senesinin ilk yarısında, somut gündemli bir zirvenin toplanmasıyla mümkün olacağını açıklamıştır.
Çelik, Roma Anlaşması’nın 60’ncı yıl kutlamalarına Türkiye gibi aday ülkelerin davet edilmemesinin kabul edilemez olduğuna dikkat çekerken haklıdır. Polonya’yı ziyaret eden Bakan Çelik’in Türkiye’nin AB’nin 60’ncı yıl kutlamalarına çağrılmamasıyla ilgili açıklaması doğru bir tespittir: “İngiltere’yi de davet etmedik diyorlar. AB’ye katılmak için müzakere yürüten, geleceğini AB içinde gören ülkeyle kendi iradesiyle AB’den çıkmak isteyen bir ülkeyi aynı kefede görmek bir vizyon iflasıdır.” Türkiye-AB Karma İstişare Komitesi 35’nci toplantısının açılışında konuşan Çelik, “Dışlayıcı, fasılları siyasi sebeplerle açmayan bir yaklaşımla ilerlemek söz konusu olmaz” diyerek AB’yi eleştirmiştir.
XAB’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye yaptığı baskılar, geçmişte Türkiye’ye ısrarla önerdiği imtiyazlı ortaklık ve Türkiye’ye karşı uyguladığı Bobon kriterleri sebebiyle Türk kamuoyunda AB’ye yönelik tepki giderek artmaktadır. Türk kamuoyu artık ülkemizin bir gün AB üyesi olacağına inanmamaktadır. Kamuoyu desteği olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye üyelik konusunda istekli olmayacaktır. Bu durumda Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflarsa, bu durumda Türkiye’de bir eksen kayması olabilir. Fakat bu kayma hiçbir zaman Şanghay İşbirliği Kuruluşu ya da Avrasya Gümrük Birliği yönünde olmamalıdır. Eğer olursa Rusya, Ermenistan ve Çin ile aynı blokta yer alırız ki bu büyük hata olur.
Prof. Dr. Daren Acemoğlu, Avrupa Birliği’ne ve de NATO’ya alternatif olarak Şanghay Beşlisi’ne üye olmasının Türkiye açısından olumlu olmadığını açıklamıştır: “ Türkiye’nin Batı’yla ilişkisi hiçbir zaman sorunsuz değildi. Bir adım geri, bir adım ileri gidiyordu. Avrupa’yla yakınlaştığımız dönemler hep iyi netice verdi.” Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun 28 Ocak 2015 tarihinde Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefinin stratejik bir hedef olduğunu ve kararlılıkla devam ettirileceğini söylemiş olması önemlidir.
Avrupa Birliği süreci, Türkiye Cumhuriyeti’nin stratejik hedefi ve bir medeniyet projesidir. AB Türkiye’yi tam üye olarak kabul etmezse, ülkenin AB kurumlarına demirlenmesini (is fully anchored in the European structures) istemektedir. Demirlemek şu demektir: “Avrupa Birliği’ne eğer üye olamayacaksanız, AB’den fazla uzaklara da gitmeyin.” Bu durumu Türkiye kabul edemez.
Geçen yıl taraflar arasındaki ilişkilerde önemli anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır ama AB üyeliği hedefinden bir sapma söz konusu değildir. Çünkü; 2001, 2003 ve 2008 yıllarında güncellenerek Bakanlar Kurulu kararıyla Resmi Gazete’de yayınlanan AB üyeliği hedefine yönelik Türkiye Ulusal Programı’nın giriş bölümündeki hedefte bir değişiklik olmamıştır. Türkiye aidiyet açısından öteden beri batılı bir yönelim içinde olmuştur.
Türkiye, 1856 Paris Anlaşması’ndan sonra yüzünü Batı’ya çevirmiş, Tanzimat’tan bu yana da Batı’ya yönelmiş dünyadaki tek Müslüman ülkedir. Türkiye, laik ve demokratik ilkeleri benimsemiş, Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona komşu, AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan, dünya üzerinde mevcut 57 İslam ülkesi arasında ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve sportif alanlarda en gelişmişler arasında yer alan, hayat tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’yı seçmiş bir ülkedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “16 Nisan’da Evet çıkarsa bizi AB’ye almazlarmış. Ah bu kararı bir verebilseler. Bizim işimizi kolaylaştırırlar. Çok daha seri karar almamıza bunlar vesile olur” açıklamasının AB üyeliğimiz ile doğrudan ilgisi bulunmamaktadır. Cumhurbaşkanı Türkiye’ye Bobon kriteri uygulayan AB ve bazı AB üyesi ülkelere haklı olarak tepki göstermektedir. Fakat Batı dünyasında Antalya’da yapılan Tatlı Dil Forumu için gelen Türk kökenli İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson gibi siyasetçilerin olduğunu da unutulmamalıdır. Çünkü Johnson, “Türkiye-AB güçlü ortaklığı herkesin yararına” tespitinde bulunmuştur.
Yine dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw 2013 yılında yayınlanan kitabının 18’nci bölümünü Avrupa Birliği ve Türkiye’ye ayırmıştır. ‘Hasta Adam Karşılık Veriyor: Avrupa ve Türkiye’ başlıklı bölümde Straw müzakere sürecinin başlamasından bu yana Angela Merkel ile Nicolas Sarkozy gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak bu iki siyasetçinin Türkiye’nin üyeliğini arzulamamasını, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasına bağlamıştır:
“33 müzakere başlığının, 17’si engellenmiş durumda. Hiçbir aday ülkeye böyle davranılmamıştır. Acil sorun Kıbrıs’tır. Bu sorun, Fransa, Almanya ve İngiltere tek ses olursa çözülebilir. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Avrupa’nın kendisine sınır çizmesi gerektiğini söylediğinde, coğrafi sınırları kastetmemişti. Öyle olsaydı, Malta veya Güney Kıbrıs’ın alınmaması gerekirdi. Kastettiği dini sınırlardı. Tüm bunda kaybedecek olan AB’dir, Türkiye değil. Türkiye’nin AB’ye duyduğu ihtiyaçtan çok, AB’nin Türkiye’ye şu anda ihtiyacı vardır” (Straw, 2013: Chapter 18 ).
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dün İstanbul’da yaptığı konuşmada Jack Straw’a hak vermiştir: “Şimdi Avrupa Birliği üyesi ülkeler Vatikan’da bir araya geldiler. Bu gelişmeler bir şeyi çağrıştırıyor; hayırdır ya Vatikan’da niye bir araya geldiniz? Papa’nın huzurunda niye bir araya geldiniz? Papa ne zamandan beri Avrupa Birliği üyesi oldu. Haçlı ittifakı kendini eninde sonunda gösterdi. Bu budur. Bize bugüne kadar ne dediler? ‘İkide bir bize böyle diyorsunuz ama böyle bir şey yok.’ Evet, siz Türkiye’yi Müslüman olduğu için içeri almıyorsunuz.”
Avrupa Birliği dini temele dayanan bir kuruluş olmamakla beraber Straw’a hak vermemek de mümkün değildir. Fakat, AB üyesi ülkelerin günümüzdeki 28 üyesi Hıristiyandır ama Türkiye’nin de üyesi olduğu ve Paris’te OECD Daimi Temsiciliğinde 5 yıl görev yaptığım Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin (Organisation for Economic Co-operation and Development) 34 üyesi arasında sadece Türkiye Müslüman ülkedir. OECD üyesi İsrail de Müslüman değildir. OECD, 14 Aralık 1960 tarihinde imzalanan Paris Sözleşmesi’ne dayanılarak yılında kurulmuştur. Üyelerinin büyük bir bölümü AB üyeleridir. Bu açıdan değerlendirdiğimizde AB üyeliğimiz konusunda ortaya çıkan sorunları tamamen din farkına dayandırmak da tam doğru değildir.
Bu açıdan değerlendirdiğimizde büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 29 Ekim 1923 tarihinde Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demeci esas almak gerekir: “Kabul etmelisiniz ki, doğuda yaşamayı seçmeye mecbur olduğunuz için, ırkımızın beşiği ile ilgili olması nedeniyle mümkün olduğu kadar yakın batıyı bir yerleşim yeri seçtik. Fakat vücutlarımız doğuda ise fikirlerimiz batıya doğru yönelik kalmıştır. Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batıya yönelmemiş millet hangisidir?” Bu hedeften sapma şimdiye kadar olmamıştır, bundan sonra da olmamalıdır.
Almanya’dan Yeni Misilleme: Ermeni Soykırım Anıtı Köln Mezarlığına Dikiliyor
Alman şirketi Rheinmetall’ın Türkiye ile Leopar tank savunma sistemi anlaşmasına izin verilmemesi üzerine, Almanya ve Türkiye arasındaki ilişkiler daha da gerilmiştir. Bu kapsamda Almanya’nın Türkiye’ye son 5 ay içinde 11 defa silah gönderimine onay vermediği ortaya çıkmıştır.
Almanya Federal Parlamentosu 2 Haziran 2016 tarihinde sözde Ermeni soykırım kararı almış, Türkiye’nin itirazlarına rağmen kararından geri adım atmamıştır. Karar, Federal Parlamento’daki oylamada 630 milletvekilinden 165’nin oyu ile kabul edilmiştir. Bu kararın alınmasından 10 ay sonra İstanbul’un kardeş şehri olan ve 100 bin Türkün yaşadığı Köln Büyükşehir Belediye Meclisi, 14 Mart’ta Lehmbacher Weg Mezarlığı’na Ermeni soykırım anıtı dikilmesine izin vermiştir.
Beş bin üyeli Köln Ermeni Hıristiyan Cemaati’nin Yeşil Alanlar Komisyonu’na başvurusuyla konu gündeme gelmiş, Köln Büyükşehir Belediyesi Başkanı Henriette Reker kararın oybirliğiyle alınmasını olumlu karşıladığını açıklamıştır. Müslümanlara ait bir bölümün de bulunduğu Lehmbacher Weg Mezarlığı’nda toplanan Köln Türkleri Dayanışma Platform Başkanı Levent Taşkıran kararı protesto etmiştir.
Köln, burada yaşayan Türk nüfus dışında da önemlidir. Köln’de daha önce Kürt Festivali adı altında düzenlenen miting, terör örgütü PKK’nın şovuna dönüşmüş, 31 Temmuz’daki Demokrasi Mitingine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın video konferansla bağlanması Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla engellenmiştir.
Almanya, terör örgütü PKK’nın mitinginde Cemil Bayık’ın görüntülü mesajının yayınlanmasına izin vererek bir skandala yol açmıştır. PKK bayraklarının ön planda olduğu, Öcalan lehine sloganların atıldığı mitinge, Avrupa turunda olan terör örgütü PYD/YPG’nin Eşbaşkanı Salih Müslim ve HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da katılmıştır.
Almanya, Demokrasi Mitingi’nden beş hafta sonra, terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın lider kadrosu ve yandaşlarına mesaj izni vermiştir. Mitingde, terör örgütü üyelerinin ve de Öcalan resimlerinin yanı sıra PKK ve YPG bayrakları da yer almıştır.
Alman Federal Parlamentosu’nun geçen yıl sözde Ermeni soykırımı hakkında 18/8613 sayılı Kararı almasında, Türk kökenli Almanya Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Türk kökenli Cem Özdemir etkin rol oynamıştır. Özdemir; 24 Nisan 2015 tarihinde Parlamento’daki görüşmelerde, “Soykırımı işlemiş olan Jön Türkler, Sarıkamış’ta Türk askerini de kurban ettiler. Jön Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıktılar. Dolayısıyla bunları savunmanın bir anlamı yok. Herkes kendine kimi örnek almak istiyorum diye sormalı” diyerek tıpkı Fransızlar gibi Jön Türkler üzerinden Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlamıştır.
Kararın alınmasından çok önce Kemal Kılıçdaroğlu’nun Özdemir’le Essen’de konakladığı oteldeki görüşmesini uygun bulmadığımı, 8 Şubat 2016’da yayınlanan ‘Kılıçdaroğlu Soykırımı İşlemiş Olan Jön Türkler Diyen Özdemir’e Acaba Ne Dedi?’ başlıklı yazımda açıklamıştım.
Sözde Ermeni soykırımını kınayan ve kendi suç ortaklığını de kabul eden Parlamento oylamasından sonra Türkiye, Berlin büyükelçisini istişareler için Ankara’ya geri çağırmış, Almanya’ya tepki gösterileceği açıklanmıştır ama bugüne kadar Almanya’ya etkin bir yaptırım uygulanmamıştır.
Alman Federal Parlamentosu, “Onların (Ermeni’lerin) yaşadıkları, 20. yüzyılda yaşanmış en korkunç kitle katliamı, etnik temizlik, sürgün ve soykırım tarihi için bir örnektir’’ iddiası ile kararı almış, bir çok bağımsız tarihçiye de atıfta bulunmuştur. Parlamento’daki görüşmelerde, soykırım suçu terimini ilk kullanan Polonyalı Yahudi avukat olan Rafael Lemkin’in 1948’den önce de soykırımdan söz ettiği ve bu anlamda bunun 1915 yılını da kapsadığı belirtilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Lemkin “Jenosit konusuna nasıl geldiniz” sorusuna cevaben “Jenosit ile ilgilenmeye başladım, çünkü birçok kez gerçekleşti. Önce Ermenilerin başına geldi ardından da Hitler harekete geçti” demiş olsa da, Lemkin 24 Haziran 1900 doğumlu olup, 1915 yılında 15 yaşında olduğunu unutmamak gerekir.
Karar ortadan kalkmadığına göre, Almanya’daki okulların ders kitaplarında sözde soykırım konusunun işlenip işlenmeyeceği belli değildir. Eğer ders kitaplarına sözde Ermeni soykırımı konusu dahil edilirse, Almanya’da eğitim alan Türkler için büyük haksızlık da yapılmış olacaktır.
Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasında Fransa, Türkiye’yi Ermeni soykırımı yapmakla suçlayan ve bu konuda yasa çıkaran ilk ülkedir. Ayrıca Fransa, Osmanlı İmparatorluğunu tarihe gömen Sevr (Sevres) Anlaşması’nın imzalandığı Paris’in Sevr banliyösündeki seramik müzesinin önüne Ermeniler tarafından 8 Mart 2001 tarihinde Ermeni soykırım anıtı açılmasına izin veren ülkedir.
Anıtın üzerinde, “1915’te Jön Türk Hükümeti tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda soykırıma uğratılan 1.5 milyon Ermenin anısına” yazılıdır. Bu ifade Auschwitz-toplama kampının önünde de vardır. Bir farkla. “1.5 milyon Yahudi” “1.5 milyon Ermeni” olarak değiştirilmiştir. Ermenilerin 1.5 milyon Ermeni’nin Türkler tarafından soykırıma uğratıldığı iddiası büyük bir yalan olup bu rakam, Auschwitz-toplama kampının önüne dikilen anıttan (aşağıdaki fotoğraftan da görülebileceği gibi) çalıntıdır.
Polonya’da Auschwitz ve Auschwitz-Birkenau toplama kamplarını ziyaret ettim. Kamplarda, Alman Nazilerinin geride bıraktığı bir milyondan fazla giysi, yaklaşık 45 bin çift ayakkabı ve 7 ton insan saçını gördüm. Yahudilerin yakıldığı fırınlarda hala yanmış insan kokusu duvarlara sinmişti. Schindler’in Listesi (1993), Piyanist (2002), Okuyucu (2008), Çizgili Pijamalı Çocuk (2008), Hayat Güzeldir (1997) ve Hatırla (2015) filmleri de seyrettim.
Mahkeme kararıyla soykırım yapmış bir ulus olan Almanların Türkleri soykırım yapmakla suçlaması kadar gülünç bir şey olamaz. Batıda hızla yayılan Türk düşmanlığı, Almanya ve Hollanda ile yaşanan siyasi kriz sebebiyle artmaktadır.
Türklere ve Müslümanlara Batı’nın bakış açısı olumsuzdur. Kabul edilen sözde Ermeni soykırımı kararına karşı yapılan başvurular kabul edilmemiştir. Türk uyruklu olup Almanya’da ikamet eden sekiz kişi tarafından ayrı ayrı Almanya Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvurular işleme konulmadan reddedilmiştir. 19 Aralık 2016 tarihinde açıklanan mahkeme kararında, yapılan başvuruda Bundestag kararıyla temel insan haklarının veya kanunun ihlal edildiğinin inandırıcı bir şekilde açıklanmadığına işaret edilmiştir. Federal Alman Anayasa Mahkemesi’nin, Bundestag Kararına karşı açılan davaları reddettiğini bildiren ABC News haberi şöyledir: “German Court Rejects Suits Against Armenian Genocide Vote.”
Türkiye, sözde Ermeni soykırım tasarısını onaylayan Alman milletvekillerinin İncirlik Üssü’ndeki Alman askerlerini ziyaret etmesine uzun süre izin vermemiştir. Krizin çözümü için Türkiye, Almanya’dan Federal Parlamento’nun Ermeni tasarısına mesafe koymasını ve soykırım tasarısının hukuki bağlayıcılığı olmadığını açıklamasını istemiştir. Almanya’nın milliyetçi sol Der Spiegel dergisinin haberine göre üst düzey bir Türk diplomat, “Biz parlamentonun aldığı tasarıyla yaşayabiliriz. Ama Alman hükümeti soykırım kararının hukuksal bir yaptırımı olmadığını açıklamalı” demiştir.
Bu süreçte Türkiye’nin İncirlik’e sivillerin giremeyeceğini açıklamasına rağmen Alman Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) Milletvekili Christian von Stetten Alman askerlerini ziyaret etmek için İncirlik’e gitmiş, fakat üsse sokulmamıştır. Karar sonrasında koalisyon ortaklarından Hıristiyan Demokrat. CDU Başkanı Merkel ve Sosyal Demokrat-SPD Başkanı Gabiel’in, ”Bundestag’ın 2 Haziran 2016’da Ermeni Soykırımı hakkında almış olduğu siyasi karar bizim hükümeti bağlamaz” açıklaması sonrasında kriz çözülmüştür. (German Chancellor Angela Merkel stated recently that she is not distancing herself from a Bundestag resolution on Armenian Genocide).
Gerginleşen Türkiye AB ilişkileri kapsamında Cumhurbaşkanı Erdoğan “16 Nisan’dan sonra çok sürprizlerle karşılaşabilirsiniz, onlar da karşılaşabilirler…ekonomik ilişkilerimizi devam ettirebiliriz. Ama bizim artık siyasi, idari noktalardaki şeylerde gözden geçirmeye ihtiyacımız var” demiştir. AB’nin Türkiye’ye karşı çifte standart uyguladığı bir gerçektir. Ben buna Bobon kriterleri (Bo: bizden olanlar, Bon: Bizden olmayanlar) diyorum.
Bu çifte standart, AB’den kopulmasına yol açmamalıdır. Kıdemli bir uluslararası iktisat hocası olarak şunu özellikle açıklamak isterim: Siyasi ilişkiler koparsa, bundan ekonomik ilişkilerin zarar görmemesi mümkün değildir.
AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu eski komiseri Günter Verheugen, Hürriyet’e yaptığı açıklamada Türkiye ile AB arasında güven sorunu olduğunu belirterek yeni bir başlangıç yapılması gerektiğini belirtmiştir: “AB, Türkiye’ye üyelik kriterlerini yerine getirdiği takdirde tam üye olacağı garantisi vermeli, Türkiye de reform sürecini yeniden başlatıp iç sorunlarını hukuk devleti kuralları içinde çözmeli.”
Bir dönem yönetim kurulu üyeliğinde bulunduğum İKV’nın Dergisi’nde (Aralık 2016) yer alan ‘Avrupa Birliği İle İlişkilerde 2017 Yeni Bir Başlangıç Yılı Olmalıdır’ başlıklı yazımda ben de Verjeugen’in paralelinde görüş açıkladım. Prof. Dr. Daren Acemoğlu İstanbul’da Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile üyelik müzakerelerini geçici olarak dondurma kararını nasıl karşıladınız sorusunu şöyle cevaplandırmıştır: “Avrupa Birliği, Türkiye’nin kurumları için önemli bir çapadır.”
NATO müttefiklerimiz Almanya ve Hollanda’ya haklı olarak yüklenirken, eskiden Kuzey, şimdilerde Güney komşumuz da olan Rusya’nın Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standartları görmezden gelemeyiz. Eğer gelirsek, büyük hata işleriz.
Suriye’ye karşı Patriot hava savunma sistemine sahip üç NATO ülkesi olan ABD, Almanya ve Hollanda’dan bu sistemlerin geldiği gerçeğini unutmamamız gerekir. Her ne kadar 2015 yılbaşında Hollanda Patriot birliğinin yerini İspanyollar almış olsa da.
Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesini; Almanya ve Hollanda’nın da üyesi olduğu NATO ve Avrupa Konseyi, uluslararası hukukun ihlali olarak değerlendirmiştir. Angela Merkel bu durumun Rusya’ya ekonomik ve siyasi açıdan pahalıya mal olacağını açıklamıştır. Kırım, Türkiye’de yaşayan yüzbinlerce Kırım Türkünün anavatanıdır.
Hürriyet’ten Akif Beki’nin de önemle üzerinde durduğu gibi, Almanya PKK’yı terör örgütü olarak tanırken, Rusya PKK ve PYD’ye Moskova’da ofis açmasına izin vermektedir. Suriye’de kollarına YPG arması takan askerler Alman değil, Ruslardır. Menbiç’te PYD’yi Almanlar değil, Ruslar korumaktadır.
Suriye rejimi ile işbirliği yapanlar, Almanlar değil Ruslardır. PKK kantonları Rus şemsiyesi altındadır. Fırat Kalkanın önünü Esad güçleri ile ortak hareket eden Rusya kesmiştir. Afrin’de YPG’ye Ruslar eğitim vermektedir. Almanya; her ne kadar tam olarak uygulamasa da PKK ile PYD’nin kullandığı flama, sembol ve arma gibi propaganda araçlarını yasaklarken, Rusya PYD ile sarmaş dolaştır.
Tarım ürünlerimize Almanya değil Rusya ambargo koymaya devam etmektedir. Tarım Bakanı Çelik, “Aman ha misilleme gibi yorumlanmasın, Rusya’ya bir şey demiyoruz, altında kasıt filan aranmasın, bir kısıtlama getirdiğimiz yok” dese de Ekonomi Bakanı Zeybekçi gerçeği açıklamıştır: “Rusya’dan aldığımız makarnalık buğdayı özel sektörümüz artık istemiyor.”
Madem utangaç bir şekilde Rusya’ya misilleme yapmak istiyoruz, S-400’leri üyesi olduğumuz NATO istemiyor desek mi acaba?
Son söz: Dokuzuncu Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel’in Aydın Doğan’a 7 Şubat 2015 tarihinde yazmış olduğu mektuptaki “Türkiye, ne olursa olsun, Avrupa Birliği çıpasına sarılmalıdır. Bundan vazgeçmek olmaz” açıklaması, günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.