Yükleniyor...
3 Mayıs 1944, emperyalizmin Türkiye’de kazandığı ilk mevzi savaşının temsilî tarihidir. Bu anlamda bir “bayram” değil bir “kara gün”dür. Hüseyin Nihal Atsız ile Sabahattin Âli arasındaki “hakaret davası”nın ikinci duruşmasının yapıldığı o gün, mahkeme salonunda yaşananlardan ziyade dışarıda olup bitenler yönünden bir dönemin başlangıcıdır. Dışarıda olanların özeti şudur: Üniversite gençliğinin çoğunluğunu oluşturduğu milliyetçi aydınlar görülmekte olan davayı demokratik meşruiyet içinde protesto etmek için toplanmış ve bir gösteri yürüyüşü düzenlemiştir. Bunun üzerine, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel ve Başvekil İsmet İnönü’nün siyasi organizatörlüğünde (Başbakan Şükrü Saraçoğlu ve İçişleri Bakanı Hilmi Uran da uygulayıcılardır.) geliştirilen bir devlet terörü süreci başlatılmıştır. Bu bağlamda, gösteriye katılanlardan bir kısım öğrenci ile devrin ünlü Türk milliyetçisi aydınları ile aile ve yakın arkadaşlarından bazı insanlar tutuklanarak resmi kayıtlara “Irkçılık-Turancılık Davası” olarak geçen ve 1947’ye kadar devam eden yargılamalar başlamıştır. Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkan, Hüseyin Nihal Atsız, Necdet Sançar, Alparslan Türkeş, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Osman Yüksel Serdengeçti sanıklar arasındadır. Dava süreci, Türk milliyetçileri üzerinden yürütülen bir “cadı avı” harekâtına dönüştürülmüş; dehşetengiz bir kara propaganda ile ömürlerini devlet ve millet davasına adamış insanlar devlet-millet düşmanı ilanı edilmiştir. Davanın devam ettiği bir buçuk yıllık işkenceli tutukluluk döneminden sonra tamamı beraat eden bu insanların eşleri bile taciz edilmiş (Bedriye Atsız önce tutuklanmış, sonra görevden alınmış; Reşide Sançar görevden alınmıştır.), ocakları söndürülmeye çalışılmıştır. Lakin buzdağının görünen kısmı bu uygulamalardır. Görünmeyen kısmında ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin tasfiye edilerek emperyalizme direnişin sembolü olmuş bir ülkenin sömürgeleştirilmesinin önü açılmıştır.
Bunu anlamak için devrin şartlarına yakından bakalım: 1930’lu yıllar faşizmin yükselme dönemidir. Birinci Dünya Savaşı’nın aşağılanmış ulusları olan Almanların ve İtalyanların yeniden depreşen emperyalist duyguları tüm dünyada muayyen bir etki yaratmış; Türkiye’nin resmi politikaları da bundan nasibini almıştı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaşın ilk yıllarında resmi politikaların sözcüsü konumundaki yayın organları yoğun bir ırkçılık propagandası yapıyor ve nihayetinde Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun 5 Ağustos 1942 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.” Demesine kadar varıyordu. Dışarıya yönelik bu mesajlara rağmen iç politikada Türk milliyetçisi aydınlar ile iktidar arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyordu. Zira iktidar söylem planında “kan esaslı” bir Türkçülüğü benimsediğini söylemekle birlikte uygulamalarında milliyetçiliğin gereğini yerine getirmiyor; kültürel, ekonomik, siyasal politikaları ile kuruluş felsefesinden gittikçe uzaklaşan, kof bir Batıcılık peşinde sürükleniyordu. Türk milliyetçisi aydınlar ise kuruluş felsefesi esaslı bir toplum ve devlet inşasının mücadelesini veriyor; Zeki Velidi Togan, Osman Turan, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Fuat Köprülü, Abdulkadir Karahan, Nurettin Topçu, Mümtaz Turhan, Nihal Atsız, Sabri Fehmi Ülgener, Hilmi Ziya Ülken, Fethi Tevetoğlu gibi daha pek çok aydın bu yolda büyük emek sarf ediyor; milli ruhu tüm yönleriyle diriltmenin yollarını arıyordu.
İkinci Dünya Savaşının gidişatının değişmesi iç politikada derhal yansımasını buldu: İktidar, faşizmin savaşı kaybedeceğine dair sinyaller almaya başlayınca cephe değiştirip hem Amerika önderliğindeki Batıya, hem de Sovyet Rusya’ya şirin görünecek bir politikanın yolunu aramaya başladı. Bir yandan Sovyet Rusya’nın Boğazlarla ilgili aleni taleplerini dizginleme bir yandan da Batıya komünizme karşı güvence verecek bir pozisyon belirlemenin peşinde savrulan iktidar 3 Mayıs hadiselerini büyük bir fırsat olarak gördü. Antikomünist bir motivasyonla hareket eden Türk milliyetçilerini “ırkçılık/Turancılık” davasından yargılamak hem Sovyetlere hem de Batıya verilen bir “yanınızdayız” mesajıydı. Bu sebeple bahis konusu dava, kişiler üzerinden bir fikriyatın; kuruluş felsefesinin yargılanmasına dönüştü. Bir “örgüt” oluşumu iddiasıyla Ardahan’dan Aydın’a; Bitlis’ten Zonguldak’a ülkenin dört bir yanında görev yapan milliyetçi aydınlar İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine toplanıyor; Falih Rıfkı’nın yolbaşılığı üstlendiği basında Hüseyin Cahit’ten Nadir Nadi’ye; Zekeriya Sertel’den Refik Halid’e birçok kalem karalama kampanyası yürütüyor; Devletin resmi kurumu olan Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü bu yayınları kitaplaştırıp piyasaya sürüyordu. Milli Şef İnönü, 19 Mayıs konuşmasının büyük bölümünü “vatan haini” ve “fesatçı” diye nitelendirdiği Türk milliyetçilerini en üst düzeyde linç etmeye ayırıyordu. Davanın savcısı, insan onurunu çiğneyen işkencelerden geçirilen sanıkların mahkemedeki şikâyetlerine karşılık şu açıklamayı yapmaktan çekinmiyordu:
“Efendim, biz bunları huzurunuza misafir olarak değil, hükûmeti devirmek isteyen vatan hainleri, katiller ve caniler olarak sevk ettik. Kendilerini Pera Palas otelinde oturtacak değildik. Bunları huzurunuza reisicumhur namzedi olarak da çıkarmadık. Onun için elbette her nevi zulmü görmüşlerdir ve göreceklerdir.” (Necmeddin Sefercioğlu, 3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Davası)
Dava sürecinde milliyetçi yayın organlarından Orhun, Gökbörü, Millet, Kopuz, Büyük Doğu, Çınaraltı kapatılmış; uzun yıllar yeni Türkçü dergilerin yayımlanmasına ve aynı fikriyatı savunan derneklerin kurulmasına izin verilmemiştir. Kamuoyu nezdinde Türk milliyetçiliği fikriyatına karşı çıkmanın yaratacağı tepkilerden çekinildiği için milliyetçi aydınlar “ırkçı”, “faşist”, “kafatasçı” sözcükleriyle yaftalanmış; “Turancılık” Türkiye’yi uçuruma sürükleyecek bir hayalperestlik biçiminde mahkûm edilmiştir. Bu ve benzeri pek çok yargılama, uygulama ve politikalarla, Türkiye Cumhuriyetini kuran iradenin milliyetçilik felsefesi devletin damarlarından sürgün edilmiş; yakın gelecekte uygulamaya konulacak sömürgeciliğin karşısına dikilecek irade baskı altına alınmıştır.
Kuruluş felsefesinin devlet katından böylece sürgün edilmesini takiben Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi yolunda ikinci adım 1949 yılında atılır. Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri arasında bir antlaşma imzalanır. Egemen bir devlet açısından eşi benzeri olmayan, ancak sömürge ülkeleri için söz konusu olabilecek biçimdeki bu antlaşma ile “Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu” (Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu) kurulur. Masrafları Türkiye tarafından karşılanacak bu komisyonun amacı Türk eğitim sistemini düzenlemek, Türkiye’nin insan yetiştirme politikalarını belirlemektir. Dört Amerikalı ve dört Türk üyeden müteşekkil olan komisyonun başkanı ise kuruluşunda Birleşik Devletler Türkiye Büyükelçisi’dir. Bugünlerde altmış beş yaşına girmek üzere olan Komisyon görevini öylesine başarıyla yerine getirir ki, çocuklarımıza logaritma cetveli ve periyodik cetvel ezberletmek bütün orta öğretim hayatının en önemli hedefi olur. Aşağılanmış bir soysal bilimler ikliminde bütün çocuklarımızın fen bilimci olmalarına ihtiyaç varmış gibi zihinlerinin en berrak çağları redoks denklemleri ve ayna problemleri içinde harcanır. Teknik eğitim ve ara insan gücü eğitimi de aynı aşağılanmadan nasibini alır. Toplumsal baskı sonucu üniversite eğitimin yaygınlaştırılması aşamasında da aynı kurnazlığa başvurularak ihtiyaç duyulmayan alanlarda yüz binlerce öğrenci yetiştirilirken toplumsal kalkınmayı sağlayacak alanlara yönlendirme yapılmaz. Kurulan merkezi sınav sistemleri ile sınavlar araç olmaktan çıkarılıp amaç haline getirilir. Bunları tamamlayan kültür politikaları ile yozlaşmış, dünyevileşmiş, mankurtlaşmış; ortaya atılan tasmayı kendi eliyle boynuna geçirecek gönüllü kölelik sistemi kurulmuştur.
Türkiye’nin sömürgeleştirilmesinin bir diğer ayağını NATO oluşturur. 1952 yılında NATO’ya giren Türkiye, bugün Sinop’tan Mardin’e; İzmir’den Van’a; Lüleburgaz’dan Ankara’ya 30 civarında aleni; bir o kadar da gizli olduğu tahmin edilen NATO üsleriyle kuşatılmış durumdadır. Bu üslerin hemen tamamının 12 Eylül 1980 sonrası imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması gereği doğrudan Birleşik Devletler tarafından kullanılmasına da izin verilmiş olup halen bu antlaşma yürürlüktedir. NATO’nun bütün üye ülkelerde GLADİO tarzı örgütlenmelere giriştiği, bu örgütlenmelerin iç ve dış politikaları tasarımlamak amacıyla devletin damarlarına sızdığı da bugün alenileşmiştir. Türk Silahı Kuvvetleri içinde Amerikan yanlısı bir “bizim çocuklar” ekibi oluşturulmuş; kurucu felsefesinin yeniden inşası yolunda büyük bir mücadeleye girişmiş olan Türk milliyetçiliği onlar marifetiyle, 12 Eylül sonrası süreçte bir kez daha yargının önüne atılmıştır. “Ne Amerika, Ne Rusya, Ne Çin; Her Şey Türklük İçin” veciz ifadesiyle sömürgeciliğe ve emperyalizme direnen Türk milliyetçileri idam sehpalarına ve zindanlara sürülmüş; bugün itibariyle de “ayaklar altına alınan milliyetçilik” konumuna düşürülmüştür.
Böyle bir iklimde Türk milliyetçileri 3 Mayısları, sömürgeciliğe ve onun yerli işbirlikçisi konumuna düşmüş siyasal ümmetçiliğe karşı direnişin sembolü olarak anmalı; Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini yeniden hayata geçirmenin yol ve yöntemlerini tartışmalıdır.