Yükleniyor...
Bir tarihte gazetelerden okuduğuma göre bir televizyon programında tesettürlü bir hanım, “Atatürk Türkiye’yi işgalden kurtarmasaydı bugün Türkiye’de İngilizler olacaktı. İngilizler olsaydı benim haklarım daha geniş olacaktı.” anlamında bazı sözler söylemiş. Bu söz, sadece bir kişinin kişisel bir düşüncesi değil. Maalesef bugün Müslümanlığı öne aldığını iddia eden bir çok cemaat, tarikat, İslamcı oluşum, parti patırtı, gazete, televizyon vb kurum ve kişilerin hepsinde değil ama bir bölümünde, zihinlerinin arka planlarında böyle sakat bir görüş yaygın olduğu için meseleyi kişiselleştirmeden genel bir sorun olarak ele almaya çalışacağım.
1918’de vatanımızı fiilen işgal etmiş olan İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan, Yunan ordularının amacı, bu coğrafyada, bu vatanda Türk varlığını yok etmek, önce Ermenistan, Kürdistan, Pontus Rum Devleti gibi parçalara ayırmak, sonra da kolayca sömürülebilir bir yapı içinde Türk varlığını yok etmekti. İşte bu ortamda Türkiye’de yaşayan insanlar ikiye ayrıldılar: Bir kısmı, yeterli gücümüz yok, o yüzden biz bu işgalci devletlere direnemeyiz. Dolayısıyla onlara teslim olalım dediler. Bu bağlamda İngiliz Muhipler Cemiyeti, İslam Teali Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti gibi oluşumlar ve başka bazıları, İngiliz mandacılığı, Amerikan, İtalyan, Fransız mandacılığı gibi fikirlere saptılar.
Yani dediler ki, “Türkler kendi kendilerini yönetemezler, acizdirler, zayıftırlar, reşit değillerdir, devlet kurmayı ve yönetmeyi bilmezler. En iyisi bizi İngilizler veya diğer batılı Hristiyan devletler yönetsin, efendimiz onlar olsun, biz de onlara tabi olalım.” Bunlar, kendilerine ve Allah’a güvenlerini kaybetmiş teslimiyetçi cepheyi oluşturuyordu. Bunların içinde dindarı da vardı, Avrupacısı, liberali, sosyalisti, Kürtçüsü, Ermenicisi, Rumcusu, padişahçısı da her kesimden insan vardı.
İkinci bir grup da çıktı dedi ki, “hayır biz dünyanın en eski medeniyetlerine sahip, onlarca devlet kurmuş, devlet kurmanın ve yönetmenin ne demek olduğunu herkesten daha iyi bilen bir milletiz. Biz bu işin hem kitabını yazdık, hem destanını yazdık, hem de muhteşem uygulamalarını ortaya koyduk. Şimdi vatanımızı işgal eden bu emperyalist Batılı işgal çapulcuları, son haçlı sürüleridir. Bunlara pabuç bırakmak yok. Kanımızın son damlasına kadar mücadele edeceğiz, onları vatanımızdan kovacağız, tam bağımsız ve bağlantısız hür bir Türk devleti kuracağız.
İlkemiz “ya istiklal ya ölüm”dür. Biz, şerefli Türk milletiyiz, gavura boyun eğmeyiz. Biz, “inanıyorsanız üstünsünüz” ilkesine inanmış insanlarız. Kuva-yı Milliye teşkilatları etrafında toplanan, Müslümanlık ve Türklük değerlerini korumaya, gavura çiğnetmemeye and içmiş bu yiğit serdengeçtiler, bir destan daha yazarak imkânsızı mümkün kılarak, Allah’ın inayetiyle emperyalist işgalci Haçlı sürülerini Müslüman Türk vatanından söküp attılar. Atatürk’ün önderliğini yaptığı Türk milliyetçi cephesini oluşturan bu kesim, esas itibariyle Müslüman Türklerden meydana geliyor idiyse de aralarında kendini Türk kabul eden, Türklüğü samimi olarak benimseyen etnik ve dinî kökeni farklı insanlar da vardı tabii.
O zamanın mandacı, İngilizci, teslimiyetçi, özgüvenden yoksun insanları, bugün karşımıza vatanı siyasetiyle, ekonomisiyle, toprağıyla, kültürüyle; her şeyiyle Avrupa Birliğine teslim etmeyi politika zanneden kesim olarak çıkmaktadırlar. Bu kesime PKK’nın siyasi temsilcilerini, onlarla aşağı yukarı aynı söyleme sahip bazı yazar ve politikacıları ve onları destekleyen kişisel menfaatçi ve Batılı firmalarla ortaklık içinde olan kapitalistleri, Türk düşmanlığına dayalı etnik ayrımcılık politikası güdenleri gösterebiliriz. Tamamen iyi niyetle, iyi bir şey olacağını zannederek Avrupa Birliği taraftarlığı yapanlara bir şey demiyoruz, onlara sadece yanıldıklarını hatırlatmakla yetiniyoruz. Zaten bir süre sonra da yanıldıklarını anlayacaklar ve kafalarını duvarlara vuracaklardır.
O zaman ülkemizi işgal eden ve “İtilaf Devletleri” adı altında bir nevi Avrupalı devletler birliği oluşturan İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi devletler, bugün yine yeni bir ad altında birleşmişler, birlik olmuşlar ve bu sefer “Avrupa Birliği” olarak karşımıza çıkmışlardır. O zaman Avrupa devletleri vatanımıza biz istemeden zorla gelmişlerdi, şimdi ise bizim Avrupa Birliğine üye olma talebimiz doğrultusunda arzumuzla geliyorlar.
O zaman, Sevr Muahedesi’nde olduğu gibi bizim aleyhimize olup da zorla yapamadıklarını bugün politikayla, dayatmayla, tehditle, ekonomik bağımlılıkla, değişik ultra modern yollarla kendi elimizle bize yaptırmaya çalışıyorlar. Bu süreç içinde Avrupa Birliği, dindar insanlar arasında da anlaşılması mümkün olmayan gerekçelerle şaşılacak şekilde gönüllü taraftarlar buluyor. Bunların bir bölümü aşağı yukarı 1990’lı yıllara kadar “Hristiyan klüp” diye muhalif oldukları Avrupa Birliği’ne 1990’lardan sonra birdenbire keskin bir dönüş yaparak taraftar olmaya; hatta gönüllü propagandisti olmaya başladılar.
Galiba Avrupa, Hristiyanlıktan, haçlı intikam duygularından, Türk düşmanlığından, bu coğrafyaya dair emperyalist emellerinden vazgeçti ve hidayete erdi! Bu arkadaşlar, Avrupa Birliği’nden her türlü hakareti görmüş olmalarına, hak aramak için başvurdukları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden yüz geri edilmelerine rağmen bunlarda Avrupa Birliği, hastalıklı bir aşka dönüştü ve habire Avrupa Birliği sevdası içinde sarhoş bir şekilde dolanıp durmaktadırlar.
“İngilizler bizi yönetmiş olsaydı mutlu olurduk” söylemini genelleyerek “bizi Hristiyan Avrupalılar yönetsin” şeklinde anlayabiliriz. Yani, bunu “Türkiye’nin siyasetinin, yönetiminin, ekonomisinin, eğitiminin, kültürünün, bütün karar yetkilerinin Avrupa Birliği’ne devri iyi olur”, demek olarak anlayabiliriz. Bu, Türk millî hâkimiyetinin adım adım aşındırılması ve zamanla yok edilmesi sürecidir.
Şimdi bilgi ve bilinç eksikliğiyle malul o tesettürlü hanımın İngiliz severliğini anlamaya çalışalım. Muhtemelen o, başımızda İngilizler olsaydı biz dinimizi daha özgürce yaşardık demek istedi. Meseleye din bakımından yaklaştı. Biz de madem öyle, Batı emperyalizminin ekonomik, toplumsal, siyasi, kültürel vs yönlerini bir tarafa bırakıp din açısından, İslam açısından irdelemeye çalışalım.
İslamî hassasiyet saikiyle İngiliz himayesini isteyen o tesettürlü hanıma ve kayıtsız şartsız tam teslimiyetçi Avrupa Birlikçilerine hemen şunu hatırlatalım. “Ey iman edenler, Yahudileri de, Hristiyanları da kendinize dost ve üstünüze hâkim edinmeyin. Onlar ancak birbirinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost ve hâkim edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah o zalimler güruhuna muvaffakiyet vermez.”[1] ayetinden siz ne anlıyorsunuz? Bize bir tefsir edin, bilmediğimiz çok derunî, sırrî, işarî, batınî manaları varsa bilelim. Yoksa bu, manasını hiç kimsenin anlayamayacağı müteşâbih ayetlerden midir?
Ayrıca İngilizci arkadaşların kendisine itibar ettiğini sandığım bir araştırmacı olan İhsan Süreyya Sırma, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri[2] adlı kitabında bakın neler söylüyor:
“Misyonerler, devamlı olarak Osmanlı Devleti’ni sömürücü, kendilerini de bu sömürüden kurtarıcı (libérateur) olarak gösteriyorlardı. A. Bardey, bir dağlı Yemenlinin kendisine şöyle dediğini iddia etmekte veya dememişse bile demiş gibi göstermektedir: “Que les nousrani (chrétiens) vienent donc, nous les aiderons a chasser les Turcs” (= Artık şu Hristiyanlar gelsin; biz Türkleri kovmak için onlara yardım edeceğiz.)” (s.13)
Şimdi bu ifadelerin bugün de değişik bir şekilde aynen tekerrür ettiğini görmek insanı hayrete düşürüyor. Bugün de batılılar ve onların PKK gibi yerli işbirlikçileri, Türk Devletini zalim, sömürücü, baskıcı, insan haklarını, kültürel hakları yok edici, özgürlükleri kısıtlayıcı, antidemokratik, militarist olarak propaganda etmiyorlar mı? Bunun karşısında kendilerini yani Avrupa Birliğini de bu baskılardan kurtaracak, özgürlük ve demokrasi getirecek bir kurtarıcı olarak propaganda etmiyorlar mı? Bu propagandaların etkisiyle “artık şu Hristiyanlar gelsin” demiyorlar ama, aynı anlama gelecek olan Avrupa Birliği gelsin, biz onlarla işbirliği yapacağız, Türkleri de devlet yönetiminden kovacağız, demek istiyorlar.
İngilizler bizi yönetseydi, onların sömürgesi olsaydık daha iyi olurduk, inancında olan bazı dindar kişilere, İslamî cemaat, vakıf, dernek, tarikat, parti patırtı mensuplarına çok sevdiklerini ve fikirlerine yüzde yüz katıldıklarını zannettiğim Mehmet Âkif Ersoy’un Millî Mücadele sırasında Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği bir vaazdan İngilizlerin ne olduğunu, bizim için ne gibi iyilikler düşündüğünü, neler yaptığını ve yapmak istediğini açıklayan bazı bölümlerini aktaracağım. Umarım Müslümanlık konusunda hassas olan insanlarımız biraz da millî konularda aynı hassasiyeti gösterirler. Dinî şuurun yanında millî şuurun da ne kadar önemli olduğunu idrak ederler. Zira bağımsız bir millet ve o milletin bağımsız millî bir devleti yoksa Müslümanlıklarını nesiller boyu devam ettirmeleri ve toplumsal çapta yaşamaları zordur. Merhum Âkif şöyle diyor:
“-Neden İngilizler İstanbul’u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin?
İngilizlerin bu kadar büyümesi müttefiklerinin işine gelmiyor. Binaenaleyh payitahtımızı (başkentimizi) da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli’yi, hem Aydın vilâyetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz İngilizlerden tedarik edecek. Anlaşıldı ya İstanbul’un Yunan elinde bulunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunmak demektir. Rumeli’nin, İstanbul’un, Aydın vilâyetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir, biliyor musunuz? Oralarda tek bir Müslüman kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan’la Mora’daki halkın yarısı Rum ise yarısı da Müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu musalaha (anlaşma) mucibince (gereğince) verilecek memleketlerde de bir müddet sonra aynı hâl zuhura (meydana) gelecektir. Evet, Müslüman ahâlî katliam ile korkutularak hicrete (göçe) mecbur edilecektir.
Bu muâhedenin (anlaşmanın) ta’kip ettiği maksat şudur: İngilizler bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derecede az insan harc etmek istiyor. O sebepten bir taraftan Rum, Ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silâh dağıtarak Türkler arasında katliam yaptıracak; diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasından para ile yahut iğfal ile adamlar bularak bizi birbirimize doğratacaktır ki bu zaten olup duruyor.
Şimdi bir mühim mes’ele var. Onu tetkik edelim: Neden İngilizler bizim mahvımızı te’min (yok olmamızı gerçekleştirmek) için bu kadar uğraşıyorlar? Evet, bunlar harb-i umûmînin bidayetinde (Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında) “Biz bütün milletlerin istiklâli (bağımsızlığı) için harbediyoruz!” tekerlemesini muttasıl (sürekli) tekrar edip durdukları için mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyon Müslümana da istiklâl sevdası geldi. Mısır’da, Hint’te birbiri ardınca isyanlar başladı.
Vâkıa (gerçekte) İngiliz bu isyanları kendisine mahsus olan müthiş bir vahşetle (vahşilikle) bastırdı. Lâkin bunların bir daha baş kaldıramamaları için dünyada hiç bir Müslüman memleketin müstakil (bağımsız) kalmaması lâzımdı. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki Müslüman hükûmet kalmıştı ki biri biz idik. Diğeri de İran idi. Biliyorsunuz ki İran hükûmet-i İslamiyyesinin (İslamî hükûmetinin) icabına baktılar. İngiliz himayesini la’net halkası gibi Acemlerin boynuna geçirdiler. O hâlde yalnız biz kaldık. Ey cemaat-i Müslimîn! İngilizin asıl düşmanlığı bizedir. Çünki biz asırlardan beri hilâfeti elimizde tutuyoruz. Asırlardan beri âlem-i İslamın başında olarak ehl-i salîble (Haçlılarla) çarpışıyoruz. Dünyanın bütün Müslümanları selâmetlerini, necatlarını (kurtuluşlarını) yıllardan beri müştak oldukları (arzuladıkları) istiklâllerini bizden bekliyorlar.
Yüzlerce milyon Müslümana nisbetle (oranla) bizim bir avuç mesabesinde (hükmünde) olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır? demeyiniz, iyi biliniz ki bu bir avuç halkın bütün âlem-i İslamda (İslam dünyasında) pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır. Bütün Müslümanlar bilirler ki maazallah (Allah korusun) Saltanat-ı Osmaniye’nin (Osmanlı Saltanatının), Hilâfet- İslamiyye’nin (İslam halifeliğinin) devrilmesi bütün cihan-ı imanı (Müminleri) sarsacaktır.
Bütün Müslüman yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır. Mütarekeyi müteâkip Mısır’da, Hint’te hatta dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irak’ta, Suriye’de zuhur eden (ortaya çıkan) ihtilâller, isyanlar, kıyamlar gösteriyor ki biz Osmanlı Müslümanları öyle âlem-i İslamın ve dolayısıyla ve düşmanlarımızın lâkayıt kalabileceği bir küme değiliz. O sebepten İngilizler bizi büsbütün mahvetmeğe ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri nâmına o kadar haklıdırlar. Ama diyeceğiz ki:
Bugün bütün dünyaya hâkim olan İngiltere satveti (zorbalığı) karşısında bizim ne ehemmiyetimiz olur ki herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüyeceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara (tedbirlere) lüzum görsünler?
Yanılıyorsunuz, iş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü, bugünkü hâdisâtı (olayları) seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta bir kaç asır sonunu tahmin etmek, hesap etmek isterler.
Heriflerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş siyaset sayesinde kendileri ne oldular, bizi ne hâle getirdiler, görüyorsunuz. Binaenaleyh velev bir kaç vilâyetten ibaret bir Anadolu hükûmetinin kalmasına bile kendi ihtiyarlarıyle (istekleriyle, rızalarıyla) yani muztar (mecbur) kalmadıkça, kâbil (mümkün) değil, razı olamazlar.
-Pek a’lâ! Ne yapabiliriz? Uzun zamanlardan beri devam eden dahilî, haricî muhârebeler, (iç dış savaşlar) bilhassa Balkan muhârebesiyle (savaşıyla) şu harb-i umûmî (Birinci Dünya Savaşı) bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir şey bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şerâit-i sulhiyeyi (barış şartlarını) çârnâçar (mecburen) kabul edeceğiz. Bu tıpkı silâhsız bir adamın dağ başında müsellâh (silahlı) haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer, ister istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek…
Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o müsellâh haydutlar ortalarına aldıkları bîçâreden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvip ederdik (uygun görürdük). Lâkin bununla kanaat etmiyorlar ki. Bîçâre herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:
-Boynunu uzat! Kafanı da ver! diyorlar. Madem ki teklif bu kadar ağırdır, artık bunu hiç kimse kabul edemez, ister istemez dişiyle, tırnağıyle uğraşır, çabalar. Nefsini (kendini) imkânın son derecesine kadar müdafaaya bakar.
Ey cemaat-ı Müslimîn! İşte bugün bizden istedikleri, ne filân vilâyet, ne falan sancaktır. Doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımızdır, devletimizdir, hilâfetimizdir, dinimizdir, imanımızdır.
Bir de o müsellâh olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil. Korktuktan tehlikeler var. Biz zarurî olan müdafaa-i hayat (hayatımızı savunma) vazifesinde biraz daha sebat edecek olursak emin olunuz ki cehennem olup gidecekler.”[3] O zaman Âkif’in “İngilizler” kelimelerinin yeri bugün boş kalmamıştır. Değişen bir şey yok, tarih tekerrür ediyor.
Ayrıca İngilizci ve Avrupa Birlikçi arkadaşların, II. Meşrutiyet, Mütareke, Millî Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerinde uzun yıllar hem İngiltere’de yaşamış ve oralarda değişik görevlerde bulunmuş hem de Türkiye’de aynı şekilde önemli görevleri olmuş bir Türk münevveri olan Halil Halid’in “İngiliz Emperyalistlerinin Türk Husumeti”[4] adlı yazısını okumalarını tavsiye ederim. Halil Halid’in bize dair İngiliz emperyalizmi ile ilgili bu yazısından bazı bölümler alalım:
“Avrupalılar şunu da unutmasınlar ki Şarklılar (Doğulu milletler) dahi aynen kendileri gibi hürriyetlerine ve istiklallerine (bağımsızlıklarına) düşkündürler ve “iyi idare” veyahut “medenîleştirme vazifesi” iddiası ile ecnebî (yabancı, batılı, emperyalist) bir devletin kendilerine amirlik taslamasından en kalbî hissiyatları (en içten duyguları) ile nefret ederler.” (s.211)
“Şark (Doğu) milletleri zaman geçtikçe insan zekâsının mahsulü her türlü vasıtayı kullanmaya başlayacak ve bu suretle de hürriyet ve istiklalleri yolunda karşılarına çıkan her maniayı (engeli) aşmak için çabalayacaklardır.
Bazı Avrupa güçlerinin, Doğu memleketlerinin çoğunluğu üzerinde icra eyledikleri askerî fetihlerin “siyasî eşkıyalık” olarak tavsif edilmesi (nitelendirilmesi) pek uygun düşer. Yukarıdan dayatılan bu hâkimiyet için yapılan her türlü izahat, (açıklamalar) hadiseleri (olayları) pek de inceden inceye araştırmayan Avrupa efkâr-ı umûmiyyesi (kamuoyu) için zahiren (görünüşte) ne kadar hoş ve mantıklı görünse de hakikatte iş tam tersi olup, öne sürülen bu mazeretlerin hepsi de külliyen (tamamen) akla mugayirdir (aykırıdır).
Avrupalı emperyalistler Şark’ta yeni yeni araziler kazanmak için aşk ve şevkle çalışıyorlar. Emperyalist devletlerin her biri Şark’ta zaptettikleri dominyonlarında veya ele geçirdikleri memleketlerde kendi ticari menfaatlerinin ağır basmasını temin maksadıyla yeni yeni pazarlar bulmayı arzu eder ve başka halklara ait lakin kendilerinin stratejik olarak ehemmiyetli gördükleri yerleri ele geçirmek için kendi aralarında kıran kırana yarışır ki bir diğerinin oraya girmesine mani olabilsin. Ve umumiyetle (genellikle) de her adi eşkıya gibi ganimetleri pay etmede ihtilafa (anlaşmazlığa) düşüp birbirlerinin boğazına sarılırlar, istikbalde (gelecekte) dahi iş bu merkezde olacak ve bu suretle de kendi aralarında çılgınca bir silahlanma yarışı sürüp gidecektir.
Eğer Şark’ta bu medenî soygundan en fazla zarar gören bir millet aranır ise bu millet Türk milletidir. Aynı şekilde Türkiye’yi en fazla mutazarrır (Türkiye’ye en fazla zarar veren) ve kana boyayan yayılmacı siyaseti tutmuş bir Avrupa devleti var ise o dahi İngiltere’den başkası değildir.” (s.211-212)
“Harbin [Birinci Dünya Harbi] başlamasıyla birlikte Türkiye’yi İttifak Devletleri arasında görmek İngiltere’de pek büyük bir hiddete sebep oldu. En tepedeki nazırdan (bakandan) Fleet Street’teki en düşük siyaset yazarına kadar her nüfuz sahibi, pek tehditkâr bir surette beyan ettiler ki Türkiye’yi kâmilen (tamamen) ortadan kaldırmak için evvelden beri arzulandığı hâlde devamlı tehir edilen plan, artık tatbik (uygulama) sahasına konulacaktır.
Fakat Türkiye’nin İttifak Devletleri arasında yer almasını sadece Alman Kayzerizminin entrikalarına bağlamamak lazım. Eğer harpten önceki senelerde İngiliz hükûmeti kendi çocuklarına biraz olsun muhabbet hissi ile yaklaşmış olsaydı, İttihad ve Terakki Fırkası’nın biçare liderlerinden hiçbirisi Türkiye’yi bu mücadeleye sürüklemek arzusu gütmezdi. Türklere hiç de muhabbetkârane olmayan bir surette muamele ederek, çok şey isteyip mukabilinde (karşılığında) hemen hemen hiçbir şey vermeyerek ve Türkiye’nin gözünü korkutmak için onu İttihad-ı İslâm, Turancılık ve sair şeytanî tertipler içinde (yani bunları şeytanî tertiplermiş gibi) gösteren matbuat (basın) eliyle aleyhinde kampanyalar tertip ederek Türk karşıtı İngiliz emperyal fatihleri, Türkiye’nin karşı tarafa doğru sürüklenmesini temin etmişlerdir.
Seneler evvel Hicaz demiryolunun ikmali bir Alman firması tarafından yapılmak istendiğinde, Osmanlı hükûmeti İngiltere ile olan münasebetini düzeltebilmek için önceliği İngiltere’ye verdiği hâlde, İngiliz hükûmeti bu isteği dahi geri çevirmişti. Hicaz demiryolu ümmetin ianesi (yardımı) ile ikmal edilmeye (tamamlanmaya) başlandığı vakit, İngilizlerin emperyalist gazeteleri İngiliz hâkimiyetindeki Müslümanların bu hayırlı teşebbüse yardımına mani olmak için teşebbüsün samimiyetine gölge düşürmeye çalıştılar.
Kanun-i Esasî’nin tesis edilmesinden (1908’de II. Meşrutiyet’le birlikte Anayasanın yeniden yürürlüğe girmesinden) sonra bile Türkiye’ye karşı kötü muameleye devam ettiler. Yeni nizamın (düzenin) rical-i devleti, (devlet adamları) İngiltere’den faal bir destek göremediği gibi bilakis engellemeyle karşılaştı. İdarî ıslahatlar ve umur-ı nafıaya (kamu işlerine) müteallik terakkileri temin etmek için Fransa’ya borç talebi ile müracaat etkileri vakit, İngilizler buna gizliden gizliye mani oldu. Şark Meselesi ile alakadar olarak bütün İngiliz devlet adamları hep aynı tarzda hareket ederek, Şarklıların hürriyet ve istiklalinin bir numaralı düşmanı olan Rus Çarlığı’nın bu meseledeki her talebine hep hüsn-i rıza gösterdiler.
Ezcümle, bu İngiliz işgalcilerin her ne niyet ile hareket ettiklerinin bütün alametleri, hadiseleri inceden inceye tetkik eden Şarklılar tarafından görülebilmektedir. Daha savaşın başındaydı ki Hindistan’daki İngiliz resmî memurları, kahraman bir eda ve pek aşk u şevk ile beyan ettiler ki Hindistan hükûmeti, İngiliz hâkimiyetini sadece Mezopotamya’da değil Batı Asya’nın her tarafında tesis için uzunca zamandan beri kendini hazırlıyor.
İngiliz emperyalizminin, İslam dünyasındaki tek hakiki müstakil (bağımsız) devlet olan Türkiye’yi kâmilen (tamamen) ortadan kaldırma planları nisbeten daha yeni olsa da, Devlet-i Aliyye’nin (Osmanlı Devleti’nin) merkezden uzak vilayetlerini ana gövdeden ayırma emeli tâ Kırım Harbi’ne [1852-1856] kadar dayanır. Yarım asırdan fazla oluyor; Karl Marx Londra’dan bir New York gazetesine gönderdiği yazısında, fikr-i serbesti (özgürlük) taraftarı olan Lord Palmerston gibi bir devlet adamının dahi memâlik-i Osmaniye’nin (Osmanlı memleketlerinin) tasfiyesi vakti geldiğinde, Mısır’ın İngiliz hissesine düşmesi icap ettiğini söylemesini tenkit ediyor ve bu suretle küçük kavimleri boyunduruğu altına almaya pek hevesli olan Rusya ve Avusturya gibi mutlakıyetle idare olunan devletlere, İngiltere’nin, Şark yağması hususunda teşvik edici bir misal teşkil etmesini (örnek oluşturmasını) arzu etmiyordu.” (s.213-214)
Türklerin hâkimiyeti dahi İngiliz matbuatında (basınında) mütemadiyen (sürekli) taarruzlara duçar edildi (saldırılara maruz kaldı). Hele hele sermayedar (kapitalist) gazeteler pek daha azgın bir surette bu işi vazife edindiler. Bittabi inandıkları insaniyet (hümanizm), Nasrâniyet (Hristiyanlık) ve Avrupa medeniyeti namına her ne değerler var ise bunların bütününü inkar eder bir hâl kesbettiler (bir duruma düştüler).
Sadece Türkler değil, Devlet-i Aliyye’deki (Osmanlı Devleti’ne bağlı) sair (diğer) Müslüman unsurlar dahi “mutaassıp ve vahşi” diye hakâretâmîz (aşağılayıcı) bir surette tavsif edildi (nitelendirildi). Gerçi İngiliz emperyalizminin bugün takip etmekte olduğu en son siyaset, artık bu Türklerin dışındaki diğer Müslüman unsurları bile “Türk zulmü”nün mağdurları olarak tasvir etmeye başlamıştır.
Ve özellikle İngiltere ruhban mahfillerinin (din adamları sınıfı) pek yüksek adamlarının dahi işgalci siyasetçiler ve kapitalist matbuat eliyle başlatılan kampanyalara iştiraki tehalükle vuku buldu (istekli, hevesli bir şekilde gerçekleşti). Balkan komitaları gibi, İngiliz-Ermeni Komitesi gibi Türkiye’yi taciz etme maksadına matuf cemiyetler teessüs edildi (yönelik dernekler kuruldu).
Bir Şark darb-ı meseli (Doğu atasözü) vardır, “Kavgada yumruk sayılmaz” derler. Binaenaleyh harp esnasında vuku bulan (meydana gelen) tahrikleri hesaba katmaya lüzum yok. Lakin uzunca zamandır birbirinin boğazını kesmekle meşgul olan bu milletlerin, mütarekenin [Mondros Mütarekesi] imzalanması ile birlikte müstakbel münasebetlerine bundan böyle dostane hissiyat (duygular) istikamet (yön) verir diye ümit eder iken, şunu gördük ki Türklere karşı kötü muamele gösterme kadîm (eski) alışkanlığı ve garazkâr hisler İngiltere’de mevcudiyetini hâlâ muhafaza ediyor.
Hatta ruhban sınıfından iki zat, Ortaçağ hurafelerinin iki müessir mümessili (etkili temsilcisi) evvelki gün Londra’nın Times nâm (adındaki) ceridesinin (gazetesinin) sütunlarından ve mağdur Süryanilerin ıstırabını hafifletmek için yapılan bir yardım toplantısından seslenerek, Türklere hakaretâmîz (aşağılayıcı) bir surette hücum ediyordu. Bu beyefendilere göre Türkler pek hunhar (kan içici) bir şekilde masum Ermeni ve Süryanileri katliam ederek onların köklerini kazımış.[5]
Türkler tarafından soyu kurutulan Ermenilerin lehine olarak, milyonlarca Türkün yaşadığı, Devleti Aliyye’nin mühimce bir arazisi üzerinde, ta Karadeniz’den Akdeniz’e uzanan bir Ermeni krallığının muzaffer İngiliz işgalcileri tarafından inşası projesinin, son yirmi beş senedir bu emperyal kuvvetin neşriyat (yayın) vasıtaları aracılığıyla yapılan propagandaya inananlarca görülebilmesi mümkün değildir.” (s.214-215)
“Bilhassa Türkler için takip edilen yeni oluşumların mesnedi (dayanağı) intikamdan ibarettir. “Artık Türkler bizim kudret ve nüfuzumuz altındadır.” İntikam hissinin bu sarih (açık) beyanı Lord Robert Cecil tarafından Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) müsteşarlığını deruhte ederken (yaparken) söylenmiştir. Artık zahir (açık) oldu ki İngilizler Türklere karşı muamelelerinde mümkün mertebe sert ve kaba olmayı tercih etmişler.
Asıl garip olanı, bu kabil şövenist bir adamın Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler) gibi bir projenin hayata geçirilmesi müzakerelerinde yetkili bir mevkie getirilmiş olmasıdır. Daha mütarekenin imzalanmasının üzerinden çok geçmemişti ki Lord George irad ettiği bir nutukta (bir söylevinde) Türkleri “harp ettiğimiz hasımlarımızın arasında hürmete şayan olmaklıkta (saygıya değer olma konusunda) en az liyakat kesbetmiş (en az layık) olanı” şeklinde tavsif etti (nitelendirdi).
Pek gariptir, hiç de merdane (erkekçe) olmayan bu beyan, bizzat öyle bir millete karşı yapıldı ki onun mukavim kuvvetleri İngiltere’yi pek azîm (büyük) kaynakları tüketmeye, deniz kuvvetlerinin mühim bir kısmını ve iki buçuk milyon neferini (askerini) Şark’ın muharebe (savaş) sahasına sürmeye mecbur bırakmıştır.” (s.215-216)
“İşgalci İngiliz siyaseti iddia ediyor ki yaptıkları şey iyi idarenin nimetlerini, terakki edememiş (gelişememiş) Şarklıların istifadesine sunmaktan ibarettir. Lakin bu idareye baş eğmek mecburiyetinde kalanlara göre ise hakikatte bu idare, sadece onları başlarındaki emperyal ve kapitalist fatihler tarafından sömürülmeye götüren bir sâikten (sebepten) ibarettir. Hatta öyle bir maniadır (engeldir) ki kendi millî hudutları (sınırları) içinde terakki etmelerine (gelişmelerine) engel oluyor.
Zira millî terakkiyatın kontrol altında tutulması emperyalizmin takip ettiği en mühim siyasetlerden biridir. Zira bu suretle emperyalizmin pek muktedir organları, daha ikna edici bir surette ortaya koyabilmektedir ki hâlihazırda kendi hâkimiyetleri altında bulunan halklar, müstakil bir mevcudiyete (bağımsız bir varlığa) ve millî ve meşrutî (demokratik) bir idareye şu an için hazır değildirler.
Yalnız şöyle bir vaziyet var ki emperyalistlerin bu sözde “iyi idare”si Şark”in hiçbir tarafında kendi liyakati namına ayakta duramıyor, dayanakları ateş ve kılıçtan ibarettir. Bu emperyal kuvvetler, işgal ettikleri topraklardaki halkları kamilen silahsızlandırıyorlarken, kendileri yeni yeni garnizonlar inşa edip askerlerini oralara yığıyor ve harp gemilerine o memleketlerin sahillerine demir attırıyorlar.
Emperyalist idareciler işgal ettikleri memleketlerin merkezî yerlerinde yaşamakta olan, ancak halkın umumu ile aralarında ne ırk ne din açısından bir rabıtası bulunan, bazı ufak unsurları cesaretlendirirler. Bu gözdeler kendilerinin “memnuniyetsizlik vesilesi” (divide et impem/böl ve yönet) olarak kullanılmalarına müsaade ederler ve bu suretle de bu işgalciler halkın arzusu hilafına (isteğine zıt olarak) lakin bu kabil münafıklar tarafından desteklenen bazı tedbirlere müracaat ederler.
Her hangi bir ihtilaf vuku bulduğunda (bir ayrılık ortaya çıktığında) Avrupa matbuatında (basınında) efkar-ı umumiyenin (kamuoyunun) mümessili (temsilcisi) olarak işitilen seda (ses) bu dalkavukların sesidir. Millî liderler ise “ekstremist (aşırı)” olarak tavsif edilirler ve bu insanlar arasından biraz fevrî ve basiretsiz davrananlar ise bundan böyle “anarşist” olarak adlandırılırlar. Sözde “Cinaî Tahkikat Dairesi (cinayetle alakalı araştırma dairesi)”nin hafiyeleri (casusları), her yerde hâzır ve nazırdırlar ve birazcık olsun tebarüz etmiş (öne çıkmış) herkes, bu suretle tarassut (gözlem) altındadır. Hasılı, ele geçirilmiş bu Şark memleketinde bir nevi sürekli bir örfî idare bu suretle tesis edilmiş olur.” (s.228-229)
[1] Maide Suresi, ayet nu: 51
[2] Beyan Yayınları, 10 baskı, İstanbul 1991
[3] Mehmet Âkif’in Kur’an-ı Kerim Tefsiri Mevıza ve Hutbeleri, hzl. Abdülkerim Abdülkadiroğlu-Nuran Abdülkadiroğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991
[4] Halil Halid, Bir Türkün Ruznamesi, Tercüme: Refik Bürüngüz, Klasik Yayınları, İstanbul 2008, s.211
[5] Demek ki Orhan Pamuk’un “Türkler şu kadar Ermeni bu kadar Kürt kesti” lafı kendisine ait telif bir söz değilmiş. Bu söz de batılılardan bir intihalmiş. Enteresan!