Türk Dünyası Kurultay Çalışmaları ışığında TÜRK DÜNYASINDA DİNÎ HAYAT

Sayın Başkan, Değerli Dinleyenler,   Türk Dünyası, merkezinde Türkiye bulunan ve üzerinde Türk’ün yaşadığı bütün coğrafyalar anlamına gelmektedir. Bu sözden, sadece Türk devlet ve topluluklarının yaşadığı coğrafyaları da anlamamalıyız. Bir tek Türk’ün yaşadığı yer Türk Dünyasına dâhildir. Biz, bu coğrafyada dini hayat konusundaki meseleleri ele alacağız. Dünyanın yarısından fazlasını içine alan bu geniş mekânda yaşayan […]


Paylaşın:

Sayın Başkan, Değerli Dinleyenler,

 

Türk Dünyası, merkezinde Türkiye bulunan ve üzerinde Türk’ün yaşadığı bütün coğrafyalar anlamına gelmektedir. Bu sözden, sadece Türk devlet ve topluluklarının yaşadığı coğrafyaları da anlamamalıyız. Bir tek Türk’ün yaşadığı yer Türk Dünyasına dâhildir.

Biz, bu coğrafyada dini hayat konusundaki meseleleri ele alacağız. Dünyanın yarısından fazlasını içine alan bu geniş mekânda yaşayan soydaşlarımızın çoğunun mensup olduğu İslam Dini ile İslam mezhepleri, tarikatları ve bunların farklı ve benzer taraflarını zaman içinde ve gelişen dünya şartlarına göre bir birimizi nasıl daha iyi anlayacağımızı tartışacağız.

Azerbaycan, İran, Kuzey Irak ve AB ülkelerindeki Türklerle ile ilgili hususlar, buralarda şahsen tespit ettiğimiz hususlardır. Avrupa’dan bahsetmemizi yadırgayacaklar,, Avrupa’nın  da Türk dünyası içinde yer aldığını hatırlamalıdırlar.

Bu arada bir inancımızı başlangıçta açıkça ifade etmeyi arzu ediyoruz: ister İslam ve islam dünyası ile isterse Türk ve Türk Dünyası ile ilgili bir arzumuz, idealimiz, hayalimiz ve ülkümüz varsa, onu önce; evet önce Türkiye’de gerçekleştirmeliyiz. Kendi ülkemizde, kendi insanımız içinde yeşertemediğimiz, geliştiremediğimiz, hayata geçiremediğimiz bir fikri, bir hülyayı, başka bir diyarda hayata geçirmemiz mümkün değildir.

Bunu biraz daha açmak istiyoruz: diyelim ki, serapa İslamcı duygular taşıyoruz, gönlümüzden de bir “İslam Birliği” geçiyor.

Bütün insanların Müslüman olduğu, Arab’ı, Acem’i, Türk’ü, siyahı, sarısı, beyazı; hülasa bütün insanların bir birini gerçekten kardeş saydığı;  elindeki bir lokma ekmeğini kardeşinden ayrı yemek istemediği, bir ideal İslam Birliği hayalimizse yahut tam bir Milliyetçi -Türkçü duygu ile bütün Türklerin bir arada, 250 milyonluk, aynı dili, konuşan, aynı dini, aynı mezhebi paylaşan, aynı bayrak altında, aynı marşı söyleyip, aynı duyguları yaşayan, adı TURAN olan Kızıl Elma‘yı gerçekleştirmeyi düşünüyorsak…

İnanın, bunu ilk önce kendi gönlümüzde, kendi evimizde, kendi mahallemizde, kendi şehrimizde ve kendi ülkemizde kurmadan hiç bir yerde kuramayız.

TÜRK KONSEYİTÜRK KENEŞİ

Kısa adı TUDEV olan “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı” tarafından, 1992 yılından itibaren dokuz yıl kadar düzenli olarak yapılmış “Kurultaylar” da, Merhum Alparslan Türkeş tarafından dile getirilmiş “Ortak Türk Parlamentosu”, Türk Devlet Başkanları tarafından oluşturulacak “Türk Konseyi” gibi öneriler vardı.  Resmen ve kısmen hayata geçmiş durumda olmasına rağmen, bu kuruluşa Özbekistan ve Türkmenistan henüz üye olmamışlar görünüyor.

Bu işbirliği konseyinin kurulması fikri ilk olarak 2006 yılında Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev tarafından resmen önerilmiştir.

3 Ekim 2009‘da Azerbaycan’ın Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti‘nde imzalanan Nahçıvan Anlaşması ile, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye arasında kurulmuş olan uluslararası bir teşkilattır.

(Azerbaycan Türkçesi: Türk Şurası, Kazakça: Түрік кеңесі (Keneşi), Kırgızca: Түрк кеңеш, (Keneş), İngilizce: Turkic Council) olarak ifade edilmektedir.

Kalan iki Türk devleti olan Türkmenistan ve Özbekistan henüz konseyin resmî üyesi değildir ancak, bu iki ülkenin yakın bir gelecekte üye olacağı beklenmektedir.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de bu konseyde temsil edilmesi gerekmiyor mu?

İşleyiş tarzıyla Avrupa Konseyi, İngiliz Milletler Topluluğu Commonwealth),  Arap Ligi, İslam Konferansı Örgütü veya Fransızca Konuşan Ülkeler Topluluğu (Francophonie)’na eş değer bir kurumdur.

Temelleri, 1992 yılından beri belirli aralıklarla toplanan Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi‘ne dayanan konseyin kurumsal merkezleri olan Genel Sekreterlik İstanbul’da,  Parlamenterler Asamblesi Bakü’de ve Türk Akademisi de Astana’dadır.

 

TÜRK DÜNYASINDA DİNLER

Türk dünyasının büyük bir bölümü: Azerbaycan, Doğu Türkistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, (Kreşin Tatarları hariç) Tataristan, Türkmenistan, İran, Türkiye, Balkan Türkleri, Kafkas, Kırım, (Katolik Türkmenler hariç) Kerkük, Musul ve diğer Irak Türkmenleri Müslüman’dır.

200 milyonu aşan Müslüman nüfusu barındıran; 19. Yüz yılın ikinci yarısının başına kadar Türk devletlerince idare edilmiş Hindistan’ın Türk ve Müslüman kimliğini de izninizle özellikle anmak istiyorum.

MÜSLÜMAN OLMAYAN TÜRKLER

Hıristiyan Türkler:

a)      Gagauzlar,

b)     Çuvaşlar,

c)      Hakaslar,

d)     Gorgo – Altay (Altay Kişi)lar,

e)      Saha Türkleri (Yakutlar),

f)       Dolganlar,

g)      Tofalar (Karagaslar),

h)     Katolik Türkmenler

 

2. Musevi Türkler:

a)      Karaylar (Karaimler)

b)      Kınmcaklar

 

3. Budist (Lamaist) Türkler:

a)   Tuvalar (Lamaizm – Tişbet Budizmi),

b)   Sarı Uygurlar,

 

4. Burkanizm (Ak – Din) :

Gorno–Altay Cumhuriyetinde yaşayan Altay kavimleri arasında Ak–Din’e mensup insanlar vardır. Bu din 1904 yılında Çet ÇOLPAN tarafından kurulmuştur.

Ak – Din, Budizmo – Kamlık dini gibi de adlandırılabilir[1].

Ayrıca, Animistler, Ateistler, az da olsa Babtistler ve Adventist Protestanlar da denilen Yaziçnik’leri de saymamız gerekiyor.

Hırıstiyan Türklerin toplamı bir milyondan az, Musevi Türklerin yaklaşık da olsa sayısı bilinmiyor. Budist Türklerin toplamı ise, 2,5 milyon civarındadır.

Diğer din mensuplarının da miktarları hakkında bir bilgimiz yoktur.

200 milyon veya biraz fazla Türk varlığı içinde, toplam 4-5 milyonu zor bulan diğer dinlere inanan Türkler bulunmaktadır.

Başta Türkiye olmak üzere, bütün sosyo-kültürel dünyamızda ciddi bir ateist (Tanrı tanımaz) gurubun bulunduğunu ve Türk toplumu için asıl potansiyel tehlikenin bu hiç bir disipline tabi olmayanlar olduğunu belirtmek istiyorum.

Bir mukayese imkânı olması bakımından zikretmek istiyorum ki, bu gün yaklaşık 200 milyondan biraz fazla nüfusa sahip Arap toplumunda, nüfusun  % 20 si, yaklaşık 40 milyonu aşan Hıristiyan’dır.

Türk nüfusu ise, yaklaşık %2 – %2,5 nisbetini zor bulan bir diğer dinlere mensup soydaşımız vardır.

Doğrusu, sayıları ne olursa olsun bu, Türk nüfusun dinî farklılığını ve ayrılığını ortaya koyan bir husus değil; aksine kültürel çeşitlilik ve zenginliğimiz olarak değerlendirilmelidir.

Başka bir deyişle, bu Müslümanlık dışındaki dinlere mensup soydaşlarımız, bize Müslüman olmadan önce ecdadımızın inandığı dinlerden nostaljik birer kesit, yahut hatıra olarak da sayılabilir.

Bu hatırayı da korumamızın en azından dinler tarihi bilimi araştırmalarında kullanılabişlecek bir laboratuar sayma imkânımız olarak değerlendiriyorum.

İşte tam bu noktada dikkatlerinizi Müslüman Türkler üzerine çekmek istiyorum.

 

MÜSLÜMAN TÜRKLER

Müslüman Türklerin iki ana guruba ayrıldıklarını biliyoruz:

 

Sünni Müslüman Türkler

İnanç bakımından

  1. Maturidi Mezhebine mensup olanlar,
  2. Eş’arî Mezhebine mensup olanlar

Uygulama (ameli) bakımdan:

  1. Hanefi’ler
  2. Şafii’ler

Şii Müslüman Türkler:

  1. Caferi’ler
  2. Zeydî’ler
  3. İsmailî’ler
  4. Nusayriler

İslam Hindistan’da 8. yüzyılın başlarında Arap tüccarlar aracılığıyla girdi, fakat gerçek etkinliğini 12. yüzyılda kazandı. Hindistan’ın Müslümanlaşması büyük çoğunlukla Türklerle olmuştur. İlk olarak Gaznelilerle başlayan Türk-İslam Devletleri zinciri Tuğluklular, Lodiler, Delhi Türk Sultanlığı ve son olarak Babür İmparatorluğu‘yla 1858 senesinde sona ermiştir. İngilizlerin Babür devletini ortadan kaldırmasıyla Hindistan’daki 9 asırlık Türk-İslam hükümdarlığı da sona ermiştir.

Türk sultanları içinde Gazneli Mahmut, Babür Şah, Ekber Şah en meşhur olanlarıdır. 17. asırda Hindistan’da yaşamış olan İmam Rabbani İslam’ın yayılmasında ve doğru bir şekilde yaşanmasında fazlasıyla etkili olmuştur.

Türkistanlı âlimlerin ve talebelerinin İslam’ın yayılmasında büyük katkıları olmuştur. Bunlardan en çok akla gelenleri Hoca Ahmed Yesevi, Muhammed Bahaüddin Nakş-ı Bend ve Abdülkadir Geylani‘dir.

Sormak istiyorum:

Türkiye Türkleri Hindistan’daki Türkler ve Müslümanlarla ne kadar ilgilidir?

İnanç, inanan insanın problemidir. Şiiliğin iç meseleleri, bizden çok Şii insanları ilgilendirmelidir. Bize lazım olan, bu insanların Müslüman olmalarıdır.

Dinimizde de, “Allah birdir; O’ndan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” diyen, yani “Kelime-i Tevhid”i okuyan herkes Müslüman’dır.

Memnuniyetle ifade etmeliyim ki, İslam mezhepleri arasında Kelime-i Tevhid’le başlayan ve Kur’an-ı Kerim metniyle tamamlanan İslam’da ihtilaf yoktur.

İhtilafımız varsa bunlar ikincil, üçüncül meselelerdir.

Dinin inancında ve ana kitabında ihtilafımız olmadığını; dünyanın neresinde olursa olsun, Kur’an metinlerinin aynı olması bütün Müslümanlar için yeterlidir.

İnsanların sevabını veya yaptıklarını ölçen kantar ben miyim ki, benim inandığım mezhebin dışında kalan mezheplerin düşmanı olayım?

Bu yaklaşımı, sadece İslam mezhepleri için değil, bütün dinler ve inançlar için kabul etmemiz gerekiyor.

 

Şİİ – SÜNNİ ÇATIŞMASI MI HAZIRLANIYOR?

İslam dünyasında en önemli tehdit gibi sunulmaya çalışılan Şii – Sünni çatışmaları ve bu çatışmaların bölgeye yayılması olarak takdim edilmektedir.

Bu çatışmaları kim istiyor?

Hemen herkes bilmelidir ki, ne Şiiler, ne de Sünniler böyle bir çatışmayı asla istememektedirler.

Buna herkes inanmalıdır.

Siyasetçi ve/ya medyatik aydınlar bu yetmeyecek mi gibi, bu çatışma senaryolarına bir de “ALEVİ – SÜNNİ ÇATIŞMASIeklemiyorlar mı?

1300’lü yıllardan kaldırıldığı 1826 yılına kadar Osmanlı’yı zaferden zafere koşturan Yeniçeri Ocağının da bağlı olduğu Hacı Bektaş Veli ve ona bağlı olan, “Bizim Kızılbaşları, Alevileri, Bektaşileri,” kim bizim birlik ve bütünlüğümüzden ayırıp, bizi bir birimize düşürmek istiyor?

Türk ve İslam coğrafyalarında gözü ve menfaatleri olan küresel güçler, Sivas, çorum, Maraş’ta denediklerini tekrar denemek istiyor olabilirler.

Ama inancımızda, Kutlu Peygamberimizin bir sözünü hatırlıyoruz:

– Müslüman bir delikten iki kere ısırılmaz, uyanık olur”.

Türküm ve Müslümanım diyenlerin özellikle uyanık olmaları lazımdır.

Özellikle Şii-Sünni meselesinde, yakın geçmişte son derece müspet bir hatıramız bulunuyor:

1990      Şubatında ABD gezisindeki Merhum Turgut Özal’a; Azerbaycan’da başlayan bağımsızlık hareketleri sorularak, “Azerbaycanlıların arkasında siz mi varsınız?”, gibi bir soru sorulduğunda, Özal’ın:

– Onlar Şii, biz Sünni’yiz, onlar İran’a daha yakın, şeklindeki cevabı üzerine, Türkiye, Azerbaycan başta olmak üzere (AB ülkeleri dahil) pek çok ülkede yapılan protesto gösterilerinde ortaya çıkan sloganı hiç unutmadan hatırlamalıyız:

“- Ne Şiiyiz, ne Sünni. Müslümanız Müslüman!”

Bu söz, bu doğru anlayış her Müslüman’ın aklında bulunduğu sürece hiçbir güç bir çatışma çıkarmaya muvaffak olamayacaktır.

TÜRK DÜNYASINDA KAVRAMSAL ÇERÇEVE İHTİYACI

Hangi dine mensup olursak olalım, Türkler olarak, aramızda belki bir standart,  belki bir ortak zemin oluşturabilmek açısından müşterek kabullerimiz de olmalıdır.

Buna bir kavramsal çerçeve demekte mümkündür.

Eğer aramızda müşterek bir kavramsal çerçeve oluşturabilirsek, hem aynı dine inanan dindarlar arasında, hem de diğer dinlere inananlarla aramızda ortak bir din anlayışı, ortak bir kavrayış gelişebilir.

Böyle bir ortaklık egoizmi, fanatizmi, tutuculuğu kaldırmasa bile ciddi anlamda azaltabilir.

Bize göre,  Türkiye’de İslamın anlaşılması ve Müslümanlık hakkındaki kavramsal çerçeveyi belirtmediğimiz için ciddi din tartışmaları yaşıyoruz. Böyle bir kavramsal çerçeve bizim iç tartışmalarımız bakımından da bir huzur ve sükûn kaynağı olabilir.

Böyle bir çerçeve çizilmesi, belki de, tartışmalardan, ihtilaflardan menfaat sağlayanları mutsuz edebilir, onlar bu işten rahatsızlık da duyabilir. Ama inanın, hiç olmazsa, ramazandan ramazana patlayan ve mütedeyyin Müslümanı da rahatsız eden tartışmalar ortadan kalkabilir. Onun yerini dini bilgiler ve irşat; aydınlatma ve aydınlanma işleri artabilir.

Bu gün müşterek anlayış olmadığı için, hangi din, nasıl din, ne kadar din, ne biçim din gibi sorular zihinleri bulandırmaktadır.

Bizim bu tebliğle takdime çalıştığımız kavramsal çerçeve,  yukarıdaki sorulara da cevap oalacaktır.

Meselenin bu noktasından geçmişe bakıldığında, mesela 1918 yılında kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti’nde bu meselenin çok ciddi anlamda çözüldüğünü ve sağlıklı bir kavramsal çerçeveye oturtulduğunu görüyoruz.

Bu çözüm ve kavramsal çerçeve –belki de geçmiş Sovyet kültürü ve tesiri ile- yeteri kadar bilinmemekte ve hatırlanmamaktadır.

Şii / Caferi bir din adamı (Ahund)nın oğlu olan Mehmet Emin Resulzade ve arkadaşları, o tarihte pek çok şeyi tartışmış olmalıdırki, aldıkları kararlar ve koydukları esaslar hala bize ışık tutacak niteliktedir.

Özellikle din, milliyetçilik, din – devlet ilişkisi konularındaki en güzel örnek de kurdukları Azerbaycan Cumhuriyetidir:

  1. Azerbaycan Cumhuriyeti, dünyada,  “dünyevi devlet” (laik) olarak kurulmuş ilk İslam Devletidir.
  2. Azerbaycan Cumhuriyeti, din olarak İslamın kavramsal çerçevesini oluşturmuş ve bunu bayrağına işlemiş ilk İslam Devletidir.

Rahmetli Elçibey’den dinlemiştim:

Üç renkli Azerbaycan bayrağına yukarıdan aşağı bakıldığında bu husus açıkça görülür.

Üstte mavi renk Türklüğü,

Ortada kırmızı renk muasırlığı (çağdaşlığı)

Alt kısımdaki yeşil renk ise İslamı ifade eden bayrakta, İslam’ın alameti olan hilal ile Türklüğün alameti olarak kabul edilen yıldız çağdaşlığı temsil eden kırmızı rengin üzerindedir.

Bu bilgilerle bayrak yukardan aşağı okunursa, Azerbaycan Türkçesi ile “Türklük ve muasırlıkla razılaşmış İslam” şeklinde okunur. Türkiye Türkçesiyle Türklük ve çağdaşlıkla barışık İslam’dır.

İşte bu ifade, 1918’de Azerbaycan’da ortaya konulmuş ve kabul edilmiş İslamın kavramsal çerçevesidir.

Bu kavramsal çerçevedeki “İslam” kelimesini çıkartıp, yerine “din” kelimesini koyarsak, dinin kavramsal çerçevesini ortaya koymuş oluruz:

Türklük ve çağdaşlıkla barışık din ”.

Böylelikle aramızda son derece sağlıklı, son derece doğru bir kavramsal çerçeve oluşturmuş olabiliriz.

Buna gerçekten ihtiyacımız var!

Bu güne kadar Türk Kurultaylarında, din konusunun fazlaca yer almamış olmasında veya din, kültür kavramı içinde yer alan en önemli unsurlardan biri olduğu halde, bu önemde yer almamış olmasında böyle bir çerçevenin olmamasının tesiri etkili olduğunu düşünüyorum.

Böyle temel bir müşterek anlayışımız ve kavramsal çerçevemiz olmadığı için, din gibi kutsal ve hassas bir konuda pek çok insanı kırabileceğimiz endişesini herkesin yaşamış olduğu için dinle ilgili konulara fazlaca yer verilmemiş olabileceğini de düşünüyorum.

Nitekim İzmir’de yapılan Türk Kurultayı’nda, Hakasya Eğitim Bakan Yardımcısı Hanım’ın:

“ – Çocuklarımızı Türkiye’ye eğitim için gönderdikten sonra, Hakasya’da başlayan, (Türkler Müslüman, biz Hıristiyan’ız, ya çocuklarımızı zorla Müslüman ederlerse?.. Onlar ülkeye döndüklerinde ne olur, ne yaparız?) şeklinde tartışmalar yapıldığından bahsetmiş ve kurultayın bu konulardaki açık, seçik net tavrını gördükten sonra rahatladığını ve yine öğrenciler göndereceklerini anlatışı hâlâ kulaklarımızdadır.

Böyle müşterek kavramsal bir çerçeve yüreklerdeki bu tür pasları siler. Hepimizi rahatlatır, endişeleri giderir. Aramızda misyonerlik türü faaliyetleri ve din tebliğini durdurabilir.

Aynı dine mensup olanlar arasında da mezhep ve tarikat farklılıklarından doğan tartışmaları azaltabilir, tartışmaları asgariye indirebilir.

Yukarıda arz ettiğim kavramsal çerçevenin ortak tanım ve ortak kavramsal çerçeve olarak kabul edilmesi ve kültürel dünyamızda duyurulup tanıtılması ve hayat bulması dileğimdir.

TÜRK DÜNYASI DİN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ VE DİN EĞİTİMİ MESELESİ

Türk Kurultaylarında, sosyo – kültürel dünyamızdaki dinlerin farklılığına ve bu bir birinden farklı dinler üzerinde dünya Türklüğünü aydınlatmak amacıyla araştırmalar yapılmasının önemine zaman zaman işaret edilmiştir.       “TÜRK DÜNYASI DİN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ” kurulması ve dinler arası rekabet yerine bir sevgi ortamının oluşması için öneriler ve kararlar alınmış[2] olmasına rağmen böyle bir kuruluşun hayata geçirildiğinden bahsedildiğini de duyamıyoruz.

İlk defa 1993 yılında Bakü devlet Üniversitesi’nde açılan İlahiyat Fakültesi[3] örnek alınarak Türk Cumhuriyetleri’nin çoğunda ve muhtar Cumhuriyetlerin de bir kısmında açılmış İlahiyat mezunlar vermiş, mezunlarından yüksek lisans ve doktoralarını tamamlayarak, kendi fakültelerine dönüp öğretim üyesi olarak görev yapanlar da vardır.

Ne yazıktır ki, ilk ilahiyat fakültesinin açıldığı Azerbaycan başta olmak üzere bu fakülte mezunlarına, ilahiyat fakültesini açan ülkelerde bu mezunlara, kamuda, özellikle eğitimde iş verilmediği gibi, ne hikmeti varsa, hala Türkiye’den birilerinin arkadaşları da buralara “Hoca” olarak gönderilmeye devam etmektedir.

1995 yılının ikinci yarısında, yine ilk defa Azerbaycan’da, Cumhurbaşkanı tarafından “dinin devlet mektebinde okutulması” yolundaki ferman kurultaylarda takdir ve övgüyle karşılanmıştı.[4]

Üzülerek ve sıkılarak söylemelim ki, Türk Cumhuriyetlerinde din derslerinin okullarda başlamamış olması, kökü ülke dışında olan Hıristiyanlıktan, Bahailik ve Vehhabiliğe uzanan din tebliğcilerine imkân ve fırsatlar verilmeye devam edilmektedir.

Maalesef, ülkemizde de din ve din dersleri konusunda bir takım olumsuzluklarla karşı karşıyayız. Türkiyedeki benzer olumsuzlukların Türk devlet ve topluluklarına yansıdığını da biliyor ve bundan üzüntü duyuyoruz.

Anayasamızda zorunlu ders olarak anlatılan din dersleri – belki kaldırılamadığı için– muhtevası değiştirilerek üç semavi dinin eşit olarak okutulacağı bir dinler tarihi dersine dönüştürülmekte olduğuna dair haberler, doğruysa, böyle bir düşünce varsa, bundan vaz geçilmelidir.

Benzer çalışmalarla birlikte, İslam dini hakkındaki eğitim, öğretim, irşat ve diğer hizmetlerdeki olumsuzluklar sebebiyle, ateizmin sosyal barış ve kamu düzenini sarsacak biçimde bir gelişme gösterdiği ve potansiyel bir tehlike halini aldığı açık seçik görülmektedir.

Bu tehlike karşısında, Hıristiyan din adamları ve kiliselerin harekete geçerek, “ateizme karşı müşterek bir çaba harcamak üzere, dinler arası dayanışma yerine, misyonerlik faaliyetlerini artırdıklarını da biliyoruz.

1994 yılında Antalya’da düzenlenen Kurultayda; Sovyetler Birliği döneminden kalma kurumların ve anlayışların tesiri ile Türk devlet ve topluluklarında “din ve tahsil” (eğitim) ayrıdır” denilerek, din eğitim ve öğretiminin dinî icma (cemiyet / cemaat)lara bırakılmasının din ve mezhep kavgalarını çıkartabileceği uyarısı ile eğitim birliği “tevhid-i tedrisat” benzeri uygulamalara ihtiyaç olduğu ve dinin devlet mektebinde okutulması şeklindeki Kurultay tavsiyelerinin önemi bugün daha iyi anlaşılmaktadır[5].

Din devlet okullarında, önerdiğimiz bir kavramsal çerçeve içinde okutulacak olursa, Taliban benzeri, yüzümüzü kızartan fanatik din anlayışları doğabilir mi?

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen “Avrasya İslam Şurası” çalışmaları gösteriyor ki, Vehhabiliğin Türk kültür dünyasında meydana getirdiği problemler yanında Şii – Sünni farklılığı, Şii- Sünni ihtilafı haline gelmektedir[6].

İlk Türk Kurultayı’ndan itibaren hemen hemen her kurultayda görüşülen, komisyon raporlarına ve kurultay kararlarına:

Din eğitim ve öğretimi bütün Türk devlet ve toplulukları ilk ve orta öğretim kurumlarında, devlet tarafından ciddiyetle yapılmalıdır” kararlarının hemen devamında: “Türk dünyasına yönelik misyonerlik faaliyetlerine karşı hassas olunmalı ve ortak din kültürü ve ahlak bilgisi hazırlanmalıdır” hükmü yer almıştır[7].

Kurultay’da Prof. Dr. Yahya Akyüz’ün dikkat çektiği ve yakındığı bir husus vardı:

Tika, Diyanet ve daha birçok kurum mensupları Türk devlet ve topluluklarına gidiyor, geliyorlar. Birçok kararlar alıyorlar, toplanıyorlar. Türk Kurultayı’nın bunlardan ve bunların da Türk Kurultay ve Kararlarından haberi olmuyor[8], kendi bildiklerini doğru kabul ederek okuyorlar.

Mesela Diyanet, genel din ve din sorunları ile ilgilenmiyor. Sadece “İslam Şûrası” düzenliyor. Türk Kurultaylarına iki kurultay hariç, uzman ve şube müdürü seviyesinde bile katılmamış.

Hıristiyan Patrikleri ve Hahambaşı ile yapılan diyalog ve hoşgörü toplantıları ise, ilmi olmaktan çok, siyasi toplantılar olarak keyifle yapılmaktadır..

Kurultay kararlarında yer almış olan, Türk devlet ve topluluklarının din adamlarının zaman zaman, Türkiye’ye getirilerek, birlikte birer aylık kurslara tabi tutulması önerisi[9] tam olarak gerçekleştirilememiştir.

3. Kurultay rapor ve kararlarında yer alan:

  1. Din kitabımız Kur’an’ın orijinalinden okunması,
  2. Dinle ilgili bilgilerin uygulanabilir şekilde öğretilmesi[10], Türkiye dâhil bütün Türk devlet ve topluluklarında problem olmaya devam etmektedir.

Ne yazıktır ki, “meal okuma” gurupları oluşturan bazı üniversite öğretim üyeleri bunu din ve din kültürü öğretimi veya eğitimi zannederek bunu yapmaktadırlar ki mealden din öğrenme imkânı yoktur.

Ayrıca, Türkiye’de, Caferi Türklerin din eğitim ve öğretim problemleri eskiden olduğu şekilde problem olmaya devam etmektedir[11].

Doğu Türkistan ve Orta Asya ülkelerinde, “pantürkist” suçlamaları yanında, “panislamist” suçlamaları hâlâ devam etmekte; özellikle İslam ve Panislam kelimelerinin bilinmediği, eğitim ve öğretiminin olmadığı bu yerlerde bu işlerin sadece bir suçlama olarak ortaya atıldığı kanaati her zaman paylaşılmaktadır[12].

6 ve 7. kurultayların komisyon raporları ve Kurultay Kararlarına da geçmiş olan önerilerimizden:

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde, özellikle Ortodoks Hıristiyanlık eğitim ve öğretimi yapacak bölüm YÖK kararı ile “Diğer Dinler Bölümü” adıyla 1999 yılında resmen açılmış, 2005 yılına kadar öğrenci alınması yolunda hiçbir faaliyet yapılmadığı için bölüm 2005 yılında kapatılmıştır.

Bu fakülteye Türk Dünyası ve Balkan ülkeleri dâhil, pek çok yerden öğrenci almak yerine öğrencisizlikten bölümü kapatanların, “Demokratik Açılım” diye patrikhaneye bağlı okul veya üniversite açma girişimini huzurunuzda kınıyorum.

Aynı kurultay kararlarında zikredilen ülkemiz vatandaşı olan Caferilerle birlikte, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye Türkleri yanında, Afganistan’daki Hazara’ların da Türk kültür dairesine sevgi ve bağlılıklarını artıracağından emin olduğumuz, Caferiliğin İlahiyat fakültelerinden birinde ve mümkünse, A. Ü. İlahiyat Fakültesinde bölüm açılarak okutulması teklifimiz[13] henüz uygulama imkânı bulmamıştır.

 

İSLAM STRATEJİSİ UYGULAMALARI

Küreselleşme ve yeniden dünyanın paylaşıldığı ve adına “yenidünya düzeni” adı verilen emperyalist saldırılar, uygulanan ve adına “İslam Stratejisi” denilen çalışma ile Türk ve İslam dünyasını stratejik hedef seçtiği hatırlanmalıdır. Çatışmaların, iç karışıklıkların yaşandığı bölgelerin eski hinterlandımız olması da bunu gösteriyor.

İçinde yaşadığımız bu dönemde; sosyal, kültürel, tarihi, dinî ve milli özelliklerinizi muhafaza ederek gelişmek, güçlenmek ve yükselebilmek için her şeyden önce kendimize güvenmeye ve yüksek bir morale ihtiyacımız vardır.

Avusturya’dan Japonya’ya kadar pek çok ülke kalkınmasını, güçlenmesini, birlik ve beraberliğini bu değerlere dayanarak ve onlardan aldıkları yüksek moralle gerçekleştirmişlerdir.

Hatta II. Dünya Savaşı’nda, Alman orduları karşısında mağlup duruma düşen Sovyetler Birliğinin, daha önce yasakladığı Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinine ait mabetlerin açılmasına izin vererek, yeni açılmış mâbetlerde yapılan dualarla elde ettiği yüksek moralle, II. Dünya Savaşını zaferle bitirenler arasında yer aldığını hepimiz biliyoruz.

Türk devlet ve topluluklarının öncelikle kültürel, sosoyal ve nihayet siyasal entegrasyon, birlik ve beraberlik içinde kalkınabilmesi ve Türk Kimliği’ni koruyabilmesi için her şeyden önce, kendine güvene/ güvenmeye ve yüksek bir morale ihtiyacının olduğunda kuşku yoktur.

Din bu konuda bir manivela gibi hizmet görerek, yüksek moral ve çalışma gücü sağlayabilir. Dünyanın istifade ettiği bu gücü bir kenara koyarak kalkınmayı, güçlenmeyi,  birlik ve beraberliği sağlamak belki mümkündür, ama bunun örneği insanlık tarihinde yok denecek kadar azdır.

“Her Sovyet vatandaşının ateist olma hakkı ve dinle mücadele görevi vardır” hükmüne yer vermiş Sovyetler dağılmıştır. Bu unutulmamalıdır.

Öyle ise, bu gücü ve yüksek kalkınma moralini yakalamak adına da olsa, dinle ilgili aşağıdaki hususlar, Türk devlet ve topluluklarında yerine getirilmelidir.

Bu öneriler, aynı zamanda, bütün İslam âleminin esaret altında olduğu bir dönemde hür ve müstakil Türkiye Cumhuriyetini kuran merhum Atatürk’ün de nutuk ve düşüncelerinde de yer almış hususlardır:

  1. 1918 yılında kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi, Türk devlet ve topluluklarınca, dinin kavramsal çerçevesinin; Türklük ve çağdaşlıkla barışık din şeklinde tanımlanmalıdır. Bu, kavramsal çerçeve kabul edilmesinden sonra özelde ise, din kelimesi yerine her Türk topluluğu kendi dininin adını koyarak, mesela: Türklük ve çağdaşlıkla barışık İslam gibi bir kavramsal çerçevenin kabulü ve yaygınlaşması için gerekli çalışmalar yapılmalıdır.
  2. Türkiye örneğinde olduğu gibi, Türk devlet ve topluluklarında eğitim birliği sağlanmalı; din eğitim ve öğretimi cemaatlere ve dini icmalara, tarikatlara bırakılmamalı, din devlet okullarında, devletin öğretmenlerince, belirtilen kavramsal çerçeveye uygun olarak okutulup, öğretilmelidir.
  3. Din kitaplarının (özellikle Kuran-ı Kerim) orjinalinden okutulması da aynı şekilde, devlet okullarında seçmeli (isteyenlere)  ders olarak okutulmalı,
  4. Türk Dünyası Din Bilimleri Enstitüsü adıyla, Türk Konseyine bağlı, Türklerin mensup oldukları dinler ve kültürler hakkında ilmi inceleme, araştırma ve yayınlar yapacak “TÜRK DÜNYASI DİN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ” kurulması kurulmalıdır.
  5. Türk devlet ve toplulukları din kurumları, eski Sovyet sisteminden kalma, “Hükümet nezdinde din idaresi”ne bağımlı olmaktan ve Türkiye örneğindeki gibi, siyasi bir kişi olan ”Bakan”a veya “başbakan’a bağlı olmaktan sür’atle kurtarılmalıdır,

Bunların yerine,

  1. Genel idare içinde kamu tüzel kişiliğine sahip “Yüksek Din Kurumu”na bağlı din- diyanet” idareleri olmalıdır. Yani siyasete bağlı ve onunla siyaset yapan din kurumu olmaktan çıkarılarak bağımsız YÜKSEK DİN KURUMU ‘nca yönetilip denetlenebilen din kuruluşları haline getirilmelidir.
  2. Türkiye’de uluslararası antlaşmalarla azınlık ve cemaat haklarına sahip oldukları için Hıristiyan ve Museviler, bu antlaşmalarla kurulmuş teşkilatlara sahiptir.
  3. Bu sebeple Türkiye’de Yüksek Din Kurumu’na sadece Diyanet İşleri bağlı olacak ve laikliğin de gereği olarak, siyaset ve ticaretten bağımsız bir kuruma dönüştürülecektir.
  4. Diğer Türk devlet ve topluluklarında Müslüman olayanlar da eşit haklara sahip olduğundan,  müstakil her din gurubunun toplam nüfustaki oranına uygun olarak seçeceği üyelerle temsil edilecek şekilde bir Yüksek Din Kurumu oluşturmaları uygun olacağını düşünüyoruz.
  5. Genellikle bütün dinlerce hoş görülen veya kutsal kabul edilen 12 rakamı, Yüksek Din Kurumu üyelerinin toplam sayısını oluşturmalı; bu kuruma üye seçilebilmek için 40 yaşını doldurmuş, asgari doktora yapmış olma şartı aranması talebimizdir.
  6. Yüksek Din Kurumu ve bağlı din teşkilatlarının siyaset ve ticaretle ilişkilerinin olmaması yanında, uluslararası ilişkilerle de ilgisi kesilmeli, bu ilişkiler Yüksek Din Kurumu tarafından yapılmalıdır.
  7. Din hizmetlerinde, mabetlerde hizmet edecek personel için asgari eğitim ilahiyat fakültesi şartına bağlanmalı; geçmiş yüz yıllarda kalmış olan, özel kurs veya icazet sisteminden vaz geçilmelidir.,
  8. Okullardaki mecburi ve seçmeli din dersleri ilahiyat fakültesi mezunları tarafından okutulmalıdır.
  9. Türk dünyasındaki Hıristiyan guruplarla birlikte, Türkiye’deki Hıristiyan vatandaşların din adamı ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğrencisizlikten kapanan  “Diğer Dinler Bölümü”nün adı açıkça ”Ortodoksluk” veya “Hıristiyanlık Bölümü”  adı ile acilen burslu öğrenci alımı ile açılmalıdır.  ,
  10. Türk sosyo – kültürel dünyasının en önemli meselelerinden olan, Şii – Sünni ihtilafını azaltacak olan Türk Caferi din adamlarının eğitim ve öğretimlerini sağlamak üzere, mümkünse, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde “Caferi Bölümü” âcilen açılmalı ve kontenjanla burslu öğrenci almalıdır.
  11. Türk dünyasının sosyo – kültürel yapısını değiştirmeye ve tahribe yönelik misyonerlik faaliyetleri ile Bahailik ve Vehhabilik tebliğ, propoganda ve yayılmacılığının önünün alınması için Türk devlet ve topluluklarınca müşterek ve ayrı ayrı, ama mutlaka işbirliği ile tedbirler alınması ve müştereken kamuoyu oluşturulması,

Gerektiği hususunu takdirlerinize saygı ile arzederim.

 


[1] Fazla Bilgi için: Harun Güngör,  7. Türk Kurultayı 145 – 147, 1999 Denizli

[2] 7.Türk Kurultayı 147,1999 Denizli

[3] Kurultay Tutanakları 185, 1994 Ankara

[4] 4.TDTDK ve ibirliği Kurultayı 140,145 1997 Ankara; 6.TDTDK ve işbirliği Kurultayı 144 1999 Ankara

[5] Kurultay Tutanakları 185, 1994 Ankara

[6] I. Avrasya İslam Şurası, 127 – 144, 1996 Ankara

[7] Örnek olarak bakınız: 4. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı 134,  1997 Ankara

[8] a.g.e. 137

[9] a.g.e. 140

[10] 6.TDTDK ve işbirliği Kurultayı 143, 1999 Ankara

[11] a.g.e. 144

[12] a.g.e. 246

[13] 7. Türk Kurultayı 299, 657,658, 1999 Ankara

Yazar

Abdülkadir Sezgin

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar