10 Kasım… Kara bahtım… Yasım

Canınız ister saygı duymak istesin, ister saygı duymak istemesin Atatürk ve silah arkadaşlarına bir minnet borcunuz var. Türk’e ölümü değil yaşamayı bahşetmek için diyar diyar, cephe cephe gezen kahramanlara minnet, Türkiye’yi yaşanabilir bir ülke kılmakla ödenir.


Paylaşın:

Bir milletin kara bahtım, ebedî yasım dediği gün…
Bir fâninin bedeni ölürken, adının, ruhunun ölümsüzleştiği gün.
Bir fâni ki ebediyete irtihal edişinin her yıl dönümünde, hatırlayanı ve dua edeninin katlanarak arttığı ender şahsiyet.
İnsanoğlu kendisini hatırlayan ve yâd eden son kişi de öldüğü zaman gerçekten ölür diye büyüyen anlayıştaki bir milletin evlatlarında, bırakın Atatürk’ü hatırlayanın azalmasını, seveni her yıl daha da artıyor.

Tabiî ki bu sevginin olduğu yerde; Türk milletine kendi gücü ve kudretini yeniden hatırlattığı ve emperyalizmin emellerine geçit vermediği için, içimizde Atatürk’e düşmanlık edenlerin sayısı da artıyor. Üstelik bu kişilerin bir kısmı, her gün öfke kustukları Atatürk’ün, devrimleri sayesinde, onun kurduğu devletin kadrolarında yer alan isimlerden de olabiliyor.

Türk’ün, Batı (emperyalizm) karşısında iki yüz yıl süren ve makûs talihi hâline gelen, geri çekilme ve yenilgisini durduran Mustafa Kemal’e yapılan saygısızlık ve hakaretler içimizi acıtsa da tarih hakikattir. O hakikat Prof. Justin McCarthy’in ifadesiyle “Atatürk sadece ülkeyi kurtarmamıştır. Aynı zamanda ulusun, açık anlatımıyla Anadolu’daki Türk varlığının yok olmasını da engellemiştir. (…) Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan’da olurdu ama Trakya ve Anadolu’da kalmazdı. 100 yılda tüm büyük civar coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası’ndan sürülmeleri ne kadar sürerdi sanıyorsunuz? (…) Ne Türk ne Türkiye kalırdı. Atatürk sadece Türkiye’yi kurtarmadı aynı zamanda Türk neslini de kurtardı.” ve bir güneş gibi yolumuzu aydınlatıyor.

Türk’ün Balkanlardan, Ortadoğu’dan sürülmesindeki ve Anadolu’dan da sürülmek istenmesindeki ana sebep kimliğidir. Siz bu kimliğin yerine istediğiniz kadar ümmet kavramını koymaya çalışın. Müslümanlık ile bu bağı kuracağınızı düşünüp Türklüğü yok sayın. Siz yok saysanız da karşınızdaki sizin bile Türk olduğunuzu unutmuyor. Bugün hâlâ Türk kimliğinize beslenen husumet aslâ yan yana gelmez dediklerinizi dahi yan yana getiriyor. Bugünü ve geleceği şekillendirecek politikalarda Türk kimliğiniz hiç akıldan çıkarılmıyor. Çıkartan, bir tek sizsiniz. Esaslı bir şamar yiyince Türklüğü yeniden hatırlıyor, işler azıcık yoluna girince yine herkesten önce Türklüğe savaş açıyorsunuz. Yapmayın!.. Altında kalırsınız, altında kalırız…

Din istismarı ve Atatürk düşmanlığı…

Atatürk, çoğu yobazın iddia ettiği gibi din düşmanı falan da değil. Diyanet İşlerini kurarak halkın ibadetlerini doğru öğrenmesi ve daha da rahat yapabilmesinin yolunu açmıştır. Kur’an’ın halk tarafından anlaşılabilmesi için Türkçe tercümesinin ve tefsirinin yapılması talimatını vermiştir. Dinin şahsi menfaat ve çıkarlar uğruna kullanılarak halk istismar edilip, mağdur edilmesin diye, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmıştır. Falih Rıfkı Atay’ın Atatürk Ne İdi? kitabında bugün dinin istismar edilmesi üzerine yaptığımız onca tartışmaya dair ilginç tespitleri vardır. Bu tespitler 1940’ların sonunda, Atatürk’ün onuncu ölüm yıl dönümünden sonra yaşananları ifade etmektedir:
“(…) Pek geri kalmış bir toplumu hızla ilerletmek dersini Atatürk’ten aldık demişti.
Biz Atatürk’ü yıktık. Dini “yüzde yüz cehalet”in eline verdik. İki üç uyanık hoca çıkarsa onları da bu “yüzde yüz cehalet” yobazlığı, gâvur diye kovmaktadır. Halk çocuklarının en büyük kısmı Ebced’cilerin pençesindedir. Kur’an bile henüz Türkçe okutulmakta değildir. Yıllar önce Türkiye’ye gelen Filistin müftüsü bir cevap vererek:
‘Kur’an, Tanrı’nın buyurdukları anlaşılıp öğrenilmek için indirilmiştir. Kur’an’ı anlamayarak okumanın ne faydası var?’ demişti. Gazeteler de yayımlamıştı. Büyük imamların da fetvası bu yoldaydı. Ezanın Arapça mı Türkçe mi okunacağı sorusuna aynı müftü:
-Siz birbirinizi hangi dilde çağırırsınız? demişti.
Fakat biz bir yobaz, dünya yuvarlak ha… diye çıkışsa oy kaybederiz korkusu ile, ‘estağfurullah’ diyecek hâle geldik. Teslim olduk. Dini, Müslümanlığın hiçbir devrinde olmadığı kadar, karanlığa düşürdük. Çünkü; dini, politika, yılda kırk elli bin ödenek karşılığında ‘yüzde yüz cehalet’e satmıştır.”

Bu satırlar bizi yetmiş yılda, Türkiye’nin yaşadıkları konusunda, bir arpa boyu yol alamadığımız gerçeğiyle yüzleşiyor. Merhum Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de Atatürk’ün Türkçe tefsir için koyduğu şartlar kendisine hatırlatılınca “Hiç kimse, Atatürk’ün Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptırdığı tefsiri aşamadı. Böyle bir adamı din düşmanı olarak tanıtıyorlar.” demişti.

Son iki yılda dinin siyasîleştirilmesi adına bolca fiilî uygulamalara şahitlik ettik. Din ve devlet işleri artık kasıtlı olarak birbirine karıştırılıyor. Atatürk bu tartışmalarda üstü örtülü olarak hedef hâline getiriliyor, Atatürk’ün iki kez kurtardığı İstanbul’da, Allah’ın evi kabul ettiğimiz caminin minberinden kendisine lanetler ediliyor. Tabiî ki bu lanetin Ayasofya Camisi’nin ibadete açıldığı gün olmasının da ayrı bir anlamı var. Hafıza tazelemek isteyenler Hakan Paksoy’un yazısını buradan okuyabilir. Bu lanete sebep olan olayın bizce asıl sebebini, yine Falih Rıfkı’nın anlattığı bir olayda buluyoruz.
“Asırlardan beri Batı dünyası ile Türklük dünyası arasında bir uzaklaşma, soğuklaşma sembolü olduğu için, büyük tarih ve sanat değerini düşünerek, Ayasofya’yı müze yapmıştır. Kariye gibi… Yanındaydık. O yapmıştır. Hükumet değil! Aslâ Yunanı düşünerek yapmamıştır. Sofya’da bir cami müzedir. Yugoslavya’da Müslümansız yerlerdeki camiler turistlere müze olarak gezdirilmektedir.
-Bre Atatürk düşmanları, İstanbul’un alınış günününde onun iki defa kurtarıcısından ne istersiniz? Atatürk düşmanı Türk düşmanı demektir. Siz kimin ve neyin dostusunuz?
-İstanbul’u alana ne kötülük etti Atatürk? Onun tahtından indirdiği adam, ki adı Mehmet Vahdeddin’dir, İstanbul’u Sevr’de düşmanlarımıza teslim etti idi. İstanbul’u alan da Mehmet, veren de Mehmet. Kurtaran, üstelik iki defa kurtaran Mustafa Kemal!”

Atatürk’e karşı her türlü hakaret, aşağılama mübah görülürken, bazı kişileri eleştirmek bile mümkün değil. İnsanların kendi rahatına ve hakaret edebilmelerine gelince, özgürlüğü sonuna kadar savunup, en ufak bir eleştiriye tahammülleri olmayışını anlamak mümkün değil. Atatürk, birilerinin birini ilân ettiği gibi Türk milleti tarafından peygamber vasfında ve şeklinde asla değerlendirilmedi. Bu ülkenin kurtuluşu için tüm milletin birlik ve beraberlik içinde, millî duygularda buluşabilmesine, Türk’ün neredeyse iki asırdır yaşadığı yenilgi ve toprak kayıplarını durdurmaya önderlik ettiği için değerlidir.

Türk milleti için yaşam ve ölüm çizgisinde, artık ölümü değil yaşamı kaderi hâline getiren, her millî ve ulusal günde Atatürk’ün adının anılmaktan imtina edilmek istenmesinin de elbette idrakindeyiz.

Bizim genç kuşak da ‘fetih’ bir din sözüdür sanıp İstanbul’un bilmem kaçıncı ‘alınış yılı’ demeyi günah sayarak, onun yerine ‘‘açmak’ sözünün düpedüz Arapçasını geçirmişler. İstanbul’u ‘baba’ya ‘peder’ dediğimiz Osmanlıca devrinde ‘fethetmiştik’ ama, ‘Teyyare’ye ‘uçak’ dediğimiz Türklük devrinde ‘aldık!.. Nitekim eski Türklüğümüz henüz Osmanlılığa soysuzlaşmadığı çağda ‘açmıştık’! Din adamı yetiştiren okullarda Türkiye’nin kurtuluş tarihi okutulmamakta mıdır? Tarih adına ne okutulmaktadır?”

Tarih tüm hakikati ile ortada iken diziler ve fesli müptezeller aracılığıyla tarihi yeniden yazmak isteyenler için de ne ibret verici bir tespit. Türklük devri… Bunun idrakinde olan 21. yüzyılın büyük Türkçülerinden Turan Yazgan ne de güzel ifade etmiş;
Dünyada zulüm gören bütün Türklerin iki devleti vardır. Bir tâbi oldukları devlet bir de darda kaldıklarında gelebilecekleri Türkiye. Onlar için anavatanları kadar bir abi, bir baba yerine koydukları atavatan,Türkiye de yurttur. Bizim Türkiye olarak ise zorda kaldığımızda gidebileceğimiz bir ikinci vatan yoktur. Sadece yanımızda bulacağımız kardeşlerimiz vardır.”
Canınız ister saygı duymak istesin, ister saygı duymak istemesin Atatürk ve silah arkadaşlarına bir minnet borcunuz var. Türk’e ölümü değil yaşamayı bahşetmek için diyar diyar, cephe cephe gezen kahramanlara minnet, Türkiye’yi yaşanabilir bir ülke kılmakla ödenir. Hamasetle, söylemle değil. Ölünün ölüsüne bile saygı duymayanı, Türk’ün son başbuğunun annesine bile en aşağılık iftiralar atılırken cezasız bırakarak değil. Atatürk’e her gün küfürler, hakaretler edilirken 5816 sayılı kanunu kâğıt üstünde var ederek değil.

Atatürk’ün devrimleri Türk devrimidir. Kıymeti bilinmelidir. İnkılâpları hayatımızı müreffeh kılmıştır. Akılı, bilimi ve adaleti önceliklendirmiştir. Ama en kıymetli devrimi, Türk’e zimmetlenen ölümü değil, yaşamayı öncelik hâline getirmesidir.

Atatürk’ün ebedîlik gününde ölümüyle alay edecek, hakaret edecek kadar yüreği bu ülkeyi kuranlara nefretle dolu olanlar için, Ziya Gökalp’ın Ali Kemal’e yazdığı şiirini not düşelim yarınımıza;
Ben Türküm! Diyorsun, sen Türk değilsin!
Ve İslâm’ım! Diyorsun, değilsin İslâm!
Ben, ne ırkım için senden vesika,
Ne de dinim için istedim ilâm!

Türklüğe çalıştım sırf zevkim için,
Ummadım bu işten asla mükâfat!
Bu yüzden bin türlü felâket çektim,
Hiçbir an esefle demedim: Heyhat!

Hattâ ben olsaydım: Kürt, Arap, Çerkez;
İlk gayem olurdu Türk milliyeti;
Çünkü Türk kuvvetli olursa, mutlak,
Kurtarır her İslam olan milleti!

Türk olsam olmasam, ben Türk dostuyum,
Türk olsan olmasan, sen Türk düşmanı!
Çünkü benim gayem Türkü yaşatmak,
Seninki öldürmek her yaşatanı!

Türklük hem mefkûrem, hem de kanımdır:
Sırtımdan alınmaz, çünkü kürk değil!
Türklük hâdimine “Türk değil!” diyen,
Soyca Türk olsa da “piçtir! Türk değil!

Atatürk’e ve silah arkadaşlarına Görklü Tanrı’m gani gani rahmet etsin!…

*Yazıdaki fotoğraf Selim Erdoğan’ın Sakarya kitabının kapak fotoğrafıdır.

Yazar

Gülcan Havva Eraslan

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar