Benim kabilem seninkini döver

Bu şuna yol açıyordu: Kendisine benzetemediği hiç kimseyi korunmaya lâyık bulmayanlar, bir arada yaşamanın konforunu ve emniyetini sağlayan büyük toplumun yani ulusun nimetlerini alabildiğine yerken o büyük toplumu yani ulusu parçalamak için alabildiğine uğraşıyorlardı.


Paylaşın:

İskender Öksüz Hoca yine güzel bir atakla kale önünü buldu.

Tamamlayıcı bir iki şey yazmak da farz oldu.

“Bizim köyün zalımı, herkesten çok çalımı” diye bir deyim uydurasım geldi. Yani? “Bizden olsun çamurdan olsun” demek gibi bir şey…

İnsanlar neden böyle bir şey der ki? Zalim en nihayetinde kötü biri değil midir?

Ama insan da nihayetinde bir “primat”. İçinde hayvanî güdülerini hâlâ saklıyor. O yüzden de “sürü güvenliğine” hâlâ ihtiyaç duyuyor.

Fakat bildiğimiz insan, yani felsefenin falan konusu olan, düşünen, “akleden”, “fark eden” homo sapiens sapiens, güdülerine teslim olmayan bir canlı. Canım insanımız, güdülerinin kör idaresine teslim olmayan, “durup düşünen” bir canlı. Yani en azından öyle olduğu varsayılıyor. Ya da felsefe yapılan gelişmiş ülkelerde insana öyle muamele ediliyor ve vatandaşlardan da homo sapiens sapiens sorumluluğu bekleniyor.

Eğer dünyada bütün toplumlar bu ölçülere uysaydı, sorun yoktu ve bizim de böyle bir yazı yazmamız gerekmezdi. Oysa dünyada durum böyle değil. Bu, pis sömürgecilerin ilkel halkları ezmesiyle falan da ilgili değil artık. Çünkü dünyada akletmemize yarayacak sayısız bilgi ve kavram neredeyse burun deliklerimizden içeri kaçacak kadar yoğun.

Türkiye’de ulustan kabileye dönüş

Eh… Madem Türkiye’de yaşıyoruz, cennet vatanımızda durum/vaziyet nedir ona bakalım.

Türkiye’de İskender Hoca’nın “bizim mahallenin zalimi” tespiti nasıl yerleşip egemen oluyor, ona bir bakalım.

İskender Hoca’nın bir kitabında yüz elli kişilik bir kabilenin kültür geliştirebilmek için gereken asgari sayı olduğunu okumuştum. “Kültür geliştirmek” diyorum ama bunu “bir şeyleri gelecek nesillere aktarmak gücünün” çok genel bir ifadesi olarak ele aldım.

(Ben niye bu kadar kuru yazıyorum ya? Çok ahkâm kestim değil mi? Ama ne yapayım? Kısa yazmak gerekince, içeriği kurutmak gerekiyor.)

İyi de sürekli yüz elli kişilik kabileler halinde yaşanmaz ki değil mi? Birileri “Az ileride çok güzel kooperatif arsası olacak yerler var, gidip kapalım, üç bin yıl sonra bizim torunlara şöyle beş yüz metrekarelik güzel villalar kalsın! Hücuuum!” diyerekten genişlemek isterse ne olacaktı? Biri de çıkıp “Üye sayısını arttırırsak maliyet düşüyor Burhan Abi! S. S. Özneandertal Yapı Kooperatifi diye tescil ettiririz, mapuda tanıdığım da var.” (Daha o zaman tapu bilinmediği için…) diyebilirdi mesela… Ne yazık ki neandertallerin aklı bu gayrı menkul işine fazla basmadığından ortalığı Homo sapiensler sapiens bastı.

Bastı da ne oldu? Sapiensler baktılar ki kabile mabile güzel ama nüfus arttıkça, arazi genişledikçe insanları bir arada tutmak zorlaşıyor. Bir kere herkesi ikna etmek zor. Ama herkes kılıç dişli kaplanlardan, komşu kabilenin kopuklarından falan da korunmak istiyor.

Velhasıl-ı kelâm şöyle bir formül bulunuyor: “Tamam abicim! Biz sizi koruruz ama siz de bizim dediklerimize azıcık uyun!” Bu sihirli formül, kabile büyüyüp artık kabileüstü bir şeye dönüştüğünde bile tutulduğunda, ortaya bambaşka bir topluluk çıkıyor ve hatta bu topluluk birbirini çok da tanımayan ama birbirine derdini anlatabilen insanların ilk “toplumu” haline geliyordu.

Çok sonra “Abi, yaptıklarımızı herkes onaylamazsa olmaz. Madem bir arada yaşıyoruz, ne yapmamız gerektiğine birlikte karar verelim!” fikri demokrasinin temeli oldu. Eh birlikte karar verilen bir yerde de artık herkesin derdi, o beraberliği koruyabilmek, sürdürebilmekti.

Kulağımızı tersten göstermiş olabiliriz ama “bizim” dediğimiz o kelime var ya işte onun “çapını” tam anlayamazsak sorunu çözemiyoruz.

Neyse aradan geçen binlerce yıldan sonra bizimki gibi bazı toplumlar “ulus” denen siyasi birlikler meydana getirebildi. Böylece “bizimin” çapı öyle genişledi ki artık insanlar daha küçük birimler hâlinde nasıl yaşanır, unutmuştu.

Ama ne yazık ki bizimki gibi bazı memleketlerde kazın ayağı öyle değildi. “Ulus” denen çok çok büyük o toplumu bir arada tutan değerler, kurallar, kurumlar vs. bazılarının aklına sığmıyordu. Onlar hâlâ dünyada kendi kabileleriyle yaşayabileceklerini sanan insanlardı. Onlara “Hemşerim seni kılıç dişli kaplandan koruduk, artık nükleer silahlardan koruyoruz. Artık çok kalabalığız, bir arada olmamız artık daha da önemli.” demenin bir yararı yoktu.

Çünkü “kabile kültünü” besleyip de bundan aldığı onayla silah kullanma gücünü ele geçirebileceğini öğrenen bazıları ulus denen büyük beraberliği parçalayarak bunu yapabileceğini gördü. İşte bu noktada demokrasinin yozlaşmaya, kokuşmaya başladığını gördük. Çünkü “Meclise girmemi sağlayacak şu kadar oy bana yeterken neden herkesi ikna edeyim ki?” akıldaneliği büyük toplumumuzu tekrar kabilelere böldü. Böylece “Biz” dendiğinde herkesin anladığı şey bir anda değişiverdi.

Böylece meselâ Kürtçü siyasetçiler için “biz”, “anadan babadan, soydan soptan Kürt olanları” kapsarken, şeriatçı siyasetçiler için “Kelime-i şehadet getirip imamların/ulemanın (ya da ruhbanın) dediklerini kayıtsız şartsız yapan” Müslümanlar söz konusuydu.

Tamam da bu neye yol açıyordu?

Bu şuna yol açıyordu: Kendisine benzetemediği hiç kimseyi korunmaya lâyık bulmayanlar, bir arada yaşamanın konforunu ve emniyetini sağlayan büyük toplumun yani ulusun nimetlerini alabildiğine yerken o büyük toplumu yani ulusu parçalamak için alabildiğine uğraşıyorlardı.

Peki bu ahlâksızca bir şey değil miydi? Onlara göre bu ahlâksızlık değildi. Çünkü onlara göre ahlâkla büyük toplumun üzerinde anlaştığı ahlâk başka şeylerdi.

Demokrasiyi kendi demografilerinin iktidar aracı hâline getirerek onu “demografikrasi” yapan insanlar için tek ölçü “kabile varlığı ve gücüydü”. Ulusun büyük nüfusundan kaynaklanan büyük menfaat havuzuna atlayıp o havuza canlarının istediği kadar işeyip bundan dolayı kınanmamaları gerektiğini de bu kabile güdüsünden dolayı düşünüyorlardı.

Böylece “Başkalarına zarar verebilecek kadar güçlü bir kabile liderinin istediği her şeyi yapabilmesi” formülü, “Bir arada yaşayabilmek için hepimizi bağlayan kurallara uymalıyız.” Formülünün yerine geçti.

Böylece insanlar hem ulusun yani büyük toplumun ortak havuzunun o büyük birikimini alabildiğine sömürüp üstüne üstlük bir de o havuza, canının istediği kadar işeyebilirken diğer yandan da “bizden olanın korunduğu” bir kabile ortamının keyfini sürebiliyordu. Oysa hepimizin bildiği ve özendiği modern/gelişmiş toplumlarda buna izin verilmiyordu.

(Yani hiç kimse “Ben PeKeKeliyim çok mağdurum, Türkler bana zulmetti” diyerek o “cennet İsveç sosyalizminin refahını”, İsveç GSMH’nı sömürürken bir yandan da “Ben İskandinav değilim! Varlığım neden İsveç varlığına feda olsun ki? Yaşasın holkların kordeşliği!” falan diyerek İsveç ordusuna silah milah çekemiyor.)

Ulusun bölünmesine izin verilen, bizimki gibi geri kalmak azmindeki memleketlerde ise “varlığını kabilesine armağan ederek” ulusun refahını, konforunu ve emniyetini çarçur edip de yırtabileceğini sanan deve kuşu soylular, kafalarını gömdükleri kabile kolektivizminin içinde bütün bireysel sorumluluklardan kurtuluyorlar. İşte bu yüzden “Zalim olsun bizden olsun!” sözde mantığı, her şeyi bozuyor, kokuşturuyor, çarpıtıyor. O yüzden de evet… Galiba kabileler çağına geri döndük. Aramızdaki tek fark beyni daha az kıvrımlı büyük primat kitleleri, insanları artık rahatça sömürüp bedava yaşayabiliyor.

Çok uzattıksa affola.

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!

Yazar

Afşar Çelik

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar