Birleş ey halkım kelgendir çağı

Fergana Vadisi yüzyılın esaretinden, hatta daha öncesinden başlayan yarı sömürge, çileli, çalkantılı yılların izlerinden yavaş yavaş kurtuluyor.


Paylaşın:

İlk defa üniversite yıllarımda duymuştum.

           Güzel Türkistan senge ne boldı

            Sebep vakitsiz güllerin soldı

İnsanın yüreğine işleyen bir besteydi. Sözlerinin tamamını anlıyor, anlamını idrak ediyor muyduk, bilmem. Kederli olduğu kadar yiğit sözlerini.

            Birligimizning teprenmes tağı,

            Ümmitimizning sönmes çerağı

Tam olarak neresiydi Türkistan? Orta Asya ile ilgimiz lise edebiyat ve tarih kitaplarındaki bilgilerle sınırlıydı. Orhun Âbideleri, Ötüken, Oğuz Kağan Destanı, Göktürk Devleti, soyadımı öğrendiğinde bana “Balbal diker misiniz?” diye takılan matematik hocam…  Ne kadar az şey biliyorduk?! Şair niçin “Sana ne oldu?” diyordu?

Demirperde yıllarıydı.

Türkistan diyarına üçüncü yolculuğuma çıkmadan bir gün önce Türk Edebiyatı Vakfı’nda Bünyamin Aksungur ile karşılaştık. Bünyamin Bey çok tatlı sohbetinin bir yerinde, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nda tarihçi merhum Baymirza Hayıt’tan dinlediklerini anlattı. İkinci Dünya Savaşı’nda Rus ordusundan esir alınanlar arasında Türk asıllı askerleri gören Almanlar onlardan bir Türkistan lejyonu kurmuş ve Ruslara karşı sürmüş cepheye. O taburdaki askerlerden biri de Baymirza Hayıt’ın kendisi. Bir ömre bu kadar macera nasıl sığar diye şaştığımız bir hayat yaşayan Baymirza Hayıt da Fergana vadisinin evlâdı. Nazilerin kurduğu Türkistan taburunun askerleri talimler sırasında marş olarak bu eseri seslendirirmiş.

Şairi… Çolpan. Üniversite yıllarında bu marşı söylerken öğrendiğim şairin adı, Türkiye’de yaygın bir isim olmadığından mı bilmem, bana efsanevî bir ad gibi gelirdi.

Fergana Vadisi’nin önemli şehirlerinden Andican’dayız. Güzel Türkistan şairi burada doğdu. Abdülhamid Süleyman Çolpan. Çoban yıldızı. Edebiyatın bir çok dalında eser vermişse de önce şairdir. Kısa fakat çok verimli geçen yazı hayatı boyunca ensesinde hep komünist yönetimin ürkütücü nefesini hissetti. Peşpeşe tutuklamalar… Nihayet, Özbek edebiyatının bu çok mühim ismi, halkının dünyasını çoban yıldızı gibi aydınlatan, Türkistan halkının çok sevdiği, çok okuduğu Çolpan 1937 yılında “halk düşmanı” ilân edilip hapse atılır, bir sene sonra, henüz kırk yaşındayken kurşuna dizilir, cesedi yok edilir, eserleri yasaklanır. O kadar sevdiğimiz Güzel Türkistan şiiri muhtemelen onun son eseri ve hakkında verilen ölüm kararının da sebebi. Kur yengi devlet, yavlar ortansın, Ösüp Türkistan, kadding kötersin ne demek?! Yeni devlet kurmak? Türkistan’ın büyüyüp yücelmesi?… Sen misin bunları yazan?! Çolpan Stalin’in “Büyük Temizlik” , “ziyalılar katliamı” kurbanlarından biridir.

Halk düşmanı! SSCB’de milletini, milliyetini sevenlere yapıştırılan yafta!

1956’da suçsuzluğu kabul edilir, beraat eder! Neye yarar?

Artık…

Çemenler berbâd kuşlar hem feryâd

Hemmesi mahzun, bolmas mı dil şâd?

Günlerden cumaydı. Şehir merkezinde çok geniş ve düzgün uzanan bir cadde üzerine kurulu büyük bir camiye geldik. Devonaboy Camisi. 1883’te başlayan inşaat 1899’da tamamlanmış. Fergana Vadisi’nın en büyük cami-medrese külliyesi. Aynı anda 5000 kişi namaz kılabiliyormuş. Adını zamanın zengin bir tüccarı olan, belli ki caminin yapılmasına maddî katkısı büyük olan Devana Bey’den almış.

Cuma namazı saati yaklaşırken caminin bulunduğu bölgeye inanılmaz bir insan akını başladı. Polis arabaları geldi, o geniş caddeyi trafiği kapadılar. Koca bulvar araba park yeri haline getirildi. Namaz için gelenler arabalarını caddenin ortasına sıra sıra park etmeye başladı. Namaz saati yaklaştıkça insan akını arttı. Ezan okunuyordu. Bir yanda arabalarıyla gelenler cadde üzerinde buldukları boşluklara araçlarını park edip iniyorlar, bir yandan ara sokaklardan yaya olarak gelenler adeta kafileler halinde camiye doğru yürüyorlar. Şimdiye kadar hiç böyle bir cuma görmemiştim! Akın akın… Her yaştan erkekler… Bıyıkları terlememişlerden aksakallara… Çoğunun kolunun altında kıvrılmış bir seccade. Başlarda bir takke…

Bütün şehir sanki burdaydı ve sanki şehirde hiç kadın yaşamıyormuş gibi oldu etraf. Galiba ortalıkta kalıveren kadın sadece ben ve evini bize açan arkadaşım Aziza Hanım idi! Hokand’dan gelmiş iki yolcu!

Camilere cemaatle namaz kılınan saatlerde kadınların girmesi yasak. Sadece cuma günleri değil, hergün her vakit için yasak. Bizdeki gibi kadınlara mahsus kapı, abdest yeri, namaz bölmesi yok. Ancak cemaat dağıldıktan sonra kadınlar girip içeriyi gezebilir, namaz kılabilir.

Namaz bittikten sonra hayli vakit erkek kalabalığının bu defa ters yöndeki akınının bitmesini bekledik, o kadar insanın ve bilhassa sırt sırta park etmiş arabaların birer birer hareket edip bölgeden ayrılması kolay olmadı. Sonra Aziza Hanım’la gidip camiyi gezdik. Göz kamaştırıcı oymalarıyla ahşap kapıları, ahşap sütunları, firûze rengin ağır bastığı çinileri ve aynı renk halılarıyla apaydınlık, Orta Asya’nın artık tanış olduğumuz mimarîsinden bir örnek. Kapının bir tarafına “Mavlıdı sharıf muborak” yazılmış. Ertesi gün mevlid kandiliydi. Fakat Özbek halkı arasında kandil geceleri için Türkiye’deki gibi bir hassasiyet olmadığını gördüm.

Babür Şah da Andican’da doğdu. Timur’un torunlarından, Hindistan’da Babür İmparatorluğunu kurmuş olan, hem de divan sahibi şair, hem de dünyaca meşhur “hatıra defteri”  Bâbürnâme sahibi bir kültür ve sanat adamı Babür Şah.

Şehrin biraz kenarında Babür Parkı’na gidiyoruz. Babür bu topraklarda doğdu ama çok başka yerde, Hindistan’da öldü, Afganistan’da gömüldü. Özbekler Babür’e Fergana’da olduğu müddetçe düşmanlık etmiştir, aralarında savaş hiç eksik olmamıştır ama şehir bu büyük hükümdar hemşehrisini artık atası kabul ediyor. Adına çok güzel, çok büyük bir park inşa edilmiş. Heykeli, firûze kubbeli sembolik türbesi, müzesi… Sovyetler devrinden kalma, demirden kova misali oldukça ilkel bir teleferikle Babür’ün gezindiği tepelere çıkıyoruz. Bağı, bahçeyi, ağacı, çiçeği, akarsuları, kısaca tabiatı çok sevdiği anlaşılan, hatta kısa ömrünün sonunda, Kabil’de kendi yaptırdığı Babür Bahçeleri’ne defnedilen Babür Şah doğduğu topraktan biraz da gönülsüz ayrılmışa benzer. Babürnâme’de “Anlaşıldı, Fergana vilayetinde avare dolaşıp durmak gerek, bari başımı alıp gideyim, dedim.” diye yazar. Ve gider. Önce Kabil yönüne…  O gidiş sonunda Hindistan’da büyük bir Türk imparatorluğu doğurmuştur. 1526’da kesin zaferi kazanıp kuzey Hindistan’da Babürlü hanedanını kurdu. O yıl, Osmanlı tahtında Kanuni Sultan Süleyman Mohaç Meydan Muharebesi’ni kazanıyordu. Amerika kıtası yeni yeni keşfediliyordu.

Babür Şah’ın sembolik türbesi ve heykeli

Fergana ikliminden büsbütün farklı Hindistan’da mutlu oldu mu? Kimbilir? Divanında şöyle bir rubâi var:

            Talihi yokı canımga belalıg boldı

            Her işni ki iyledim hatalıg boldı

            Öz yirni koyup Hind sarı yüzlendim

            Yarab niteyin ni yüz karalıg boldı

Zaten 1526’daki kesin zaferden sonra dört yıl daha yaşadı. Hepsi o kadar!

Babür Şah parkında Nasreddin Hoca’yı da selâmladık. Eşeğinin üstünde ve bizim canlandırmalarımıza nispetle hayli zayıf!

Babür Parkı’ndaki Nasreddin Hoca

Parktaki kahvelerden birinde Tarkan çalıyordu. Cuppa da cuppa…

Ülkenin ikinci büyük şehri Nemengan üzerinden Hokand’a dönüyoruz.

İki yanımız ekili araziler. Özbekistan topraklarının ancak yüzde 10’u tarıma elverişli. O toprakların büyük kısmı da Fergana Vadisi’nde. SSCB döneminde en önemli kalem pamuk imiş. Pahta… Pamuk çok su ister. Yarıdan fazlası bozkır ve çöl olan bu topraklarda çok pamuk, daha çok pamuk, daha da çok pamuk üretmek için, Siriderya (Seyhun) ve Amuderya (Ceyhun) suları pamuk tarlalarına aktarılınca, bu iki nehrin beslediği, Özbekistan-Kazakistan sınırındaki Aral Gölü 1960’lı yıllardan itibaren yavaş yavaş kurumuş. Artık Aral Gölü yok, Aral Çölü var! Orta Asya’nın en büyük çevre felâketi deniyor. Suyun bu kadar hoyratça kullanılması yanında, daha çok pamuk hırsına yönelik kimyasal ilâçlarla hırpalanan toprak… Bağımsızlıktan sonra pamuk üretimini yarı yarıya düşürüp meyve sebzeye ağırlık verilmeye başlanmış.

Yol boyunca pamuk tarlaları da görüyoruz, üzüm bağları, meyve ve sebze bahçeleri de. Ama artık “pahta kulları” yok! Bu da Sovyetler döneminden kalma bir deyim. Pamuk köleleleri. Uçsuz bucaksız pamuk tarlalarında boğaz tokluğuna çalışan insanlar. Ki bunların arasında okul öğrencileri de var. Muhtar Bey anlatıyor: “ Sonbaharda pamuk toplama zamanı gelince önce tarla işçileri başlardı toplamaya. On onbeş gün sonra pamuklar çoğalır, başka işlerde çalışanlar da gelirdi. Önce hafta sonları, sonra hergün. Devlet isterse her işi durdurup herkesi pamuk toplamaya gönderirdi. Rus kumaş fabrikaları Özbek pamuğu beklerdi. Öğretmenler, ardından öğrenciler de katılırdı pamuk işine. Önceleri okul paydos olunca, iş yoğunlaşınca da sabahtan akşama kadar pamuk toplarlardı. Az bir ücret verilirdi. O zamanlar bizim millet pahtakor idi. Pamuk kulu…Pamuk işi yeni yıla kadar sürerdi. Bağımsızlıktan sonra Kerimov zamanında da pahtakorluk bir süre devam etti ama her yıl vaziyet daha iyi oldu. 2016’dan beri öğrenciler pamuk toplama işine götürülmüyorlar.”

Fergana Vadisi yüzyılın esaretinden, hatta daha öncesinden başlayan yarı sömürge, çileli, çalkantılı yılların izlerinden yavaş yavaş kurtuluyor. Bu güzel insanlar, bu misafirperver insanlar, bu bizim insanlar… Çolpan’ın dediği gibi:

            Birleş ey halkım, kelgendir çağı, 

            Bezensin imdi Türkistan bağı,

            Kozgal halkım, yeter şunca cevr ü cefalar,

            Al bayragını, kalbin uygansın,

            Kulluk, esaret barçesi yansın.

 Yansın!

 

Teprenmes: Sarsılmaz

Hemme: Hepsi

Kozgal: Canlan, uyan

Uygansın: Uyansın

Barçe: Tamam, her şey

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar