Yükleniyor...
Gerçek sevgi, sevilen insanın ölümünden sonra belli olur. Sevilenin ismiyle sevenlerini aldatmak isteyenlerin dışında, artık kimse için çıkar beklentisi kalmamıştır. Ölümden sonra seviyormuş gibi yapmanın kârı yoktur. Sevenlerini aldatmak isteyenler de bir şeyin farkındadır; ismini kullandıkları insanın ölümünün üstünden bunca yıl geçmesine rağmen ne ona duyulan sevgi ne de güven eksilmemiştir. Hâlâ yalnızca isminin geçmesi bile sevenlerini güvende hissettirmeye yetiyorsa, ona olan sevgi gerçektir.
Sevgi, birçok duygu gibi karşılıklıdır. Sevgi, en güçlü duygudur diyebiliriz. Korkudan da, hırstan da, öfkeden de, nefretten de… tüm duygulardan üstündür. Ölüm korkusu gibi büyük bir korkuyu bile bastırabilir. İnsan, sevdikleri için ölmeye bile razı olur. Bu yüzden güven, sevginin ürünüdür. Bir insana güvenmek için onun bizi sevdiğini bilmemiz, onun bizi sevmesi için de bizim onu sevmemiz gerekir. Karşımızdakine güvenebilmek için verebileceğimiz tek rüşvet sevgimizdir.
Alparslan Türkeş’i Ülkücülerin “Başbuğu”, Ülkücüleri de Türkeş’in “evladı” yapan işte bu karşılıklı sevgidir. Evlatları Başbuğlarını, Başbuğları da evlatlarını sevmişti. Birbirlerine güvenmişlerdi. Türkeş, evlatlarına güvenip uğrunda işkenceler gördüğü, sürgün edildiği, ölüme razı geldiği ülküsünü emanet etmiş; evlatları da bu emanete sahip çıkmıştı. Türkeş’in ülküsünü ülkü edinmiş, bu ülkü uğruna istikballerini ve gençliklerini feda etmişlerdi.
Ülkücü gençler bir mitingde Başbuğlarına, “Vur de vuralım, öl de ölelim!” diye seslenince Türkeş; “Size hiçbir zaman öl diyemem, hep yaşa derim! Yaşayacaksınız!” diyerek ölmelerini değil vatanları için yaşamalarını istemişti. Vatanlarını koruyacaklarına, onu düşmana vermeyeceklerine inanmıştı.”Türk milleti için ben yaşarım, düşünürüm; siz sadece dediğimi yapın.Yeri gelir ben size yapacağınızı söylerim.” dememiş, tek vatansever kendisiymiş gibi davranmamıştı.
Türkeş, milliyetçiliğin ancak iktidarla güç kazanabileceğine inandığı kadar, ülküdaşlarına da güvendiği için kavgasında siyasi bir cephe açmış, davasını partileştirmişti. İmkânsızlıklar içinde siyaset yaptı. İşler hep yolunda gitmemiş olsa da ülküdaşlarına güveni sayesinde pes etmedi. Ülküdaşlarına güveni sayesinde siyasete adım attı, Türk siyasi hayatının en büyük isimlerinden biri oldu.
Büyüklerimizden okuduğumuz ve dinlediğimiz Türkeş’in parti yönetimindeki demokrasi anlayışı; sevgisinin, güveninin bir göstergesiydi. Vatanları için fedakârlıktan sakınmayan, her biri Türk milletinin şerefli evladı olan Ülkücülerin görüşleri, düşünceleri, yaptıkları Türkeş için önemliydi. Memleket için, parti için ve hatta Türkeş’in kendisi için bile en iyisine, yine Ülküdaşları karar verebilirdi.
Evlatlarına, “Hepiniz birer Türk bayrağısınız.” derken yalnızca sıradan bir siyasetçinin seçmenine yaptığı gibi güzelleme yapmıyor, bu cümlesiyle evlatlarına güvenini de iyice gösteriyordu. Bayrakların görevi temsil etmektir; bir milleti, bir topluluğu, bir devleti… Evlatları Türkeş’in iktidara gelerek Türk milletini temsil etmesini isterken, Türkeş evlatlarını Türk milletinin temsilcisi sayıyordu. Bu yüzden bu benzetme aslında önemli bu bir görevdir. Evlatlarından Türk milletini layığıyla temsil etmelerini istemişti: Bayrağı lekeletmeden, kirletmeden, yere düşürmeden.
Türkeş’in ölümünün ardından yirmi iki yıl geçti. Bu, insan ömrü için gayet uzun bir zaman fakat Türkeş bugün en az yaşarken sevildiği kadar seviliyor. Adı geçtiği zaman hâlâ evlatları kendilerini güvende hissediyor. Sadece onunla siyaset yapanlar, o yaşarken Ülkücü olanlar değil; benim gibi kendisiyle tanışamayanlar da aynı duyguları paylaşıyor.
Ben henüz birinci yaşımı dolduramadan Türkeş aramızdan ayrılmıştı. Kendisini göremedim. Çocukluk yıllarımda evde ismi geçerdi fakat Ülkücülükle de Türkeş ile de esas tanışmam lise yıllarımın başındaydı. Henüz on dört yaşındaydım. Ocağa ilk girdiğimde beni kocaman bir fotoğraf karşılamıştı. Sert görüntüsüne rağmen babacan gülümsemesiyle Türkeş… Fotoğrafa bakınca, sizi sevdiğini, size güvendiğini, sizden büyük işler beklediğini hissedebiliyordunuz. Sanki yüreğini yakan ateşi, bakışlarıyla sizin yüreğinize işliyordu. Fotoğrafta da olsa bakışlarındaki güveni, desteği hissediyordum. Eli omuzumdaydı sanki. Anlamıştım ki Ülkücülükte ümitsizliğe yer yoktu. Ümitsizliğe düşenin omzunda hep bir el vardı: Başbuğunun eli…
Ocağa her gidişimde onun yanına gitmişim gibi hissederdim. Karşısına çıkmaya yüzüm olsun diye zamanımı boşa geçirmezdim. Her gittiğimde beklentisinin yükseldiğini, daha büyük işler yapmam gerektiğini düşünürdüm. Benim de görevim belliydi, her ülkücü Türk genci gibi Türk bayrağı olmalıydım. Türk milletini temsil etme görevi benim de omuzlarımdaydı. Yaşantım öyle olmalı, yaptığım işlerle Türk milletine layık olmalıydım. Böylece ömrümün sonuna kadar karşısına çıkmaya yüzüm olacaktı.
Türkeş’i Başbuğ kabul edip, anlamayı başaran her Ülkücü genç eminim ki o bakışları yüreğinde, o eli omzunda hissetmiştir. Bütün Ülkücülerin yüreğinde Başbuğ’un yüreğindeki ateşten sıçramış kıvılcım vardır. Onun evlatlarına olan sevgisi, güveni işte bu kıvılcımla taşınmakta. Bu yüzden aradan yıllar geçse de ona duyulan sevgi azalmadı. Her Ülkücü, kendinden sonra gelenlerin yüreğine aktardı o kıvılcımı. Her yeni nesil, Türkeş tarafından sevildiğini hissetti. Kendilerine verilen görevi gördü. Bu kadar büyük bir göreve layık görüldükleri için kendilerine duyulan güveni fark etti. Bu yüzden şahsen hiç görmedikleri bir adama rahatlıkla “başbuğ” dediler.
Gençlerin gözünden Türkeş’i görmek için Türkeş’in gözünden gençlere bakmak yeterlidir. Türkeş gençlere ne kadar güveniyorsa, gençler de ona o kadar güveniyor. Türkeş gençleri ne kadar seviyorsa, gençler de onu o kadar seviyor. Zaten sevginin de güvenin de ve hatta nefretin de dengesi budur. Bu ikili ilişkilerin “karşılıklılık ilkesi”dir.
Başbuğ’un yüreğini yakan ateş, evlatlarının yüreğinde sönmedikçe ona duyulan güven de sevgi de azalmayacaktır. Onu göremedikleri halde genç evlatları nasıl ki bunu hissedebiliyorsa daha sonra gelecek olanlar da hissedecek. Yorgun düştüklerinde, umutsuz kaldıklarında yüreklerindeki ateşten bir el çıkacak ve omuzlarına dokunacak. Yine aynı gülümseyen gözler, gururla bütün evlatlarına dönüp; “Kendinizi küçük görmeyiniz. Sizler büyük kuvvetsiniz.” diyecek. Yeter ki evlatları Başbuğlarının yüreğini yakan vatan ve millet aşkını emanet edecek kadar kendilerine güvendiğini bilsin…