Yükleniyor...
Rivayet odur ki, Emir Timur’un rüyasına bir gece, kendisinden ikiyüz küsur sene önce yaşamış olan Pir-i Türkistan girer ve Buhara’nın fethini müjdeler. Bu işaret üzerine Timur Buhara fethine çıkar. Zafer müyesser olur. Timur şükür duası etmek üzere Pir-i Türkistan’ın kabrini ziyarete gelir. Ve mütevazı mezarın üzerine muhteşem bir türbe yapılmasını emreder. Türbenin planını, ölçülerini kendisinin tesbit ettiği söylenir. İki yılda tamamlanan türbeyi tekrar ziyarete gelen Timur şehirde birçok hayır faaliyetinde bulunur. Rivayet böyle der amma, Emir Timur’un bu büyük ve muhteşem eseri, aynı zamanda, bölge halkının gönlünü kazanmak, kendi gücünü göstermek, bölgedeki güvenliği perçinlemek için de yaptırdığını düşünmeliyiz.
Bazı kaynaklar türbenin tamamlandığını görmeye Timur’un ömrünün yetmediğini yazıyor.
Yine rivayet odur ki, Timur “Batı seferine yöneldiğimde…” demiştir, “Hazret-i Şeyh Yesevî’nin Makâmat’ından bir işaret aradım ve şu müjde veren rubaisi ile karşılaştım. Ne zaman bir müşkil ile karşılaşırsanız siz de bu rubaiyi okuyun:
Yelda geceni şem-i şebistan etken
Bir lahzada alemni gülistan etken
Bes müşkil işim tüşüpdür asan etken
Ey barçanı müşkilini asan etken….
Bu rubaiyi hıfzettim. Bayezid’in askerleriyle karşılaştığımda bunu yetmiş defa okudum, zafer hâsıl oldu.” [1]
Yani demiştir ki Pir-i Türkistan Makâmat adlı küçük eserinde:
Uzun geceyi kandil gibi aydınlatan,
Bir anda âlemi gül bahçesine çeviren,
Her ne zaman müşkülüm olsa kolaylaştıran,
Ey herkesin güç işini kolay eden (Allahım)….
Ah Bayezid, ah Timur! Biz şimdi kimin arkasında duralım?
İkisinin de! Başka yolu yok! Tarihimizdeki kardeş kavgaları sadece onlarınki de değil! Ne yazık ki!
Bozkırın ortasında bir vaha olan Türkistan şehrine güneşin yakıcı ışıkları solup pembeleşmeye başladığı vakitte girdik. Türk dünyasının manevî başşehri. Üniversite yıllarımızda Ahmed Yesevî’nin adını ilk duyduğumuzda “Yesi” olarak öğrendiğimiz şehir.
Hiçbir yükseltisi olmayan şehrin kıyısında, dümdüz bir arazinin ortasında… Nihayet Hoca Ahmed Yesevî’nin huzurundayız.
Pir-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hâce-i Türkistan, Hazret Sultan…
Çok geniş, park misali bir düzenleme. Çimler ekilmiş, çiçekler dikilmiş, bölge olabildiğince ağaçlandırılmış, ışıklandırılmış.
Önde firuze kubbesiyle küçük ve zarif bir türbe görüyoruz. Rabia Sultan Begüm Türbesi. Meşhur Uluğ Bey’in kızı. Timur’un torunun kızı.
Ardında Ahmed Yesevî’nin türbesi yükseliyor. Ölçüleri Emir Timur’un tesbit ettiği kesin! Hepimiz, herkes bu âbide önünde küçücük kaldık! İlk gördüğümüz türbenin devâsa taç kapısı ve giriş eyvanı. Yerden yükseklik hemen hemen 40 metre imiş. İki köşede iki kulevâri minare. Hepsi sırsız tuğladan. Ön cephe duvarlarında hiç bir çini süsleme yok. Kum rengi bir heybet. Bu giriş cephesi türbenin geri kalan gövdesinin iki katı yükseklikte. Eyvanın iç duvarlarında onaltıncı asır sonlarında yapılan tamirattan kalan iskele desteği ahşap kirişler halen durmakta. Yine eyvanın iç duvarlarında karşıdan karşıya uzanmış çelik tel kuşakları var. Herhangi bir çökmeye karşı tedbir olarak, bina bu çelik tellerle gerdiriliyormuş. Teller kuşlara tünek olmuş, üzerlerinde onlarca kuş…
Arkaya doğru üç tane kubbe. Biri parlak mavi ki, dıştan 20 metrelik çapı ile Orta Asya’nın en büyük kubbesi. Ardında firuze renkli yivli, dilim dilim, her dilimi göz kamaştırıcı şekilde bezenmiş daha küçük bir kubbe, burası Yesevî’nin kabir odasının (gorhâne) örtüsü. Hemen yanında sırsız tuğladan kum rengi küçük bir kubbe, altında mescit.
Heybetli taç kapıdan girdikten sonra bir giriş sahanlığından sonra türbenin en büyük, en ihtişamlı salonu Kazandık. Kazanlı Salon. Ne yazık ki kapısından görebiliyoruz. İçerde tamirat vardı. Kazan kafes içine alınmış. Tay Kazan. Büyük Kazan. O da Timur’un emriyle döktürülmüş. Türklerde türbelere kazan koyma geleneği var. Maddî ve manevî birlik sembolü. Tay Kazan’ın yedi maddenin alaşımdan yapılmış olduğu söyleniyor: Altın, kalay, kurşun, bakır, demir, çinko, gümüş. Fakat araştırmacılara göre tunç (bronz) olma ihtimali daha fazla. İki ton ağırlığında, çapı iki buçuk metre, üç ton su kapasiteli. Bina içindeki kuyuhâneden çekilen su bu ayaklı kazana konur, biraz tatlandırılır, cuma namazlarından sonra cemaate şifalı kabul edilen bu su dağıtılırmış. Tay Kazan’ın 1934 yılında Stalin’in emriyle, o zamanki adı Leningrad olan şimdiki St. Petersburg şehrinde Hermitage Müzesi’ndeki bir sergiye “bir süreliğine” olmak kaydıyla götürüldüğünü biliyoruz. Fakat kazana orada el konmuş, geri verilmemiştir. Elli beş sene sonra, Kazakistan aydınlarının, özellikle şehrin belediye başkanı Erkin Curabekov’un çok uzun ve zorlu mücadelelerinden sonra 1989’da ait olduğu yere, buraya iade edilmiştir.[2]
Ahmet Yesevî’nin sandukası dilim dilim firuze kubbenin altındaki kabir odasında, yerden yüksek kaide üzerinde, çok açık yeşil renkli mermerden. Bu taşı Timur’un Hindistan’dan getirttiği söyleniyor.
Türbe diyoruz ama burası bir türbeden daha fazlası. Külliye demek gerek. Bina içinde mescit, şilthâne denilen hücreler, toplantı odaları (Büyük Aksaray, Küçük Aksaray), mutfak, kuyuhâne, kütüphâne gibi bölümler de var. Yesi şehri Kazak Hanlığı’nın merkezi olduğu onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda binanın hanlar tarafından da kullanıldığını yazar kaynaklar.
Türbenin kuzey cephesindeki, etrafı çok zarif çinilerle süslenmiş kapıya Muhammed Hanefi kapısı deniyor. Öndeki (güney) büyük giriş cephesinin aksine bu taraf tamamen çinilerle kaplı. Bu kapı doğrudan Yesevî’nin kabir odasına açılıyor. Küçük ahşap kapının dibine çökmüş iki hanım, dua ediyordu.
Binayı çepeçevre gezdikten sonra farkediyoruz, ön cephe hariç arka ve yan duvarlar tamamen firuze, mavi, lacivert, mor ağırlıklı çiniler, mozaikler, sırlı tuğlalarla bezeli ve süslemelerin aralarına kûfi yazılı ayetler, hadisler, zikirler nakşedilmiş. Ön cephenin sırsız tuğla halinde bırakılmış olması binanın Timur’un sağlığında tamamlanamadığını gösteriyor. Ondan sonra da anlaşılan bir daha bir türlü tamamlanamamış!
Genç bir karı koca ile tanışıyoruz. “Batı Kazakistan’dan, Hazar Denizi kıyısından geliyoruz,” dediler. “Umre’ye gidiyoruz, önce buraya uğradık.”
Türbe bahçesinde yere yarı gömülmüş, bir çok girişi, bir çok odası olan mescit var, hilvet diyorlar. Halvet. Merdivenlerle aşağıya doğru indik. Bir kısmı halen mescit olarak kullanılıyor, halılar serili. Bir kısmı küçük bir müze olarak düzenlenmiş. Türbedeki Tay Kazan’ın bir benzeri küçük bir kazan, külliyenin maketleri, o devirde kullanılan bazı eşyalar, alet edevat, kıyafetler… Diğer kısmı taş, toprak zeminli bırakılmış. Yesevî’nin 63 yaşından sonra çekildiği yeraltı odasına da buradan giriş var, ahşap mazgalla örtülü, ziyaretçilere kapalı. Özel izinle girilebiliyormuş. Hazret-i Türkistan’ın talebeleri, müridleri ile toplandığı, ders okuttuğu, Divan-ı Hikmet’ini yazdığı yer muhtemelen bu yarı yarıya toprağa gömülü bina idi. Ailesi ile yaşadığı, tahta kaşık, kepçe oyarak geçimini temin ettiği ev de burada olmalıydı.
Yine külliye arazisinde bir hamam kalıntısı, başka mezar taşları görüyoruz.
Ondokuzuncu yüzyılda türbenin çevresine kerpiç duvarlar örülmüş, kale misali. Merdivenlerle çıkıp üzerinde gezilebiliyor. Oradan bakınca bu bölgenin oldukça tenha ve tamamen yeni bir mahalle olduğunu anlıyorsunuz. Peki, burası eskiden meskûn mahal değil miydi? Evler, dükkãnlar zaman içinde yıkılıp gittiyse bile, bir medrese, mescit, imaret, çeşmeler… yok muydu? Hiç değilse onsekizinci, ondokuzuncu yüzyıldan bir kaç bina? Külliye arazisindeki birkaç yapıdan başka eski asırlara ait hiç bir şey görünmüyor. Onlar nereye gitti? Sanki Ahmed Yesevî’nin türbesi bu bozkır ortasında asırlarca yapayalnız, tek başına yükseliyordu da, ancak son yirmi-yirmibeş yıldır çevresi donandı. Galiba bir “temizlik harekâtı” yapılmış buralarda. Yeşillendirilmiş araziye turistik gayeyle Kazak çadırları, “yurt”lar serpiştirilmiş. At ve deve heykelleri konmuş. Son derece göz alıcı düzenlenmiş, parkları, meydanları, heykelleri, geniş yolları, havuzları, modern binaları, dünyanın tanınmış otel zincirlerinin şubeleri ile süslü ve yepyeni bir bölge burası.
Bu coğrafyada deve çok. Canlısı da, heykelleri de… Etrafta iyice besili, çift hörgüçlü, hörgüçleri, boyunları tüylü, sırtlarına halılar örtülmüş, başlarından renkli püsküller sarkıtılmış pek çok deve dolaşıyor. Turizmin hizmetindeler.
Hatıra eşyası satılan tezgâhlar var. Fotoğraf çektirme yerleri kurulmuş. Halı, kilim, keçe örtülü sedir hazır. Kürklü börkler, kaftanlar… İsteyen giyiyor bunları, eline tuğlu bir kargı alıp sedire kurulup bir anlığına Kazak hanı oluyor!
Etrafta yerli, yabancı ziyaretçiler. Onlar için cazip olacak faaliyetlerde develer başrolde. Süslü, giyimli, kuşamlı develer hazır. Bir kaç kişilik kadınlı erkekli grup geldi. Her birine birer Kazak kaftanı çapan giydirildi, başlarına tilki kürklü börkler oturtuldu, ayaklarına deri çizmeler… Yatmakta olan süslü develere dikkatlice bindirildiler. Görevli, develeri usulca kaldırdı. Yan geldikleri yerde hallerinden memnun develer nazlana nazlana kalktılar. Külliye arazisinde küçük bir tur yapılacak. Turun yöneticisi siyah bir ata atladı, öne geçti. Ve kervan ağır ağır yola düzüldü.
Öte yandan Hazret-i Türkistan ses verdi:
Kul Hâce Ahmed gaflat birle ömring ötti,
Vâ hasretâ közdin tizdin kuvvet ketti,
Vâ veyletâ nedametni vakti yetti,
Amel kılmay kervan bolup köçtim mena.
Kul Hoca Ahmed gaflet ile ömrün geçti,
Vah ne hasret, gözden, dizden kuvvet gitti ,
Ne yazık, pişmanlığın vakti erişti,
Amel kılmadan kervan olup göçtüm ben işte.
O böyle diyorsa bizler ne diyelim?!
[1] Dr. Hayati Bice, Hoca Ahmed Yesevi Divan-ı Hikmet
[2]Prof. Dr. Metin Akar’ın Tay Kazan isimli eseri, kazanın başlangıçtan beri bütün macerasını ve bu zorlu mücadeleyi anlatır. Okuyucunun gözlerini yaşartan bir mücadeledir.
1 Yorum