Çay güzellemesi

Çay deyince aklımıza hep bardak gelir, fincan gelir, buruk bir tad gelir. Çay paketi hiç gelmez! Çayın kültürümüzde yer bulan, “demlendikten sonraki hâli”dir. Çay paketi son zamanlarda hayatımıza ansızın siyasî bir giriş yaptı.


Kendine bir fincan bul; çaydanlık ardında…                                                      Tamam, şimdi bana yüzlerce şey anlat.- Saki Munro

Filmlerin en sevdiğim sahnesi oyuncuların çay içtikleri vakittir. Biri “çayı şimdi demledim, sana da koyayım mı?” der. Dünyanın en güzel sorusu gibidir bu. Öteki “koy” der.  Onların orada içtikleri çayın kokusu âdeta burnuma gelir. Dikkat edin, filimlerde çay demlendiğinde, çay bardaklara konduğunda, çay kaşıkları tıkırdamaya başladığında işler düzene giriyor demektir. Hapishâne koğuşunda bile mahkûmların çay içtiği vakitler bence, hapis hayatının en tahammül edilir saatleridir. Koğuşun bir köşesinde demlenir, en genç mahkûmlar servis yapar. Oradaki çay her ne kadar “ilâç kokulu” da olsa bir rahatlama, bir sulh, sükûn vaktini işaret eder.

Çay konusunda mühim olan onun yemek borunuzdan aşağı inerken bıraktığı lezzet değildir zaten. O lezzeti açıklamak için ilim adamları “dildeki tad algılayıcılarının gönderdiği elektrik sinyallerinin beyindeki tad merkezini uyarması” falan derler. Boşverin, ilim bir “kıyl ü kaal”dir! Çay o lezzetten çok daha başka birşeydir. Çayı yemek borusu ile, sindirim sistemi ile, elektrik sinyali ile, beyin ile açıklayamazsınız.

Gündelik hayatımızda çay mutluluğun öteki adıdır. Sabah kalkınca çay içmeden güne uyanmış saymayız kendimizi. Çay uykunun üzerimizde bıraktığı mahmurluğu alır götürür. Daha içmeden bergamotlu kokusuyla, bardaktan yükselen buğusuyla, sıcaklığıyla, rengiyle alır götürür. Gün boyunca da her çeşit sebebe eşlik etmeye devam eder. Misafiriniz gelir, çay içersiniz; içiniz üşür, çay içersiniz; hararet basar, çay içersiniz; moraliniz bozulur, canınız sıkılır, sevinirsiniz, keyiflenirsiniz, hep çay içersiniz. Televizyon seyrederken, müzik dinlerken, kitap okurken, pencereden sokağı seyrederken, kıyıdan denizi seyrederken… hep çay içersiniz. Çay her türlü ahval ve şerâite eşlik edebilecek mahiyettedir. Alice Harikalar Diyarında’ki Deli Şapkacı’nın dediği gibi: “Her vakit çay içme vaktidir.”

İnsan ilişkilerinin, hatta insanın kendi kendisiyle ilişkisinin vazgeçilmez demirbaşı çaydır.

“Gönül ne çay ister, ne çayhâne, gönül sohbet ister, çay bahane” denir. (Bu sözün “kahve”li versiyonu da vardır.) Bence yanlış. Çay bahane değildir. Gönül hem çay ister, hem sohbet… Kuru kuru sohbet olmaz. Sohbet portakal suyuyla da olmaz, gazozla da olmaz. Önce çay demlenir, sonra sohbet. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Yirminci yüzyıl din adamlarımızdan Ahmet Mekkî Efendi de bir çaysevermiş, demiş ki:

Sohbet-i erbâb-ı dil bir lâhza sensiz kalmasın,

Hürmetin inkâr eden dünyada hürmet bulmasın

Yalnız olabilirsiniz, o zaman da çayınızı elinize alır, parmaklarınızı ince belli bardağın narin gövdesinde gezdirirken, ya da parmaklarınıza fincanın çıtkırıldım kulpunda jimnastik yaptırırken kendi kendinize konuşursunuz. Kendi kendine konuşmak küçümsenmeyecek bir sohbet biçimidir. Amerikalı yazar Henry James fincanını çayla doldurur, sonra çayın yüzünde kendini seyredermiş. Eminim çayın durgun yüzünde kendi çehresinin aksinden başka şeyler de görüyordu. Belki de Bir Hanımın Portresi’ni önce fincanın içinde seyretmişti. Fincanda da olsa, bardakta da olsa, çayı seyretmek hayalî bir yolculuktur.

Çayın koyu amber rengi yüzünde hayale dalmak da güzeldir, ortada çay may yokken çayın hayali de güzeldir. Gün içinde yorucu işlere birlikte, çay içemeden geçen saatler uzamışsa akşam eve dönüp çay yudumlayacağım vakti hayal etmek, bana enerji takviyesi gibi gelir, o hevesle daha verimli, daha gayretli olurum. Çay bir içecek olmaktan çıkar o anlarda. Ramazanlarda da gün içinde en çok çay özlenir. İftar saati çaya kavuşma saati demektir.

Çay sadece bir içecek değildir, bir sığınaktır, bir limandır. Hem kaçıştır, hem kavuşma.

“Çay…” diyor Çinli şair Tien Yiheng, “Dünyanın şamatasını unutmak için içilir.”

Çayla kavga, çayla öfke, çayla kin olmaz. Çay dargınları barıştırır, yedi kat yabancıları kırk yıllık dost eder. Çay bir mesajdır.

Çay içecek değildir, çay bir kültürdür.

İran’daki deprem enkazından bilmem kaç gün sonra kurtarılan doksan küsur yaşındaki kadının önce “çay” istediğini okumuştum. Çay kurtuluştur.

Onsekizinci asır İngiliz din adamı Sidney Smith’in bir sözü var: “ Kıyamet, çay saati gelmeden önce  kopacak diye çok korkuyorum.”

Amerika’da, Minnesota’lı bir grup çay sever kadın 1995 yılında 24 sayfalık bir dergi  çıkarmaya başladılar: The Tea Time Gazette. Yani Çay Saati Gazetesi. Yılda üç kere yayımlanıyordu. Çay salonları, çay hikâyeleri, çay demleme ve servis usulleri, çay içme âdetleri ile, kısacası çayla ilgili bir mündericatı vardı. Dergi her sene Mayıs ayında İngiltere’ye on günlük, çay, tarih, edebiyat kokulu bir gezi bile düzenlerdi; adı, Çay Gezisi…Artık yayımlanmıyor. Amerika gibi çayın bir kültür hâline gelmediği ülkede bu kadar dayandı.

Amerika kıtasını devlet hâline getirenler “beş çayları”nın mucidi İngilizler, amma velâkin çayı Yeni Dünya’ya getirmekte pek başarılı olmamışlar. Dükkânlarda elbette çeşit çeşit çay satılıyor, kafelerde, lokantalarda her ne kadar “sallama” da olsa çay var, ama çay kültürü yok. Amerikalılar sabah kahvaltısında bile çay içmiyorlar. Şaşıp kalıyorum. Burada kahve kültürü var. Tek tük çayseverler elbette çıkıyor.

Çayın gündelik hayatın vazgeçilmezi olduğu yer Asya.. Bütün Türk ülkelerinde yemekten önce, yemekten sonra masaya çay geliyor: Kara çay, ak çay, kök çay… Hangisini isterseniz.

Semâver kelimesi de Rusça’dan gelir.

Son zamanlarda sağlık açısından çayın yararları üzerinde çok şey söylenir oldu. Doktorlar sayıyor: Antioksidan etkisi vardır, anti kanserojendir, muhtevasındaki tanin şu şu işlere, florid bu bu işlere yarar, hazmı kolaylaştırır, damar sertliği riskini azaltır, damarları açar, kolestrolü düşürür, konsantrasyonu arttırır, bağışıklık sistemini güçlendirir, böbreklerin düzenli çalışmasına yardımcı olur, ishali durdurur….  Liste uzayıp gidiyor. Yakında çay eczahânelerde satılacak!! Sağlık açısından böylesine faydalı olduğu doğru olabilir de, çayı hangimiz sağlığa  faydalı diye içiyoruz? Çay bardağını elimize aldığımızda hangimizin aklına antioksidan, tanin, teofilin, kolestrol, damar, böbrek geliyor? Birinci Dünya Savaşı’nda Arabistan cephelerinde savaşıp sağ salim memleketine dönmüş olan büyük amcam, “Çay dokunur mu ki?” diyenlere “Nesi dokunacak? Bir kara su…” derdi. O “kara su”dan, -belki çöllerde yanmış bağrını serinletmek için-, bol bol içerdi.

Öyle bir “kara su” ki, sabahları oturulan kalabalık kahvaltı sofralarını akla getirir, dostlarla toplanılan ikindi vakitlerini akla getirir… Aramızdan gidenleri akla getirir. Dedelerin tütün tabakasını, kehribar ağızlığını, büyükannelerin cevizli kuru incir dolmalarını, mangal başlarını, Şakir Zümre sobası üzerinde kebap edilen kestaneleri… Yaprakları, yaprakların hışırtılarını… Hortum suyuyla iyice yıkanan avlunun taşları kurumaya başladığında, Grundig radyodan yükselen Beraber ve Solo Şarkılar’ı… Tam o sırada limon ağacından kopan bir çiçeğin masadaki tepsinin içine düşüşünü… Rüzgârı, yağmuru, denizi, mehtâbı, Kız Kulesi’ni, şehir hatları vapurlarını, okul kantinlerini…

Bardağımda ya da fincanımda yarılanmış çayın soğuyup gittiğini görür de bütün bunları benim yazdığıma şaşarsınız. “Madem bu kadar seviyorsun, neden bitirmedin?” Ama dedim baştan, mühim olan çayı boğazınızdan aşağıya indirmek değildir. Mühim olan çayın varlığıdır. Yanıbaşınızda, elinizin altında bir bardak, bir fincan çay olmasıdır. Çay arkadaştır. Çayı bardakta soğutmak arkadaşlığı uzatmaktır.

Hatta elimde yarılanmış, soğumuş çay bardağı ile evin içinde dolaşır dururum ben. Bardak kâh mutfak tezgâhının üstüne konur, kâh çalışma masasının üstüne, kâh kitaplığın raflarına. Bazen aynanın önüne gider, bazen bahçeye çıkar. Bu trafik içinde en son nereye koyduğumu unuttuğum da olur. Döner bir de çay bardağı ararım. Çay gün boyu evin içinde bana can yoldaşı olur.

İnternette dolaşan bir tekerleme var: “Çayın haddi yoktur. 1 çay beyhûde, 2 çay fâide, 3 çay kâide, iç 4’ü at derdi, madem çıktın 5’e, sürgit 15’e!…”

İlginçtir çayı bu kadar seven bizler çay için türkü yakmamışız. Herhalde çayın memleketimize ancak yirminci yüzyıl başlarında girişinden dolayıdır bu. Ondan önce kahve içerdik, kahve için türkümüz çoktur.

“Çay benim çeşme benim, derdimi deşme benim…” türküsündeki “çay” içtiğimiz çay değildir, malûm. Deredir. Ama “içtiğimiz çayın” çok güzel bir türküsü Azerbaycan’da var:

          Kimin ağrıyır canı

          Ohşayıptı mercanı

          Minbir derdin dermanı

          Çay, çay, çay…

              …..

          Herkese gelse gonah,

          Lazım değil soruşmah,

          Gelsin yemehten gabah,

          Çay, çay, çay…

…..

Çay deyince aklımıza hep bardak gelir, fincan gelir, buruk bir tad gelir. Çay paketi hiç gelmez! Çayın kültürümüzde yer bulan, “demlendikten sonraki hâli”dir. Çay paketi son zamanlarda hayatımıza ansızın siyasî bir giriş yaptı.

Çay ve siyaset

Çay kaçıştır, kavuşmadır, sığınaktır, limandır, tesellidir, arkadaştır ama siyasî bir alet hiç değildir.

Bu kadar kıymetlimiz çayın son zamanlarda, orda burda, siyasîler tarafından insanların üzerine atılması, fırlatılması, “alın da sesinizi kesin, için de susun” anlamında algılandığı için kalpleri incitmiştir. Hele yangın bölgesinde…. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Beş Şehir’inde İstanbul yangınlarını anlattığı satırları hatırlamamak mümkün mü? “…. tanınmış beyler, paşalar yangın seyrine çıkarlardı. İçlerinde arabasını koşturarak gidenler, yanlarında üşümemek için mevsimine göre sırtlarındaki kürkten başka battaniye götürenler, kaminota denen ispirto lambalarıyla seyir esnasında kendilerine kahve hazırlatanlar bile vardı. Benim çocukluğumda Şehzadebaşı’nda epeyce itibarlı bir paşa böyle yangına atı ve arabasıyla gidenlerdendi. Yalnız paşa kahve değil, çay meraklısı olduğu için arabasında semâver bulunurmuş.”

Atılan çay paketlerinin ne anlama geldiğini düşünüyorum, bir türlü bulamıyorum. “Yangına karşı demleyin…” demek olmayacağına göre?… Tanker tanker su beklenen yere paket paket çay!… Bu âdetten derhal vazgeçilmelidir. Bu âdetin aksi tesir yaptığını, yapacağını halkla ilişkiler danışmanları söylemelidir. Seçim kampanyaları sırasında atarsanız atınız ama âfetlerin ortasında bu “ritüel”in akılla, iz’anla, mantıkla açıklanabilir bir tarafı yoktur. Yukarıda yazdığım, enkazdan çıkarılanların, bir felâketten kurtarılanların ilk istediği şey olan “çay” bu değildir! Bir bardak çay ikram etmek ile bir paket çay atmak arasında dağlar kadar fark vardır.

Âfet bölgelerinde de, kendilerini feda edercesine çalışanlar bir dinlenme ânı bulabilirlerse eğer, çay içerler elbette, bir bardak çay içip yeniden başlama kuvveti bulabilirler, amma bunun için başlarına çay paketi atılmasına gerek yoktur.

Eminim vatandaşımızın atılan çayları yerde, ayak altında bırakmaması veya aynı hızla iade etmemesi çaya verdiği değerden, gösterdiği hürmettendir. Bizler bir bardak çayla mutlu oluruz, başımıza atılan çay paketiyle değil!

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

2 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar