Coğrafyadan vatana, Remzi Oğuz Arık

1969 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Bin Temel Eser” serisi içinde basılan “Coğrafyadan Vatana” isimli kitabı, Remzi Oğuz Arık'ın makalelerinden ve birçok farklı konudaki fikirlerinden oluşmaktadır.


Paylaşın:
Coğrafyadan vatana, Remzi Oğuz Arık

Coğrafyadan vatana, Remzi Oğuz Arık

Yazar Remzi Oğuz Arık!

Remzi Oğuz Arık, 1939-1950 yılları arasında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde arkeoloji profesörü olarak görev yapmıştır. Kendisi, 1950 yılında DP’den Seyhan milletvekili olarak siyasete atılmış olan bir ilim ve fikir adamıdır. 1952 yılında DP’den ayrılarak “Köylü Partisini” kurmuştur. Yazık ki 1954 yılında, henüz elli beş yaşındayken bir uçak kazasında hayatını kaybetmiştir.

Arkeoloji konusundaki eserlerini konumuzun dışında tutarak, yazarın fikir adamı ve siyasetçi kimliği ile ortaya koyduğu eserleri; Türk İnkılabı ve Milliyetçilik, Gurbet-İnmeyen Bayrak, İdeal ve İdeoloji’dir. 1969 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Bin Temel Eser” serisi içinde basılan “Coğrafyadan Vatana” isimli kitabı, yazarın makalelerinden ve birçok farklı konudaki fikirlerinden oluşmaktadır.

Remzi Oğuz Arık’ın “Coğrafyadan Vatana” isimli eserindeki makalelerinden yola çıkarak onun öne çıkan düşüncelerine belirli konu başlıkları altında biraz kafa yoralım istiyorum.

Coğrafya, Vatan, Tarih

Bir yurt parçasının, bir coğrafyanın nasıl vatan olduğunu, vatan olması için verilen mücadelelerle nasıl bir müşterek tarihin, edebiyatın ve musikinin oluştuğunu, bu kültürel değerlerin toplumları nasıl “millet” yaptığını, yazar Remzi Oğuz Arık şöyle anlatıyor:

“… Vatan, alelade bir toprak parçası değildir. Hakiki kimliğini üstünde yaşadığı insanlardan, onların eserlerinden alır… Hürriyetsiz vatan insana zindan olur. Vatan, insanların bu topraklar üzerinde verdiği mücadelenin hikâyesi olan tarihten ayrı da düşünülemez. Müşterek tarih toplumları millet yapar… Yaşanılan acı tatlı hatıralar bir potadan eriyip dökülerek coğrafyayı vatan yapar. Toprak çiğnene çiğnene vatan olur. Milliyet fikrinin doğuşu bir vatanla başlar.

… Coğrafyamız her yandan o kadar çok düşmanla rakiple sarılmıştı ki felaketler arasında durmadan bilendik. Bir toprağın coğrafyadan vatana yükselişi, kaç milyon faciaya, acıya, hatıraya mal olmuştur. Çocuğun doğarken kaç kere anasını öldürüp, dirilttiği gibi, coğrafya da vatan olurken üstündeki milleti öldürüp, öldürüp diriltir.

… İnsanı toprağa bağlayan şey öncelikle midesidir, sonra bu toprak için kavga verir, giderek kendine menfaat sağlamadığı zaman bile yoluna can verebileceği bir toprak haline gelir: İşte vatan budur… İnsana vatanı için can verdiren hatıralarıdır. Hatıralar olmazsa toprağın vatan bellenmesi imkânsızdır. İnsanın o toprakta yaşaması ile hatıralar doğar. Ama hatıraların sönmemesi nesillere aktarılması tarih ile mümkün olur… Tarih; Hatıralar yumağıdır… Hatıraları dile getiren ve canlı tutan edebiyattır… Edebiyatı yüreklere işleyen ise musikidir…”

Remzi Oğuz Arık, bir milletin vatan üzerinde meydana getirdiği eserleri, vatanın bağrına basılmış mühürler misali, o toplumun vatan üzerindeki hakkını, başkalarının gözlerine sokan gerçekler olarak değerlendirmektedir.

Türklerin İslâm’a ve “İslâm Rönesansı”na Hizmeti

Bilindiği gibi, İslâm tarihinde genel bir kabule göre “İslâm’ın Altın Çağı” veya “İslâm Rönesansı” olarak tanımlanan bir dönem vardır. Batı tarihçileri bu dönemi kasıtlı olarak “Arapların Altın Çağı” olarak nitelerler. Tarihçi Cengiz Özakıncı’ya göre bu dönem, Abbasi Halifesi Me’mun’un, Mutezile Mezhebi’ni benimsemesi ile başlar. Otuz sene sonra bir karşı devrimle bir müddet kesintiye uğrar; ama Horasan, Endülüs ve Sicilya’da dört asır sürer. Endülüs İslâm Devleti’nin Başkan Danışmanı ve Kurtuba (Kordoba) Kadısı İbn-i Rüşd’ün 1198 yılında sürgüne gönderildiği Fas’ın Marakeş şehrinde ölümü ile son bulur. Mezopotamya’da ise Gazali’nin etkisi ile daha önce son bulmuştur (İslâm’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü – C.Ö. Otopsi Yayını).

“İslâm Rönesansı” dedikleri…

“… Emevilere ve Abbasilere kalsaydı, Helenizm mirasından istifade edilemezdi. Bizans ve Arap Ortodoksların elinde zerresi kalmazdı. Türkler ister Abbasiler adına ister müstakil devletler halinde iş görsünler; kadim metinlerin Arapçaya çevrilmesi, aklın nakle üstün görülmesi, vicdan serbestliği… gibi konularda çok ileri adımlar attılar. Şark’ın ilk Rönesansı böyle doğmuştur. Bu ilk Rönesans, Arap halifelerle onlardan kuvvet alan Eşari ve Gazali elinde boğulmak üzere idi ki, Anadolu ve Yakın Şark’a yerleşen Selçuklu Türkleri vatanlarını bu Rönesans’ın mirasına bir bahçe gibi açtılar… Başka illerde barınamayan Şems-i Tebrizi, Mevlâna, Sultan Veled, Muhitti-i Arabi ancak buralarda hürriyet buldu. Tolerans, o dönem Anadolu’yu seçkin insanların buluşma yeri yaptı… Heykeller, kabartmalar, minyatürler, çiniler.… Selçukluların güzel sanatlarda ve düşünce özgürlüğünde nerelere vardığını gösterir… Bunlar Eşari ve Gazali dünyasında mahkûm olmuş düşünce ve eylemlerdi… Selçukludan bayrağı Osmanlı devraldı…”

Tarih; Hatıralar yumağıdır… Hatıraları dile getiren ve canlı tutan edebiyattır… Edebiyatı yüreklere işleyen ise musikidir…

Tarih; Hatıralar yumağıdır… Hatıraları dile getiren ve canlı tutan edebiyattır… Edebiyatı yüreklere işleyen ise musikidir…

Türklük Bilinci

Yazar Remzi Oğuz Arık, Oğuz boylarının, Türklük bilincine ancak Millî Mücadele ile tam olarak ulaştığını belirtmiştir. Anavatanın kucak açtıkları kitleler için mutluluk getirdiğini; ancak bu durumun Türk’ün aleyhine sonuçlar doğurduğunu savunan yazar, bu konuya özellikle dikkat çekmiştir. “…Osmanlılık ve Turancılık ideolojilerinin ağırlık merkezi Anavatan’ın dışındadır. Emellerimiz başka yerlere çevrildi. Anavatan’ı müstemlekeleri yoluna inanılmaz bir gafletle harcadık. Bizim İmparatorluğu başka imparatorluklardan ayıran en mel’un vasıf budur. İmparatorluğumuzun bütün felaketlerini bu esasa bağlamakta tereddüt etmiyoruz… Oğuz Boylarının kendi gerçeklerine ermesi için İstiklâl Harpleri gibi bir cehennemden geçmesi gerekiyormuş. Bu harplerin yangınında Türk realitesine aykırı ne varsa kül olmuştur… Bu yurt, öz kitlesine katılan kitleleri de en çok mutlu eden bir vatan olmuştur. Ancak bu insanca ve demokratça iyilikler, vatanını milyonlarca seçkinini feda ederek ayakta tutan Türk’ün aleyhine olmuştur… Anavatan milliyetçiliğimizin baş realitesidir.”

Remzi Oğuz Arık, “tecanüsünü tam bulmamış, çokluğu her bakımdan ön safta yürümekten geri kalmış cemiyetlerde demokrasinin, millet bütünlüğünü parçalayacağı” düşüncesinden hareketle, vatanı kurmuş olan asıl kitlenin (Türklerin) siyaset, iktisat ve kültür gibi alanlarda ön safta bulunmayışına özellikle dikkat çekerek, bu uygunsuzluğu gidermenin yönetimin görevi olduğunu belirtmiştir.

Bu noktada, Osmanlı Devleti zamanından bu yana devam eden bu uygunsuzluğun sadece Atatürk döneminde düzeltildiğini ve ondan sonra dengelerin tekrar değiştiğini belirtmeden geçmek doğru olmayacaktır. Diğer taraftan çoğunlukta olan Türklerin ön planda yer almadığı Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet gibi demokratik hamlelerin, Osmanlı’nın bütünlüğüne değil ayrışmasına neden olduğu gerçeği de yazarın bu görüşünü doğrulamaktadır. Nitekim, yükselişi bir ideal olarak Tanzimat ile başlayan “Osmanlılık ideali” için en büyük fedakarlıkları Türkler yapmışlardır.

Yazar Remzi Oğuz Arık, Türklüğü içinde en mükemmel şekilde duyan ve bunun gereğince yayan aydının “sarıklı ihtilalci” lakaplı Ali Süavi olduğuna ve diğer Türk aydınlarının henüz ne istediklerini bilmediklerine dikkat çekmiştir. Ayrıca yazar, 1912 Balkan faciasının “Osmanlılık” düşüncesine inmiş bir darbe olduğunu belirterek bundan sonraki süreçte kendi yalnızlığımızın ve kendi varlığımızın farkına vardığımızı vurgulamıştır.

Laiklik

“…Laiklik bugün toplumumuzda denge faktörüdür. Topraklarımız üzerindeki azlıkları hatırlayarak ayrı ayrı dinden olan bu kitlelerle yaşamaya mecbur olan çoğunluğun yalnız kendi dinini devletin resmi dini yapamayacağını, yaparsa milletin zarar göreceğini düşünecek kadar milliyetçi olmak yeter… Ardından laiklik gelecektir.”

“Bu vatanın her köşesi hepimizindir.”

“Bu vatanın her köşesi hepimizindir.”

Türk Köy Kadını

Remzi Oğuz Arık, Türk köy kadını üzerinden Anadolu’nun çok önemli bir sosyolojik gerçeğine değinmiştir. “Anadolu’yu tüm harablığına, geriliğine rağmen başka yurtların üzerine çıkaran şey “Köy Kadını” dır… O, çocukluğunu duymadan kızlığa, kız yaşını tanımadan kadınlığa, kadınlığa doyamadan toprağa geçen varlık… Kaç asırdır Anadolu, kendi müstemlekeleri yoluna doğranan bir damar gibidir… Osmanlı’nın tek endişe duymadan, tek merhamet, tek saygı göstermeden her türlü ‘kumarlara bastığı’ insan serveti, bugün hala millete yakışacak kalitede ise, bunu köy kadınına borçluyuz. Köy kadını, bir tane bile çocuk yetiştirmemek için her türlü mazereti öne süren ‘şehir kadını’nın aksine ‘çocuk belâsı’nı kendi sütü ve kendi kanı ile besliyor.”

Hemşericilik-Bölgecilik

Remzi Oğuz Arık, arkeolojik araştırmalar için görevli olarak gittiği Kuzey Anadolu şehirlerimizde, Adanalı birisi olarak kendisine yabancı gözüyle bakılmasından büyük rahatsızlık duymuştur. Bu durum karşısında “Bu vatanın her köşesi hepimizindir.” diyerek tepki göstermiştir. Bölgeciliğe-hemşericiliğe karşı geliştirdiği bu keskin tavrının arka planında belki de bu ve benzeri olayların da etkisi olmuştur.

Yazar, “Rejyonalist kimdir?” diye sorarak halkımızın, hatta kültürlü kesimlerin bile farkında olmadan itibar ettiği; ancak vatan, millet bütünlüğü ve Türk Dünyası kavramları ile çelişen “bölgeciliğin” kaynağını da açıklamıştır.

“…Selçuklu dağıldıktan sonra Anadolu’da kurulan beylikler, kasaba ve şehirleri bir devlet ölçüsünde ele almış, her şehir; suru, kalesi, lehçesi göreneği ile müstakil bir hars yaratmıştır. Osmanlı bunları toplayıp bir imparatorluk kurduğunda dahi, bu beyliklerin, ailelerin sülalelerin hınçları devam etti… Denilebilir ki; Bugün Anadolu’da her beyliğe ait ayrı bir ağız, ayrı bir folklor, ayrı bir etnografya vardır. Mahalli hemşericiliklerimizin asıl sebebini bizim bu bünyemizde aramalıyız.

…İmparatorluk cihazı bu adem-i merkeziyetçi kültürel yapı üzerine nasıl oturduysa, Türkiye cumhuriyeti de bu harsı hususiyetleri alarak kıymetlendirmek durumundadır. Bu kültürel farklılıklara paralel olarak mahalli hemşericiliği, bir yok olası ayrılık, piçleşmiş bir rejyonalizm (bölgecilik) saymaktayız… Her yöremiz ayrı güzeldir… Orada doğup büyümeyi, o güzellikleri anmayı, sevmeyi Türkiye ölçüsünde bir kazanç sayarız. Ama bu gayreti bir ‘mıntıka vatanperverliği’ şekline sokanlarla barışmamıza imkân yoktur.”

Monarşi

“…Monarşi bir belâdır, mukaddes bir gasptır… Fütuhat, ilim, sanat, refah… vs. tek kişinin veya tek kişiye satılmış bir gurubun keyfine bağlıdır…. Milletin, idare edene alet kılınışının siyasi neticesi, teklere, azlıklara, onların keyfine, heveslerine mahkûmluktur… Böyle bir idarenin psikolojik neticesi; Tevekkülün tembellik halinde kökleşmesidir.

Kendini, idare edenin düşünmesine bırakarak her yapılana boyun eğilmesi, toplumun fertlerinde sorumluluk, teşebbüs ve mücadele kabiliyetinin kısırlaşıp sönmesidir… Böyle bir toplumda artık her şey idarenin kalemine kâtip yetiştirir. Okullar, üniversiteler birer kalemdir, bürodur…Böyle bir toplumda tek hiyerarşi vardır: Eşkıya ve köle hiyerarşisi…Tek hegemonya vardır: Bürokrasi.”

Yazar Remzi Oğuz Arık, monarşi konusundaki düşüncelerini yazarken, acaba özenle korudukları Cumhuriyet değerimizin 21. yüzyılda “Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi” ile bir tür mutasyona uğrayarak monarşileri dahi aratan bir yapıya dönüşeceğini düşünebilir miydi?

Monarşilerin olumsuzluklarını anlatırken, bir gün Cumhuriyetimizin de aynı hastalıklarla malûl olacağını düşünebilir miydi?

Kendini, idare edenin düşünmesine bırakarak her yapılana boyun eğilmesi, toplumun fertlerinde sorumluluk, teşebbüs ve mücadele kabiliyetinin kısırlaşıp sönmesidir.

Kendini, idare edenin düşünmesine bırakarak her yapılana boyun eğilmesi, toplumun fertlerinde sorumluluk, teşebbüs ve mücadele kabiliyetinin kısırlaşıp sönmesidir.

Sonlarken

Değerli fikir ve siyaset adamı Remzi Oğuz Arık’ın, “Coğrafyadan Vatana” adlı kitabında değindiği önemli konulardaki görüşlerine değindik. Bunların içinde iki konunun şimdiye kadar diğerlerine nazaran pek de öne çıkmadığını veya dikkatlerden kaçtığını söylemekten geri duramayız. Bunlardan birincisi, onun “mıntıka vatanperverliği” olarak nitelediği hemşericilik anlayışına tepkisidir ki, buna günlük hayatımızda birçoğumuzun hele ki entelektüellerimizin dikkat etmediğini düşünenlerdenim, ikincisi ise onun “Eşari ve Gazali” konusundaki düşünceleridir.

Eşari ve Gazali konusunda ilahiyatçı ve tarihçi birçok bilim adamımızın, yazarı doğrulayan görüşlerine ulaşmak mümkündür. Bunlar da bir başka yazının konusu olmalıdır belki? Kim bilir?..

 

Yazar

Aziz Bozatlı

1 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar