Yükleniyor...
Bugün bir açık hava müzesi manzarasıyla ziyaretçilere hayranlıklar yaşatıyor. 50’den fazla anıt bina ve 250 evden müteşekkil bir kale içi. Saraylar, medreseler. camiler, türbeler, kervansaraylar, çarşılar.
Özbekistan deyince üç şehir aklımıza gelir: Taşkent, Semerkant, Buhara. Halbuki görülmeyi fazlasıyla hakkeden bir şehir de Hive’dir. “-dir” dediğime bakmayın, ben de yeni öğrendim!
Taşkent’ten birbuçuk saatlik uçuşla Ürgenç Havalimanına indik, oradan kara yoluyla kırk dakikada Hive.
Hive adını hanlıklar döneminden az çok biliriz. O dönemle birlikte tarihin karanlığına karışmış gitmiş, artık olmayan bir şehir kabul etmişiz. Hafızamızda gerilere itilmiş. Halbuki orada, bugünkü Özbekistan’ın en tarihî şehri olarak yaşamakta.
Özbekistan’ın en batısında. Harezm bölgesinde. Türkmenistan sınırına sadece 5 kilometre. İpek Yolu güzergâhının mühim durağı, Karakum ve Kızılkum çölleri arasındaki vaha. 1512-1920 arasında devam etmiş Hive Hanlığının -Ürgenç’ten sonraki- merkezi. Şimdiki Özbekistan’ın, turizm gelirleriyle, pamuğu, pirinci, kavunuyla ayakta duran 50 küsur bin nüfuslu şehri.
UNESCO 1990 yılında Hive’yı Dünya Kültür Mirası listesine almış. Bu hem tarihî dokunun onarılması için maddî destek anlamına geliyor, hem de dünya kamuoyu nezdinde farkedilmesini sağlıyor ve turizm gelirlerini arttırıyor.
Hive’deki tarihî eserlerin restorasyonuna SSCB’nin son dönemlerinde başlanmış. Şehir iç içe iki sur ile çevrili. Dıştaki surlar artık yok. İçteki surun çevrelediği merkeze “İchan(İçan) Kala” deniyor ve burası 1969’dan beri koruma altında. O zamana kadar yıkılan, yokedilenlerden ne kaldıysa restore edilmiş. Bugün bir açık hava müzesi manzarasıyla ziyaretçilere hayranlıklar yaşatıyor. 50’den fazla anıt bina ve 250 evden müteşekkil bir kale içi. Saraylar, medreseler. camiler, türbeler, kervansaraylar, çarşılar. Hemen hepsi onsekizinci, ondokuzuncu yüzyılın eserleri. Sadece Cuma Mescidi’nin tarihi onbirinci-onüçüncü asra kadar gidiyor. 212 ahşap sütunundan birkaç tanesinin onbirinci yüzyıldan kalma olduğunu öğrendik.
Cuma Mescidi’nin iç mekan görünümü
Kum rengi tuğla ve kerpiç binaları, ahşabın dantel gibi oyulduğu sütunları, firûze işlemeleriyle göz kamaştıran Hive… Kendileri h’yi biraz genizden çıkararak “Hiva” okuyor ve “Khiva” veya Xiva yazıyor. Ebulgazi Bahadır Han’ın yurdu. Ebulgazi Bahadır Han’ın kitabı kitaplığımın en eski kitaplarındandır. Tercüman 1001 Temel Eser’den çıkmıştı, daha ortaokuldaydım aldığımda. Şecere-i Terâkime=Türklerin Soy Kütüğü. Yıllar sonra öğrencisi olacağım Muharrem Ergin yayına hazırlamıştı. Önsözünde der ki Ergin Hoca: “Ebülgazi Babadır Han, tarihi hem yapan, hem yazan hükümdarlardan biridir.” Hive’de onyedinci asırda yirmi yıl hanlık yapmış.
Dörtyüz yıl devam eden Hive Hanlığı’nda iki hanedan gelmiş geçmiş.
Anadolu’da beylikler dönemi. Türkistan’da hanlıklar dönemi. Hive (yahut Harezm) Hanlığı, Buhara Hanlığı, Hokand Hanlığı, Kazak Hanlığı… Anadolu’da beylikler dönemi Fatih’in güçlü ve kararlı idaresi ve -elbette sancılı- mücadelesiyle sona erdikten sonradır ki “devlet” olundu, “imparatorluk” olundu. Bir boyun diğer boyları hakimiyeti altına alması zor bir süreçtir, çünkü anlaşmayla olmaz bu, savaşla olur. Fatih’in Karamanoğullarını, Akkoyunluları ve diğer beylikleri yenip topraklarını sınırlarına katmasını şimdi tarih kitaplarında Osmanlı’nın, Fatih’in başarıları olarak okuyoruz. O zaman bu mücadeleler kimbilir ne acılara, öfkelere yol açtı?! Anadolu kasabalarının, köylerinin Fatih’in askerlerini çiçeklerle karşıladığını söylemek mümkün mü? Ama başka da çare yoktur. Güçlü devlet olmanın başka yolu yoktur! Türkistan’da Timur imparatorluğunun dağılmasından sonra tekrar “devlet” olmanın mümkün olmadığını görüyoruz. Hanlıklar kâh birbirleriyle, kâh kendi içlerinde iktidar kavgalarıyla, kimi zaman çok parlak devirler de geçirerek ayrı ayrı yaşamışlar. Ondokuzuncu asırda Çarlık Rusyası, yirminci asrın başlarında da Sovyetler Birliği pençelerini uzatıp hepsini birer birer ortadan kaldırana kadar bu parçalı siyasî yapı devam etmiş. Acaba diyorum, Fatih gibi, Timur gibi bir hükümdar çıksa da hanlıkları bir bayrak altında toplayıp “devlet” kurabilseydi, SSCB karşısında nasıl rol oynar, tarihin akışı nasıl olurdu?
Onsekizinci asrın Türkmen şairi Mahtumkulu da bu birliğin hasretini çekmiş:
Türkmenler baglasa bir yere bili,
Gurıdar Gulzumı, derya-yı Nili,
Teke, Yomut, Göklen, Yazır, Alili,
Bir dövlete gulluk etsek beşimiz.
(Bil: Bel. Gurıdar: Kurutur)
Şairin arzusu olmamış! Hanlıklar, boylar, beğler yumruğu bir yere vurmamış. Vuramazlar da! Hükümdarlık böyle bir şey! Ya Orta Asya hanlıklarında olduğu gibi parça bölük yaşayacaklar, sık sık birbirleriyle kavgaya tutuşacaklar, ama hiç birinin gücü diğerini ortadan kaldırmaya yetmeyecek, nihayet bir başka devletin avı olacaklar; ya da biri diğerlerini ortadan kaldırarak tek ve güçlü bir devlet kuracak. Tarih başka türlüsünü yazmıyor.
Hive İçan Kala’da Mahtumkulu’nun üç yıl yüksek tahsil gördüğü Şirgazi Medresesi’ni gezerken Mahtumkulu’na mâledilen “Türkmen’in” şiirini hatırlıyorum:
Gönüller, yürekler bir olup başlar,
Toplansa yığın, erir topraklar taşlar,
Bir sofrada hazır kılınsa aşlar,
Yükselir o zaman ikbali Türkmenin.
Bu şiir muhtemelen Mahtumkulu’nun değil ama onun şiiri gibi dillerde dolaşıyor. (Hatta TRT Müzik kanalında, “söz Mahtumkulu” denerek Âdile Kurt Karatepe tarafından şarkı formunda okunmuştu.) Bu durum da bize Mahtumkulu’nun Türk dünyasının birliği, dirliği konusunda şiirlerini de aşan rolünü göstermektedir. Dilde, fikirde, işde birlik diyen Gaspıralı’nın mısralarla habercisidir.
Hanlıklar, hanedanlar, boylar, beğler devri sona erdiğine göre, artık, hiç değilse şimdi, şairin arzusu yerine gelmelidir.