Dağ, Su, Tekke…

Sulh ve sükûn Buna’nın kaynağında kaldı! O odada! Deniz, Adriyatik… Lacivert sular… Dalmaçya kıyıları… Neum’dan güneye doğru yola koyulduktan birkaç dakika sonra sınır kapısı. Hırvatistan!


Paylaşın:

Saltık, seni Rum ülkesine saldık.”

Hacı Bektaş-ı Veli

 

Buna Nehri’nin kaynağına gidiyoruz.

Neretva Nehri’nin kollarından, 9 kilometrelik kısacık Buna. Saniyede geçen ortalama 43 metreküp su ile Avrupa’nın debisi en yüksek içilebilir su kaynaklarından biri olan Buna. Tertemiz suyu buz gibi soğuk Buna. 8-9 santigrat dereceyi geçmeyen suyu, kasabada elektrik yokken, yiyecekleri bozulmadan saklama konusunda buzdolabı vazifesi gören Buna.

Mostar’dan yola çıktıktan on beş-yirmi dakika sonra, Blagay kasabası… Arabadan inip yürüyoruz. Blagay, Sırp dillerinde “ılıman, ılımlı, hafif, yumuşak” demek olan “blaga” kelimesinden geliyor.

İncir, dut ve nar ağaçları arasındaki dar ve taşlı yoldan kıvrılınca birden karşımızda inanılmaz bir manzara! İşte Buna Nehri! Ve… Karşı kıyıda yüksek ve dimdik, kayalık bir dağ. Bir uçurum! Dibinde bir mağara. Mağaradan kopup gelen bir akarsu. Yeşille mavi arası bir su. O dimdik kayalardan şekillenmiş gibi, o sarp kayaların bağrından doğmuş gibi, kayalarla koyun koyuna, ön cepheden üç katlı, ahşap beyaz bir bina. Binanın önü su, arkası, yanı duvar gibi dağ…  İnsanın gözünü alamadığı çarpıcı bir manzara. Bu evi buraya nasıl yaptılar? Bu evi niçin buraya yaptılar?

Burası Blagay Tekkesi’dir.

Dağ, su, tekke.

Tekke, Osmanlı’nın bu topraklara ayak basmasından çok önce, Rumeli’ye doğru inanç seferberliğine çıkan alperenlerin ocağı olmuş. Bilhassa bir isim öne çıkıyor: Sarı Saltuk. Kendilerine mekân olarak burayı ilk seçenler kimdi? İlk taşı koyan, ilk harcı karanlar kimdi? Sonraki asırlarda birçok tamirat geçiren binayı ilk defa Sarı Saltuk mu kurdu? Bu inanılmaz köşenin seçilmesi sükûneti ve emniyeti için olsa gerek. O ilk taşı koyanlar, ilk harcı karanlar ordu ile gelmemişlerdi zira. Gönüller fethine gelmişlerdi. Yeni ayak basılan topraklarda güvenliği sağlamak için sırtını dağa vermek şarttı. “Arkam sensin kal’am sensin dağlar hey…” demişlerdi.

Suyun beri yakasından seyrine doyamadığımız tekkenin içine girmek üzere nehir üzerindeki köprülerden birinden karşıya geçiyoruz.

Dağa yaslanmış duran tekke binasına uzanan taş döşeli iki yanı çiçekli yol boyunca demir tırabzanlara takılı levhalarda Arap harfleriyle “Hû” yazıyor.

Hû diyelim gerçeklerin demine

            Gerçeklerin demi nurdan sayılır[1]

            …

Girişte bir mermer levhada tanıtım yazısı:

“Alperenler Tekkesi. 15. yy başlarında alperenler( dervişler) tarafından, “Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek” idealiyle kurulan tekke, tarihinde Kadirî, Rufaî, Halvetî ve Nakşibendî tarikatlarına ev sahipliği yapmış ve halen de devam etmektedir. Türbe (Sarı Saltuk ve Şeyh Açıkbaş), ibadet odaları, misafirhane, mutfak, hamamlık, iç avlu ve abdesthane bölümlerinden oluşmaktadır.”

Tekkenin kuruluş tarihi on beşinci yüzyıl olarak verilmiştir, ama Sarı Saltuk’un on üçüncü yüzyılda yaşadığına inanılır. Bu noktada Sarı Saltuk -veya Sarı Saltık- tarihî bir şahsiyet mi, menkıbevi bir şahsiyet mi, sorusu akla geliyor. Alperen mi, gazi derviş mi, destan kahramanı mı? Hepsi mi? Belki birden fazla kişi Sarı Saltuk kimliğinde birleşmiş. Görünen o ki, destan kimliği tarihî kimliğinin önünde ve üstünde. Rumeli’nin Müslümanlaştırılmasında ilk akla gelen isimlerden biri. Ahmed Yesevî’nin dervişi olduğuna ve Pîr-i Türkistan’ın onu Hacı Bektaş-ı Veli’ye gönderdiğine, Hacı Bektaş’ın ocağından da irşat seyahatlerine çıktığına inanılır. Başka türlü rivayetler de vardır. Halk kıymet verdiği isimler üzerinde hikâyeler dillendirmekte serbesttir. Ondan söz eden pek çok eser varsa da hayatı hakkında en önemli kaynak, Cem Sultan’ın emriyle Ebulhayr Rumi’nin yazdığı Saltuknâme’dir.

Tekkedeki türbede yan yana duran iki sandukadan biri gerçekten ona mı ait? Kim bilir? Anadolu’nun ve Rumeli’nin birçok yerinde Sarı Saltuk mezarları var. Daha doğrusu makamları. Burası da o makamlardan biri gibi görünüyor.

Tekkeyi ziyaret edenler sadece Müslümanlar değil, etrafta her dinden, her milletten insanlar görüyorum.

Tekkede pazartesi ve perşembe akşamları zikir yapılmaya devam ediliyormuş.

Ayakkabılarımızı çıkarıp giriyoruz. İnce, uzun, koyu kahverengi tahta pervazlı pencereleri, aynı renkten tahta tavanları, ikinci kata çıkan tahta merdiveni ile yabancısı olmadığımız üslûpta bir Anadolu evi… Sedirlerle, minderlerle, yastıklarla,  halı ve kilimlerle, el işlemeli örtülerle, sade döşeli odalar.

Odanın birinde pencere nişinde küçük bir rahle üzerinde açık bir Kur’an-ı Kerim. Pencere Buna’nın kopup geldiği mağaranın ağzına bakıyor. 240 metre yukarıdan aşağıya dimdik inen kayalık bir dağ ve mağara… Mavi ile yeşil arası sular mağaranın karanlığından usul usul aydınlığa akmakta. Başka hiçbir şey görünmüyor o noktadan. Savaşlar, acılar, kinler, zulümler, çirkinlikler, kötülükler… Hiçbir şey o noktada yok! Dünyanın karmaşası, kavgası, dağdağası yok!  Dünya o noktada yok! Sulh ve sükûn noktası! Dünyada olmayan iki şey! Suyun sesini dinleyerek ve mağaranın karanlığından çıkıp gelen suyu seyrederek o noktada oturun! Dağ, su ve insan…

Biz geniş deniz manzaralarına açılan pencereleri seven insanlarız. Adalar, yelkenliler, büyük gemiler, geceleyin ışıklar… Göl manzaraları da olur.  Yahut bir vadinin bütün engebeleri ve türlü tonlardaki yeşilliğine ve geceleri milyonlarca yıldızın parıltısına hâkim pencereler… Bu kadar dar bir manzara içinde derinlik ve ferahlık…  Hayret!

Tekkenin avlusunda açık hava kahveleri var. Yukarıdaki, mağaranın ağzına ve mavi yeşil sulara bakan Kur’an-ı Kerim’li odanın ruhaniyeti ve derinliği, bakır kahve cezvelerinden kulpsuz porselen fincanlara kahveler dökülürken, tabaktaki lokumlar ağza atılırken dağılıyor. Dünya burada! Dünya artık Sarı Saltuk’un, alperenlerin dünyası değil! Bu tekkeye ziyaretçiler gelecektir, 5 Euro giriş ücreti ödeyecektir, onlara hediyelik eşyalar satılacaktır, onların yemeleri içmeleri için mekânlar işletilecektir, para kazanılacaktır.

Tekrar yukarıdaki o odaya çıksam diyorum… O Kur’an-ı Kerim’li pencerenin önüne oturup mağaranın meçhulünden çıkıp gelen yeşil-mavi suyu, o kayalık duvarı seyretsem… Hiç kıpırdamasam… Konuşmasam… Dünyayı unutsam…

Rehberimiz Esmer, el ediyor uzaktan. Gitmemiz gerek!

Öyle… Vakit doldu! Dünya bizi bekliyor. Hâlbuki o pencerede zaman durmuş gibiydi. O pencere zamanı durduracak gibiydi.

Bosna Hersek’in yakın zamanda yaşadığı büyük acıları, yaşayanlardan dinlemekten yorgun düşen ruhumuz, zamanın dışında böyle bir kaçış noktası arıyor belki, fakat alperenler ömürlerini o pencereden dağa ve suya bakarak, dünyayı unutarak geçirmediler. Nehir üzerinde değirmenler kurmuşlar, ağaçlar yetiştirmişler, tarımla uğraşmışlar, çevredeki halkla haşır neşir olmuşlar, gerektiğinde savaşa da katılmışlar. Sonra gelip o noktada oturmuşlar, düşünmüşler. “Alp”lık ve “eren”lik bir denge meselesi değil midir zaten?

Blagay’dan güneye devam ederek Neretva Nehri kıyısında, yeşillikler arasında taş binaları, taş merdivenleri, taş döşenmiş dar sokaklarıyla küçük Osmanlı kasabası Poçitel’i… Neretva’ya dökülen bir başka ırmak Trebizat üzerindeki, 28 metreden akan suları, döküldüğü yerde 120 metre çapında oluşmuş gölü ile Kravica çağlayanlarını, muhteşem yeşil tabiatı ve çok şaştığım köpük köpük soğuk suların içinden yükselen ağaçları ile o su cennetini ziyaret ettikten sonra, ertesi gün güneye doğru devam ediyoruz.

Hiç Bosna Hersek haritasına dikkatle baktınız mı? Bosna Hersek bir kara ülkesi. Fakat denize doğru incecik bir ağzı var. Bir dil… 21 kilometre. O incecik ağzın iki tarafı Hırvatistan. O incecik ağzın sağına gitseniz de Hırvatistan, soluna gitseniz de… Bosna Hersek’e denize açılması için bu kadarcık bir kıyı vermişler.  O dilin dışında bütün kıyı şeridi Hırvatistan’a ait. Daracık kıyıda Bosna Hersek’in sayfiye kasabası Neum var. Neum, Hırvatistan’ın kuzey ve güney toprakları arasında tam bir Akdeniz şehri. Deniz, kum, güneş…  Tabelasında “Pekara” yazılı fırınları ve o leziz börekleri görmeseniz Bosna Hersek’te olduğunuzu anlamayacaksınız. Bu küçük kasaba, bu kısacık sahil şeridi, 1995’te yapılan ve Bosna Savaşı’nı sonlandıran Dayton Anlaşması’nda Aliya İzzetbegoviç’in direnmesi ile Bosna Hersek sınırlarında kalmıştır. Fakat Bosna Hersek’in idari yapısı, etnik yapısı o kadar karışıktır ki, yarın öbür gün bu 21 kilometreyi de, ülkenin denize olan bu tek çıkış noktasını da gasp etmeyeceklerinin garantisi yoktur.

Yarın öbür gün mü? Bu gasp işi çoktan yapılmış! Neum kıyısında sağımıza baktığımızda ilerde beyaz, yelpaze gibi açılmış halatlarıyla zarif bir asma köprü gördük. Rehberimiz “Çinliler yaptı bu köprüyü.” dedi. Peljesac Köprüsü. Çinliler yaptı da, yapana değil, yaptırana bakın! Köprü iki buçuk kilometreye yakın uzunlukta, Hırvatistan ana karasını, yine Hırvatistan toprağı olan Peljesac Yarımadası’na bağlıyor. Ana karasıyla yarımadasını birbirine bağlamak devletin hakkıdır elbet. Köprü yapılmadan önce Hırvatistan’ın kuzey topraklarından güney topraklarına gitmek isteyen bir Hırvat, iki defa Bosna Hersek sınırını geçmek zorundaydı. Hırvatistan hükûmeti bu zorluğu gidermek istemiş görünüyor. Fakat… Yapılması 1997’de kararlaştırılan, bir takım gecikmelerden, plan değişikliklerinden, protestolardan, bütçe sıkıntılarından, nihayet 2013’te tam üye olup Avrupa Birliği fonlarından kaynak bulunduktan sonra 2018’de inşaata başlanıp 2021’de tamamlanan, 2022’de trafiğe açılan köprü, Bosna Hersek’i baypas ederek, ülkenin açık denizlerle irtibatını kesmek gibi bir amaca da hizmet ediyor. Hırvatistan hâlisane bir niyetle, “Köprüler yaptırdım gelip geçmeye” demiş gibi görünmüyor! “Siz mi kendinize denize açılan toprak kazandınız, ben de böyle yaparım!” Neum kasabası bugün kumsalı, plajları, mavi suları ile deniz kıyısı kasabası manzarasındadır amma iki taraftan sıkıştırılmış bir denizdir bu. Hırvatistan, teorik olarak kendi toprakları üzerinde köprü inşa etme hakkını kullanmıştır, fakat Peljesac Köprüsü Neum’un ve dolayısıyla Bosna Hersek’in dünya ile deniz ulaşımının, deniz turizminin önüne set çekmiştir. Neum’un şu anda büyük bir limanı yok, ama yapılabilir ve şu anki durumda, deniz yüzeyinden 55 metre yükseklikte olan köprünün altından geçip limana, meselâ sekiz-on katlı bir kruvaziyer gemi giremez. Ya bir de savaş çıkarsa?… Milletlerarası sularla irtibatı olmayan bir Bosna…

Sulh ve sükûn Buna’nın kaynağında kaldı! O odada!

Deniz, Adriyatik… Lacivert sular… Dalmaçya kıyıları… Neum’dan güneye doğru yola koyulduktan birkaç dakika sonra sınır kapısı. Hırvatistan!

[1] Şah Hatayî

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

2 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar