Ecdada laf ettirmeyiz, ama…

17.01.2011   Bu sefer de gündemin taşınmaz hafifliğiyle ilgili yazmak istiyorum: Muhteşem Yüzyıl! Önce diziyi sinema-televizyon tarihimizdeki yerine oturtalım. Bu çevirdiğimiz kaçıncı Kanunî Sultan Süleyman filmi? O devir ki Türkiye dünyanın bir numaralı süper devletidir. Yüzölçümü bugünkünün tam on katıdır, yedi milyon kilometre kare. Kuzeyde Don ile Volga arasına kanal açmak, Güneyde Hint Okyanusu’na hâkim olmak, […]


Paylaşın:

17.01.2011 
 
Bu sefer de gündemin taşınmaz hafifliğiyle ilgili yazmak istiyorum: Muhteşem Yüzyıl!

Önce diziyi sinema-televizyon tarihimizdeki yerine oturtalım. Bu çevirdiğimiz kaçıncı Kanunî Sultan Süleyman filmi?

O devir ki Türkiye dünyanın bir numaralı süper devletidir. Yüzölçümü bugünkünün tam on katıdır, yedi milyon kilometre kare. Kuzeyde Don ile Volga arasına kanal açmak, Güneyde Hint Okyanusu’na hâkim olmak, Batı’da Fransa’yı İspanya karşısında, Protestanları Papa karşısında desteklemek stratejik hedefleridir. Avrupa’da padişahın ve devletinin sıfatı, “Grand Turk”dür.

Bu kaçıncı Kanuni filmi?

Evet, hal böyle iken bu çevirdiğimiz kaçıncı Kanunî Sultan Süleyman filmi? … Derin bir sessizlik ve acı cevap: Galiba ilk! Film uzmanı değilim. Belki Kanunî’den bahseden veya onun devrinde geçtiği için sözünün edildiği, uzaktan, yakından görüntüsünün verildiği başka eserler de vardır ama şöyle zihinlerimizde yer eden bir altın çağ eseri, bir Kanunî filmi yok!

Peki, daha dünkü Millî Mücadele’ye ait veya Mustafa Kemal’e ait kaç filmimiz var? Küçük Ağa, Ateşten Günler… Her biri iki elin parmaklarını bulur mu? Bir elin?

İnsanın burada bir şeyleri karşılaştıracağı geliyor. Başka milletlerde hal nedir? Meselâ Amerikanları alalım. Bakalım tarihleri hakkında kaç film çevirmişler. Pek hakkaniyetli bir karşılaştırma olmayacak. ABD tarihi iki asrı ancak geçiyor. Bizimki Anadolu’da bin yıl, dünyada üç bin yıla uzanmakta. Ama olsun. Bir karşılaştıralım…

Tarihin sahibi yok

Meselâ Amerika, Pearl Harbor ile ilgili kaç film çevirmiştir? Bir Kanunî’den, bir asırdan, bir devirden değil, bir limandan bahsediyoruz. Hani şu Japonların 1941’de bombaladığı, bu bombardımandan tam kırk üç yıl önce ABD’nin bir darbeyle ilhak ettiği Hawaii’nin, Maui Adası’ndaki Honolulu şehrinin “İnci Limanı”ndan. Imbd.com sitesine girip anahtar kelimeler diye “Pearl Harbor” yazıyorum: Doğrudan Pearl Harbor’u anlatan 104 başlık; dolaylı atıf yapan 16 başlık; ceman 120 film! Eminim siz de, küçük yaşınızdan beri Japon uçaklarının gelip limandaki Amerikan donanmasını bombalayışlarını, hiç seyretmediyseniz on- on beş defa seyretmişsinizdir.

Yukarıda Mustafa Kemal demiştim. Eh Amerikanlar için ona en yakını -benzetmek gibi olmasın- George Washington’dur herhalde. Bakalım kaç film çevrilmiş: Doğrudan George Washington filmi 88 adet. Dolaylı atıf yapılan film: 56 adet. Toplam 114 başlık.

Şimdi mehteran eşliğinde yürüyüş yapanlara, kınayanlara, kınamayanlara, RTÜK’e elektronik posta gönderen 90 küsur bin kişiye soruyorum: Bu tablo karşısında ne düşünürsünüz? Türkiye’de şimdiye kadar topu topu bir tek (yoksa iki mi?) Kanunî filmi yapıldığı ayıbı mı daha önemlidir yoksa Sultan’ın bu dizide bade içip içmediği, güzel sevip sevmediği mi? 90 bin elektronik postayı kopyalayıp yapıştırmak yerine her biriniz bir kelime yazabilseydiniz hesapladım yaklaşık dört tane Kanunî senaryosu çıkacaktı!

Daha iyisini siz yazın!

Bu dizi kötü mü? Ne olur iyisini siz yazın; yazdırın. Sonra birisi o iyisini tenkit etsin ve tutup daha iyisini yazsın. Böylece devam etsinler. Yüz on dört Washington’a karşı hiç olmazsa on dört Kanunî’miz olsun.  On dört Kanunî’ye razıyım çünkü muhtemeldir ki o sırada diğerleriniz Mimar Sinan’ı, Itrî’yi, Fatih’i, Orhan Gazi’yi, Sultan Alparslan Han’ı, Çağrı Bey’i, Fuzuli’yi, Yusuf Has Hacip’i, Bilge Kaan’ı, Kürşat’ı yazıyor olacak…

Durayım ve sayıyla kendime geleyim. Nerde o günler! Maalesef biliyorum ki bir kısmınız yukarıdaki isimlerden bazılarını ilk defa duyuyorsunuz. Toplam yüz kişilik iki sınıfıma birkaç ay önce Itrî’yi sordum. Tanıyan bir Allah’ın kulu çıkmadı! Sonunda kürsüden, o bet sesimle, Tekbir’i ve Salâtı Ümmiye’yi okumak zorunda kaldım. (Allah estetik günahlarımı affetsin.) Tuti’ye veya Nevâ-kâr’a giremezdim değil mi?

Hadi diyelim ki hayatlarında arabesk ve metal haricinde müzik duymamış, tuhaf bir tesadüfle bir araya gelmiş yüz kişi bunlar. Geçen yıl, yine aynı boyda bir başka sınıfa, nereden estiyse, “Budin’in bugünkü adı nedir?” diye sormak hatasını işledim. Baktım zorlanıyorlar, hatırlatmak için, hani türkümüz vardır dedim, “Aldı Nemçe bizim Nazlı Budin’i”… Yine tek çıt yok… Türküyü de ilk defa duymuşlar. Sonunda ders bitti, sinir içinde yan sınıfa gittim; çünkü öğrenciler orada tarih hocalarının bulunduğunu söylemişlerdi. Gittim ve hocaya şikâyet ettim… “Hiç biri Budin’i bilemedi hocam!” diye… Sonra endişelendim. Acaba tarih hocası biliyor muydu? Cesaret edip soramadım. Çok ayıp olurdu. Aceleyle bir mazeret uydurup çıktım dışarı. “İstanbul’un surlarını kim yıktı?” fıkrasını bilirsiniz, değil mi?

Bu öğrenciler geri kalmış bölge ilköğretim okulu öğrencileri değil. Anlı şanlı başkentimizin anlı şanlı üniversite öğrencileri!

Edebiyat tarih bilmiyor

Yazar çizerimiz farklı mı sanıyorsunuz? Bir gazete, Muhteşem Yüzyıl’ın hatalarını sayarken “savaş gemisi Osmanlı’da ilk kez 1644’te inşa edildi, bu nokta hatalı” diye haber veriyordu. Demek ki biz Akdeniz adalarını alırken, Barbaros Kuzey Afrika’yı fetheder, İspanya’yı bombalarken hamsi takaları kullanmış! (Aslında yazmaya çalıştıkları o tarihte kalyon olmadığı idi. O tenkit doğrudur.)

Edebiyatına, dolayısıyla sinemasına, televizyonuna tarihin aksettiremeyen bir milletiz.

1921’de Yahya Kemal, kalemlerin sükûtuna isyan ediyordu: “Dili olanların kalbi yok, kalbi olanların dili yok!” Aradan yıllar geçti. O hikâyeler yazılmayınca, veya bugün olduğu gibi film yapılıp seyredilemeyince, yazamayanların ve yazamayanları okuyamayanların, filmleri çeviremeyenlerin kalpleri ve beyinleri de boşaldı. Geriye ne kalp kaldı, ne dil.

Yahya Kemal’in “Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden” dediğine bakmayın. Gerçek bunun tam tersidir. Üstat, bir makalesinde Dostoyevski’nin yazdıklarından, onlar kendi dininden, kanından olmadığı halde nasıl etkilendiğini anlatır. Kederin de bir lezzeti vardır ve Rus edebiyatı işte bu lezzeti verir der. Buna karşılık bizim kayıtlarımızın Balkan felâketinin ancak kaç baş sığır ve kaç insanın telef olduğunun dökümünün verildiğini anlatır.

Aradan neredeyse bir asır geçti. Fakat temelde bizim cephede yeni bir şey yok. Bu bir asırda biz, Shakespeare’in Romeo ve Juliet’i ile Bernard Shaw’un Pygmalion’unu öğrendik. Birincisi “düşman ailelerin birbirine âşık çocukları”, ikincisi ise “okumuş oğlan, cahil kız-sonra kız da okur ve oğlana hava atar” temalarıdır. Birincisini hâlâ Yunanlı gelin, Ermeni damat falan diye çeviriyoruz. İkincisi Yeşilçam’ın yaklaşık yüzde doksanıdır. Çok yaratıcı senaryolarda okumuş oğlan yerine okumuş kız ve cahil oğlan olur… Daha da yaratıcılarında okumuş yerine zengin oğlan veya kız kullanılır. (SSCB çökmeden önce bu suretle “sosyal mesaj” verilirdi.)

Ben bu bunları yazarken, RTÜK’ün Muhteşem Yüzyıl’ı yayınlayan televizyona uyarı cezası verdiği haberi geldi. RTÜK’ten önce iktidar diziyi bombardıman etmişti ama eminim RTÜK hiç etki altında kalmamıştır.

Açıklamalarında, “elimizden daha fazlası gelmez” anlamında, yayından önce yasaklama yapamayacakları anlatılıyor ve mealen, “hele bir tekerrür etsin, görürsünüz gününüzü” deniyor: “Yapılan değerlendirmeler sonucunda, söz konusu dizi filmde 3984 Sayılı  Yasanın 4. Maddesinin ‘yayınların toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı  olmaması’na ilişkin (e) bendinin, tarihe mal olmuş bir şahsiyetin mahremiyeti  konusunda gerekli hassasiyet gösterilmemek suretiyle ihlal edilmiş olduğu” kararına varılmış.

Mahremiyet nerde başlar?

Bundan böyle kendini garantiye almak isteyen bir televizyon, “mahremiyet”e hiç girmez. Hatta derin kültürlü yöneticileri olanlar, “mahrem” ile “harem” arasında bir ilişki olabileceğini hissedip, avludan içeri adım atmaz. Böylece, şimdiye kadar olduğu gibi kavuklarını, kaftanlarını ağır ağır sallayıp dolaşanlardan, her ağzını açtığında vecize yumurtlayanlardan ibaret bir tarihî film arşiviyle idare ederiz. Kartondan kesilmiş iki boyutlu karakterlerle ve Karaoke tatsızlığında stüdyo seslendirmesi filmlerle… (Seslendirme Muhteşem Yüzyıl’da da öyle. RTÜK böyle kalitesizlikleri uyarabilse keşke…) Şimdi siz kanal yöneticisi olsanız ne yaparsınız? Kanunî, Fatih, Atatürk’ü falan mı yayınlarsınız, yoksa Yunanlı güzelle Türk delikanlının aşkını, fabrikatörün oğlu ile cahil işçi kızın münasebetini mi? Preveze’nin Pearl Harbor’a, Atatürk’ün Washington’a yetişmesi muhaldir.

İmdi… Bu hafifliğini taşıyamadığım gündemde en merak ettiğim noktaya geldim. Peki, post-modern-neo-liberal kalemlerimiz şimdi ne yapacak? Sivil iktidar, “Muhteşem Yüzyıl’a ateş açılacaaaak! Aç!” demiştir. Bu işin bir yönü. Diğer yönü şu. Bazı kendini bilmezler, “liberal”in “hürriyet”, “özgürlük” falan kökünden geldiğini hatırlayıp sizden yayın hürriyetini savunmanızı bekleyebilirler. Daha ileri gidip, liberalliğin “mahrem” bölgeler anlayışıyla hiç bağdaşmadığını düşünebilirler. Hatta -kendini bilmezler dedik ya- derler ki: Talimata uymayıp ateş açmamak yetmez. Uyarıya, gerekçeye, “size yayın yasağı koyarım” tehdidine açıkça karşı çıkmanız lâzımdır!

Haydi, kolay gelsin.

Milli Eğitim’e bir tavsiye…

Son bir yıl içinde “ecdadımız” kelimesinin sık sık kullanıldığını görüyoruz. Sevindirici bir gelişme. Nihayet bir ecdadımızın bulunduğunu, dünyaya son yağan yağmurla düşmediğimizin farkına vardık. Mehterle Muhteşem Yüzyıl’ın üzerine yürüyenler de “ecdadımızın aziz hâtırası” için yürümüşler. Saygı duyarım! Herkesin iyi veya kötü film çevirmeye hakkı olduğu gibi herkesin de bir filmi protestoya hakkı vardır. Bu tamam. Fakat gerekçe “ecdadımıza saygı” olunca bende bütün bunların üstüne bir de,”Yahya Kemal’i sevindirebilir miyiz acaba?” ümidi doğar.

Peki, kimdir bu ecdadımız? Biz bu ecdadımızı nasıl tanıyacağız? Bu bir sulp meselesinden ibaret midir? Ecadımız sadece DNA’mızda mıdır? Kimin ecdadımız olduğuna adlî tıp mı karar verecektir? (DNA’ları karıştırıp yanlış akrabalıkları çıkarmalarından da endişe ederim.) İşte ecdadımız -ki milleti millet yapan bu “ecdadımız” anlayışıdır- Kanunî’dir, Itrî’dir, Tuğrul Bey’dir, Gazi Osman Paşa’dır, Yesevî’dir, Kürşat’tır. Biz onları kendimiz gibi, babamız, dedemiz gibi yakınımızda hissetmezsek; onlar nasıl düşünürdü, ne duyardı, nasıl yaşardı, sevinçleri, ümitleri, endişeleri neydi bilmezsek, onlara ecdat demeye hakkımız var mıdır?

Millî Eğitim Bakanımızın, YÖK Başkanımızın da ecdat hassasiyetlerinden şüphem yok. Sayın Bakan, Sayın Başkan, yukarıda çizdiğim vahim tablo, biliyorum sizin kabahatiniz değildir. Düzelteyim, orantılarsak sizin payınıza kabahatin çok küçük bir kısmı düşer. Ama elinizde muazzam bir fırsat var: Bu tabloyu düzeltmeye başlayan ilk Millî Eğitim Bakanı, ilk YÖK Başkanı sizler olabilirsiniz! Ne dersiniz? Önümüzdeki yıllarda Budin’in Budapeşte olduğunu bilen, koridorda, “… ne desem lâf değil…”i mırıldanan öğrencilerim olabilir mi?

Gerçekten olabilir mi?
 
 

Yazar

İskender Öksüz

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar