Fikrî iktidar mevzuu

Ülkemizin özeleştiri ihtiyacını da tek başına karşılamaya çalışan Sayın Cumhurbaşkanımızın 19 Ekim’de İbn Haldun Üniversitesi’nde yaptığı konuşma bir süredir gündemin üst sıralarını işgal ediyor.


Paylaşın:

Ülkemizin özeleştiri ihtiyacını da tek başına karşılamaya çalışan Sayın Cumhurbaşkanımızın 19 Ekim’de İbn Haldun Üniversitesi’nde yaptığı konuşma bir süredir gündemin üst sıralarını işgal ediyor.

İlkin, medyanın daha çok “Fikrî iktidarımızı tesis edemedik. Bu konuda kendimi mahzun hissediyorum.” cümleleriyle öne çıkardığı konuşmanın bütününe bakmaya çalışalım.

Konuşmasına katılımcılara selamlarını, şükranlarını ve teşekkürlerini ileterek başlayan Cumhurbaşkanı akabinde üniversitenin ismini aldığı İbn Haldun’dan bahsediyor.

İbn Haldun’un sosyoloji ilminin kurucusu olduğunu hatırlatıp buradan hareketle Batı dünyasının tıptan sosyolojiye kadar pek çok alanda ilhamını bizim köklerimizden aldığını ifade ediyor.

Cumhurbaşkanı bu noktada şöyle diyor:

“Buna karşılık biz kendi köklerimizi tamamen unutarak veya dışlayarak onun türevlerini esas kabul etmek suretiyle 2 asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. Bir başka ifadeyle, fikrî bir buhranın içinde çırpınıyoruz.”

Cumhurbaşkanı son 2 asrı baz alarak yaptığı değerlendirmelerinde yalnız değil. Kısa bir süre önce de Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın şöyle bir tespitte bulunmuştu:

Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır.”

Konuşmaya tekrar geri dönelim.

En çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olmasının Cumhuriyetimizin en büyük kaybı olduğunu vurgulayan Cumhurbaşkanı, tartışma ve arayışı sürdürmeye çalışan dava adamlarının çıktığını buna rağmen devlet gücünü de arkasına alan kayıtsız şartsız Batıcılığı savunan zihniyetin faşist dayatmaları karşısında yetersiz kalındığını söylüyor.

Sonrasında ise çok tartışılan cümlelerine geliyoruz:

“Buradaki tüm misafirler hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı inanıyorum ki gayet iyi biliyor. Aynı şekilde gerçek iktidarın fikrî iktidar olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Tek tek bireylerden başlayarak, toplumun tamamına ve oradan da insanlığa uzanan fikrî iktidar yolu gerçekten zor ve zahmetli bir süreçtir. Şahsen bu konuda kendimizi biraz mahzun hissediyorum. Samimi bir muhasebeyle geçtiğimiz 18 yılda her alanda tarihi eserlere ve hizmetlere imza attığımızı, ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum.”

Cumhurbaşkanı devamında, genç bir nüfusa sahip olmamıza rağmen medeniyet tasavvurumuzu lâyıkıyla hayata geçirememekten dem vuruyor. En modern altyapıya sahip medyanın sesimizi ve nefesimizi yansıtmadığı ve haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamadığımız yönünde görüş bildiriyor.

Şimdi, 24 Ekim’deki köşesini Cumhurbaşkanı’nın yukarıda özetlemeye çalıştığım konuşmasını değerlendirmeye ayıran Mustafa Öztürk’e kulak verelim.

Öztürk, kültür ve sanat alanında ehliyet sahibi olmadığını bu alandaki başarısızlığın neden ve niçinleri hakkında görüş bildirmekten imtina ettiğini; fakat eğitim-öğretim, özellikle de Diyanet, İlahiyat ve dinî düşünce gibi alanlardaki gidişata ilişkin tespit ve değerlendirmelerini paylaşacağını söyleyerek giriş yapıyor yazısına.

Tespitlerinden biri:

“AK Parti iktidarı 2007, özellikle de 2010 yılından itibaren din, Diyanet ve İlahiyat alanlarında Mehmet Şevket Eygi’nin tarif ettiği yolu takip etmeyi yeğledi. Dolayısıyla bu süreçte siyasette Prof. Dr. Mehmet S. Aydın gibi isimlerle, Diyanet’te Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof. Dr. Mehmet Görmez gibi isimlerle yollarını ayırmayı tercih etti. İlahiyat alanında ise bugün bir tür yeni medeniyet inşası için kurulan ve adeta gözbebeği gibi algılanan İbn Haldun üniversitesine ismini veren bu büyük âlimle özdeşleşmiş “sosyoloji” ilmini İlahiyat fakültelerindeki ders müfredatından çıkarma yönünde ciddi tartışmalar cereyan etti.”

Öztürk devamında Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid el-Kevserî gibi isimlerce temsil edilen Sünniliğe muhalif her türlü fikrin “sapkın” diye ilan edilir hâle geldiğini ve kendilerini Ehl-i Sünnet’in yılmaz bekçileri olarak gören birçok cemaat ve grubun bir yandan İlahiyat fakülteleri üzerinde vesayet oluşturma, bir yandan da “sapkın” diye tanımladıkları İlahiyatçı akademisyenleri organize linç kampanyalarıyla saf dışı bırakma yarışına girdiğini söylüyor.

Yaptığı bir başka tespit ise şu:

“2010’lu yıllardan itibaren Din, Diyanet ve İlahiyat alanında “Düşünmek, sorgulamak, tartışmak yasak” diye özetlenebilecek Ehl-i Hadis zihniyetine koşut olarak daha geniş fikir ve düşünce hattında Necip Fazıl imzası taşıyan kıyıcı ve dışlayıcı bir dil tercih edildi.”

Öztürk yazısını, yukarıda bazılarını aktardığım tespit ve değerlendirmelerinden sonra ‘fikrî iktidar’ meselesine yönelik öngörüsünü paylaşarak bitiriyor:

“Sonuç itibariyle, bugün gelinen noktada gerek Necip Fazıl’dan tevarüs edilen kıyıcı, dışlayıcı ve saldırgan dille Ehl-i Sünnet müdafaası yapmak, gerek Din, Diyanet ve İlahiyat alanında klasik Ehl-i Sünnet anlayışına muhalif her görüş ve düşünceyi “İslam’a saldırı, Kur’an’a hakaret” gibi başlıklarla linç kampanyalarına mesnet kılmak, gerek II. Abdülhamid hatırına Mehmed Âkif’e dil uzatmak, gerekse “Medeniyet inşası, Anadolu irfanı” gibi kof retoriklerle fikir inşa ettiğini sanmak gibi anlayış ve uğraşlarla vakit harcandığı takdirde, fikrî iktidar tesisi ancak ham hayale konu olabilir.”

Yazar

Doğukan Altıparmak

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar