Güldüren İşkence

Özgenç bu insanlar için, “Kendilerine ‘Deli’ denmesine bazen kızan ama sonra da tuhaf bir şekilde deliliklerinden onur duyuyorlardı” diyor. Kitap da bu Delilerin bir kısmının hikâyesi.


Paylaşın:

Hiç işkencenin de güldüreni olur mu diye dudak bükmeyin, oluyormuş. Nasıl olduğunu öğrenmek için Emine Özgenç’in bu isimli eserini daha doğrusu şaheserini, sadece, elinize alın. Niçin sadece elinize alın dediğimi kitapla tanışınca anlayacaksınız.

Daha ilk sayfadan itibaren kalbiniz, ökseye tutulmuş bir kuş gibi atmaya başlayacak. Biraz sonra ne oluyor ki diyen beyninizi veya yüreğinizi ökseden kurtarabilmek, düşüncelerinizi özgürlüğüne kavuşturabilmek için okumaya devam edeceksiniz. Bir de bakmışsınız, sayfalar tükenivermiş.

Emine Özgenç, ilk kitabı “Eylül 12’den vurdu” ile girdi kütüphanelerimize. Orada kendi hayatını anlatıyordu. Hayatının en güzel yıllarında evdeşini elinden alınıp, 12 Eylül’ün acımasız karanlıklarına teslim edilmesine isyanını yazmıştı. İki çocukla yalnız kalan ve bir döneme tanıklık eden edebiyat öğretmeniydi. Eh, kalem de işleyince yaşadıkları kâğıda dökülmüştü.

Güldüren İşkence, yine kendi yaşadıkları da olmakla birlikte ağırlık başkalarının hayatından. Bu sefer daha çok cezaevindekileri anlatıyor. Türk tarihinin bir döneminde görevlerini yapan, ülküleri olanların hikayeleri. Onların yaşamlarından  kesitleri, yine onların anlattıklarıyla kâğıda nakış nakış işlemiş. Belgesel desen belgesel. Anı desen anı. Öykü desen öykü. Roman desen roman… Bu kadar da olur mu demeyin, olmuş.

Bu adamlar “deli” mi ne?

Kitap ortaya çıkana kadar çok emek sarf edilmiş, Türkiye’nin dört bir yanına gidilmiş. Kahramanlarıyla uzun sohbetler edilmiş. Birbirini yeni tanıyan insanlar arasında sağlam dostluklar kurulmuş. Özgenç bu insanlar için, “Kendilerine ‘Deli’ denmesine bazen kızıyorlar. Ama sonra da tuhaf bir şekilde deliliklerinden onur duyuyorlardı.” diyor. Kitap da bu Delilerin bir kısmının hikâyesi. Kendisi de bu delilerden birisi. Onları görünce de değneğini saklamamış. Bilakis çıkarmış kalemini yazmaya başlamış.

Yazarın yüreği de gönlü de kitabın her sahifesinde belirgin. O kadar akıcı bir üslup var ki, kendisi de orada sanıyorsunuz. Hatta kıkırdayan da kahkahalar atan da ve en önemlisi bu gülmeler yüzünden bayılana kadar dayak yiyen de sanki kendisi. Kahramanlarının yanı başında. Her cop indiğinde acıyı âdeta görünür kılan kelimeler, okuyucuya da elini copa uzattırıyor. Istırabı yüreğinizin en ücra köşesinde hissediyorsunuz. Ama dayaktan hemen sonra koğuşa dönünce de, herkesle birlikte, yediğiniz dayağa gülmeye başlıyorsunuz. Hem de kahkahalarla… Karnınızı tuta tuta…

Okumaya başlayınca görüyorsunuz ki bir kapı bir diğerine açılıyor. Hiç kopmayan, kaybolma duygusu yaşamayan okuyucu, ilk cezaevinden girdikten sonra birer birer diğerlerine geçiyor. Her koğuşta başka bir fotoğraf… hem ağlatıyor hem kahkahalarla güldürüyor hem de acı acı düşündürüyor.

Gâh, ayak uzatmanın ya da, bırakın gülmeyi, yüksek sesle konuşmanın sayısı belirsiz cop yeme sebebi olan Mamak’ta Huma Kuşu türküsü ile göklerde süzülüyorsunuz.  Gâh yatacak yer bulamayan bir kaçakla, çöp kovası içinde gecenin keskin soğuğunu iliklerinize kadar yiyerek, kendiniz de dâhil, kızmadığınız kimse kalmıyor.

Bu yalnızlığa kızıyorsunuz ama hemen imdadınıza, hiç bilmediği, tanımadığı bir kaçağa para gönderen isimsiz bir hayat kadını yetişiyor. Türk Milletinin alicenaplığına hayran hayran iç geçiriyorsunuz.

Kim bu “deliler

Peki, Emine Özgenç kimleri anlatmış derseniz, ülkücüleri… Fakat tarihin bir döneminde adı ülkücü olarak ortaya çıkan ruhu anlatmış aslında. Her Türk, Oğuz Kağan’dan beri bu ruhu taşımakta.  Bugün ihtiyaç olan ve beklenen bu ruhu, “…biliyorsunuz ki sizdeki bu aşka sebep olan gen, çağlar boyunca bir nehir gibi akmaya devam edecek ve yetişip gelen genç neslin kanında ebediyyen var olacak.” diyerek ortaya koymuş.

Tarihe dönüp baktığımda görünen, bu ruh; Orhun kıyısındaki Bengütaş’ta Bilge Kağan’ın taşa nakşettiği “… babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Katunu Tanrı, yukarı kaldırmış. … 17 erle baş kaldırmış. Yürüyor diye işitince şehirdekiler dağa çıkmış, dağdakiler inmiş [önce] yetmiş … [sonra] yedi yüz er olmuş… devletsizleşmiş… milleti…” cümlelerinde ifadesini bulan ruhtur.

Hüseyin Cahit Yalçın’ın İttihat ve Terakki’yi yazarken, “Muhtelif mizaçtaki kimseler vatanı kurtarmak bahis mevzuu olduğu zaman kolayca birleşebilirler, kardeş gibi mütesanit çalışabilirler … Daimî tehlike onlarda yakınlık ve kardeşlik hissini doğuruyordu. Aralarında şahsi menfaat, adi ve zelil düşünceler değil yüksek bir ideal bağı vardı.” diye anlattığı ruhtur.

Türk tarihinin büyük dâhisi Mustafa Kemal Paşa’ya “Ya istiklâl ya ölüm!” dedirten ve buna Kuvayı Millîcilerin cevabında ortaya çıkan ruhtur.

Kalemini kıran hâkime devletin kalemini niçin kırarsın diye bağıran idam mahkûmundaki, Malatya cezaevinde görevli vaiz olarak sohbet eden Gülhan Hoca’nın ağlayarak anlattığı tekerlekli sandalyedeki ülkücünün aşkındaki ruhtur.

Cezaevinde şaibeli bir şekilde hayatını kaybeden Kaşif Kozinoğlu, başına örülen kumpası onuruna yediremeyen, “kurşuna kafa atttı(!)” diye hor görülen Abdülkadir Kırca gibi kahramanların sahip olduğu ruhtur.

Türk’e âşık, kara sevdalı “En büyük özelliğim Türk olarak yaratılmış olmamdır” diyen, karşılıksız sevenlerin ruhudur…

Emine Özgenç’in kendisi de bir ülkücü… Eşiyle birlikte yaşamışlar bu kadar ıstırabı, yokluğu, yalnızlığı, çileyi… Evdeşi içeride çile doldururken kendisi de dışarıda iki çocukla mücadele etmiş hayatla… Bu çile de uzun sürmüş ama… Pide misali. Önce tohum ekilmiş buğday olmuş, değirmene gidip un olmuş, suya tuza katılıp hamur olmuş ve nihayet Ocağa girip pide olmuş. İşte bu Ocak’ta pişenlerin hikayeleri var kitapta…

Elinize sağlık Emine Özgenç. Emine Işınsu’dan bayrağı devralmış görünüyorsunuz. Ocak’ta pişen pidelerin lezzeti gönülleri fethediyor.

Bu kitap okunmalı ve yüreklerdeki közün üzerindeki küllere üfürülmelidir.

Yazar

Hakan Paksoy

1 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar