Hani Ziya Gökalp Ölmüştü?

Diyarbakır’ın tozlu sokaklarında başlayan ve yıkılan hayallere umut, kaybolan zihinlere pusula, yitip gidecek yarınlara engel olan bir hayat var karşımızda. Ne anlatılsa bir eksik kalacak, nasıl söylenirse bir şekilde yarım bırakılacak, hiç bitmeyecek bir mefkûreden, hiç ulaşılmayacak bir ülküden...


Paylaşın:

Ruh

Kadim zamanlardan beri ruhun önemi anlatılmış, iyilik ve kötülük, ruh üzerinden tanımlanmıştır. Yaşadığımız hayat, yediğimiz yemek, içtiğimiz su, ruhumuzu şekillendirmiştir. Ne yer ne içersek; ne söyler ne dinlersek o da ruhumuzu beslemiştir. Ruh nasıl beslenirse, karakter o minvalde şekillenmiştir. Ruhumuzun korunu alevlendiren, susan dilimizi söyleten bir besinimiz daha vardır: Bir amaç, bir hedef, boşa yaşanmadı bu hayat dedirtecek bir fikir… O buna mefkûre dedi. Bir ateşti amacı, hiç sönmemek üzere yakılan; ruhunu onunla besledi. O ruhtan, yorulmak bilmez kuvvetten, ölmek bilmez fikirden ve umutsuzluğu kabul etmez inançtan ve nihayet hep ateşli kanından bahsedeceğiz. Ziya Gökalp ve onun için Hayri Öztürk tarafından kaleme alınan Al Şafaktan Gün Batıya isimli kitaptan.

Diyarbakır’ın tozlu sokaklarında başlayan ve yıkılan hayallere umut, kaybolan zihinlere pusula, yitip gidecek yarınlara engel olan bir hayat var karşımızda. Ne anlatılsa bir eksik kalacak, nasıl söylenirse bir şekilde yarım bırakılacak, hiç bitmeyecek bir mefkûreden, hiç ulaşılmayacak bir ülküden ilham alınarak yaşanan bir hayatı göreceğiz.

Küllerinden doğan bir hayat

Mehmet Ziya, Diyarbakır’da doğdu. Aile yapısı ve çevresi, dini inancı, sorgulayan aklı ile henüz karanlıkta yönünü bulamayan bir çocuktu. Yönünü bulduracak ateşin nerede olduğunu bilmediği için, kendi canına kast etmeye çalışan bir çocuğun alnına sıktığı kurşundan, talihin hem ailesine hem milletine bağışladığı bir adama… Daha çocukluk zamanlarından itibaren sorgulayan aklı, meraklı gözleri ile çevresini analiz eden birinin ruhundaki kıpırtılarla birlikte çıktığı destansı yolculuğu okuyacağız. Eğitim için çıktığı Diyarbakır’dan türlü zorlukları göze alarak İstanbul’a giden, oradan İttihat ve Terakki’ye uzanan, mütareke günlerini görüp, türlü zorluklar, çekilen çilelerden sonra Cumhuriyet’in temellerine harç olan bir hayatın hikâyesini anlatmış Hayri Öztürk.

Kitabı okurken o dönemi yaşatıp, sokaklarında gezdiriyor insanı. Buralara nasıl geldik, hangi yollardan geçtik, ne zorluklar çektik olayın içine girip biz de yaşıyoruz. Ziya Gökalp’in fikir dünyasının şekillenmesi ve üretmeye başlamasına tanıklık ediyoruz. Bilmediğimiz iç dünyasını görüyor, tarihi şahsiyetlerle yaptığı sohbetlerini dinliyoruz. Bazen Diyarbakır’da hocası karşımıza çıkıyor ve sohbet ediyor bizimle, bazen Enver Paşa ete kemiğe bürünüp gözümüzün içine bakıyor. Yakup Cemil’in gözündeki çelik pırıltıyı görüyor, Talat Paşa’nın fikirlerini dinliyor, Ömer Seyfettin ile arkadaşlık ediyoruz. 317 sayfa boyunca hiç sıkılmıyor biran olsun kafamızı kaldırmak istemiyoruz. Sonu bilinen bir filmin nasıl çekildiğini izliyoruz aslında. Bu yüzden satırlar kelimelere; kelimeler harflere dönüşüp satır aralarından görüntüler olarak saçılıyor etrafa, canlanıyor gözümüzde. Küçük, loş ışıklı bir odada olduğumuzu sanırken birden Cağaloğlu’ndan Babıali’ye doğru gider buluyoruz kendimizi. Tam nefesimizi tutmuşken Ankara’dan Mustafa Kemal seslerini duyuyoruz. Yanıyor Türkün ruhu Anadolu’da cayır cayır görüyoruz, alevleniyor benliği şaha kalkıyor hissediyoruz. Tam burada Ziya Gökalp alıyor sazı eline, o konuştuğunu sanıyor ama biz Türklük ateşinin nasıl yandığını izliyoruz.

Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak ne demek bunu anlatıyor Ziya Gökalp bize, biz de okuyoruz. Osmanlı’dan neden en son kopan milletin Türk milleti olduğunu, aslında Türkçülüğün son çare değil ilk çare olduğunu görüyor, Süleyman Nazif’in Kara Bir Gün başlıklı (http://edebice.net/2013/04/27/kursuna-dizdirecek-yazi-kara-bir-guen/ buradan okuyabilirsiniz) yazısında buluyoruz Türkçülük şuurunun ne demek olduğunu. Biz kitabı okuduğumuzu sanıyoruz ama vatanın bağrına saplanan hançeri gördükçe kendi etimizi sıktığımızı hissediyoruz. Bir önümüzde yanan loş ışığa bakıyor, bir kitaba bakıyor sonra tekrar zihnimizi delmesine, onun ruhundaki ateşin, bedeninde olmasa da bu dünyadan geçmesinden sonra bize gelmesini bekliyoruz.

İlim nedir? Nasıl yapılmalıdır? Bir fikrin sistemleşmesi ne demektir? diye sorarken buluyoruz kendimizi. Biz sorduğumuzu sanıyoruz ama soruları bize Ziya Gökalp sorduruyormuş fark ediyor, kendimize geliyoruz. En nihayetinde cumhuriyetin temellerine harç dökerken buluyoruz onu ve sistemin neden bu kadar sağlam olduğunu bir kez daha anlıyoruz.

Ziya Gökalp’in hayatını bilmediğimiz yönlerinden okuyoruz. Ruhunun derinliklerinde geziniyoruz Hayri Öztürk’ün bu kitabında. Kitap Milli Düşünce Merkezi tarafından düzenlenen Ziya Gökalp temalı roman yarışmasında ikincilik ödülü almış. Ziya Gökalp ile ilgili ne anlatırsa bir eksik kalacak bildiğimiz için, onun fikriyatını anlatacak nice eserlerin daha çıkması gerektiğini ve bunun teşvik edilmesi gerektiğini anlıyoruz.

Eski Dostların Buluşması

Bugün biz Ziya Gökalp’i ne kadar tanıyoruz peki? Bununla ilgili bir harita geliyor benim aklıma. Kısaca bir bakıyorum hayatına. Önce Diyarbakır, sonra İstanbul, daha sonra Selanik ve en nihayetinde Ankara. Talihin cilvesine bakın ki bugün Ankara, Ziya Gökalp’e et ve kemik giydiriyor. Kızılay’a inip Ziya Gökalp Caddesine çıkınca hemen yolumuzu Selanik Caddesi kesiyor. Onun hayatının Selanik ile buluşması gibi… Durmuyor devam ediyor, yolu tamamlıyoruz. Kızılay AVM’nin hemen önünde Atatürk bulvarında buluşturuyoruz Ziya Gökalp’i. Aklımızda bir Mustafa Kemal bir de Ziya Gökalp var. İlerleyince yolun sonunda Anıtkabir’le buluşuyoruz. Tıpkı iki dehanın yolunu birleştiren kaderin onları milletine hizmet için getirdiği Ankara’da buluşması gibi… Haritayı alıyoruz önümüze küçük bir üçgen çiziyoruz. Ziya Gökalp Caddesi’nin başına bir köşesini, Selanik Sokağın başlangıcına diğer köşesini, Anıtkabir’in oraya üçüncü köşesini koyuyoruz. Ağırlık merkezine de Namık Kemal’i koyuyor, ruhları kardeş, bileşenleri ateş üç cevheri tek noktada birleştiriyoruz. Uçurumun kenarında yıkık olan bir ülkenin fikri, ruhi ve ilmi bileşiminden ortaya çıkan bağımsız Türk Devleti’ne gurur ile bakıyoruz.

Ankara’nın merkezi cumhuriyetimizin fikir, ruh ve ilim sembolüdür.

Atatürk, Namık Kemal ve Ziya Gökalp

Kulaklarımıza hemen fısıldıyor Namık Kemal: Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, yoğ imiş kurtaracak bahtı kara maderini, diye. Atam cevap veriyor hemen: Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini, diye. Bu tarihi gerçekliğin giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini okuyoruz 317 sayfa boyunca. Bu yüzden şöyle bir geri çekilip bakıyor, çizilen hedefe ulaşmak için ruhumuzda gereken gücü onlardan alabileceğimizi görüyor, hiçbir zaman umutsuzluğa düşmüyoruz.

Minnet ve saygıyla

Ölümünün üzerinden 95 yıl geçmesine rağmen hasta yatağında bile inançla sarıldığı fikirlerini alıyoruz, anlıyoruz ve aldığımız bu mirası aktaracağımızın sözünü veriyoruz. Tarihin içinden bize gelen ve satır aralarından fısıldadığı asla ulaşamayacağımız o ülküye yüklüyor ve yine oradan alıp geleceğe taşıyoruz. Ruhları şad olsun.

Tarihimizin önemli şahsiyetlerinden olan Ziya Gökalp’in hayatının anlatıldığı bu kitabı okumanızı hevesle tavsiye ediyoruz.

“Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir”

 

Yayılır benzeriz çığa

Toplanır, benzeriz dağa

Ve devlet denen otağa

Tuğ olmuşluğumuz vardır.

 

 

Yazar

Mehmet Onur Karadayı

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar