Yükleniyor...
Ağzındaki kan tadı, zihnindeki boşluğa müdahale edemiyordu. Suratına tokat gibi inen yağmur damlalarına ve dondurucu soğuğa rağmen koşuyordu. Çorapsız ayaklarına terlik geçirivermişti, fazla giyilmekten erimiş siyahımsı bir kazak vardı üzerinde, altında yılların izlerini yansıtırcasına çamaşır suyu lekeleriyle dolu bir eşofmanla, aceleden ayakları birbirine dolanarak yokuş aşağı adeta uçuyordu. Hayatı geçiyordu gözlerinin önünden. Onu pembe panjurlu bir evde, beyaz atlı prensiyle mutlu yaşayacağı yalanına inandıran ve başına daha bin türlü bela açan annesine olan öfkesini bile unutmuştu. Bilmeden işlediği günahların kefaretini mi ödüyordu ki? Anlayamadığı şey; hayatının bu denli manasız bir kısırdöngüye girdiğini bunca zaman nasıl fark edemediğiydi.
Şehre tüm ağırlığıyla akşam çöküyordu. İnsanın koku alma duyusunu körleştiren bir kömür kokusu dağılmıştı sokaklara. Sokaklar, tıpkı çocukluğu gibi ıssız ve korkunçtu. Yalnızlık bütün binaların sıvalarına işlemişti sanki. Her tarafta asık suratlı çocuk parkları vardı, kenara kuytuya laf olsun diye sıkıştırılmış. Binalar bile bezgindi halinden. Gökyüzü delinmiş gibi yağmur yağsa da birkaç sokak kedisi dışında arınabilen yoktu pisliğinden. Yol gittikçe uzuyor, uzadıkça içindeki kasvet de büyüyordu. Ne yapacağını şaşırmış; ama istikametinden emin vaziyette ilerliyordu.
İç hesaplaşmasındaki kavganın gürültüsünden sokaktaki seslere karşı sağırlaşmıştı. Ne korna seslerini duyuyordu ne de “Manav geldi, manav!” diye mikrofonla bağıran tıknaz adamın hırıltılı sesini. Ağzındaki kan tadı midesini bulandırmaya başlamıştı. Omuzları düşmeye, nefesi kesilmeye, dizleri imdat çığlıkları atmaya hazırlanıyordu. Takati tükeniyor, zihnindeki bulanıklık yavaş yavaş dağılıyordu. Duyacaklarından, göreceklerinde ve söyleyemeyeceklerinden çok korkuyordu. Belki korkudan belki de soğuktan titriyordu. Dişleri birbirine vuruyordu. Adımları yorgunluktan yavaşladıkça tedirginliği artmıştı. Yaklaşıyordu varacağı yere. O değil miydi onca yolu şimşek gibi koşan? Şimdiyse yol bitsin istemiyordu. Kendi içinde çelişiyordu; ama çok haklı sebepleri vardı.
Ne kadar korksa da sonunda Adli Tıp binasının önüne gelmişti. Bu soğuk binanın ne denli ruhsuz olduğu dışından belli oluyordu. Asık suratlı, büyük pencereli, beş katlıydı. Bakımsızlıktan boyaları dökülmüştü. Dört bir yanını saran yüksek demir parmaklıklar vardı. Koca bir kasvete açılan bahçe kapısının büyüklüğü ürkütüyordu insanı. Hala telefondaki ses kulaklarında çınlıyordu. Tepkisiz, ruhsuz ve soğuk… Farkında olmadan ısırmıştı dudaklarını, parçalamıştı, ince bir kan sızıyordu çenesine doğru. Yeniden aynı kan tadını hissetti ağzında. Kapıya yaklaştıkça yüreğinin sesi kulaklarında çınlamaya başlamıştı.zonkluyordu. Etraf tam bir uğultu karmaşası içindeydi. Hüzün karnavalında hep asık suratlar, nefretle bakan gözler ve ıslanmış yanaklar vardı. Kapıya daha da yaklaşmıştı. Yakınlık git gide azalırken nefesini tuttuğunu fark etmişti. Sanki geldiği duyulsun, bilinsin istemiyordu; ama çok geçti artık.
Üniformalı, kısa boylu, tombul, orta yaşlı, kel kafalı ve kocaman patlak gözleri olan bir adam çıktı kapıya. O bedenden beklenmeyecek kadar ince bir sesle haykırdı: “Melisa Topak! Melisa Topak burada mı?” Birdenbire yere çivilenmiş gibi kalakalmıştı. Bağırmak istedi; ama sesi çıkmıyordu. Adam zaten yüzünden anlamıştı seslendiğini o olduğunu. Hissiz ve donuk gözlerle Melisa’ya baktı, eliyle “Gel!” işareti yapıp umursamazca arkasını döndü ve buz gibi bir sesle “Takip et!” dedi. Belden altına inme inmişçesine kalakalan Melisa, adım atmakta güçlük çekiyordu. Bir sürü soğuk koridordan ve biçimsiz kapıdan geçtikten sonra labirentinin en korkunç bölümüne gelmişti. Eliyle içeri girmesini işaret eden adama çaresizce baktı Melisa. Yanında birinin olmasına öyle çok ihtiyacı vardı ki. Adamsa bambaşka bir dünyanın figüranıydı sanki. Umursamadı.
İki kanatlı ağır kapıyı zorlayarak ancak kendinin geçebileceği kadar açabilen Melisa; sonsuzluğun hiçliğine ulaşmıştı sonunda. Kafasını sağa sola çevirmeye bile korkuyordu. Odanın karşı ucundan kendisine bakan beyaz gömlekli adama kilitlemişti bakışlarını. O anda kıyamet dahi kopsa fark edecek durumda değildi. İdam sehpasına yürüyen mahkumlar gibi ağır ağır ilerliyordu. Kaçınılmaz sona birkaç saniye kalmıştı sadece. Çağlayan misali akıyordu gözyaşları. Yaklaştıkça ayırdına varıyordu beyazın ne denli acımasız olduğunun. Yüreğine aynı anda binlerce bıçak saplandı. Beyaz önlüklü adam canavara dönüştü. Masmavi gözlerinden adeta dehşet kusuyordu. Pamuk Prenses’in kalbini isteyen cadı üvey annenin parmakları gibi kemikli, kirli ve ürkütücüydü parmakları. Öne doğru devam etmesi gerekirken o, arkasına bile bakmadan kaçmak istiyordu. Demirden bir yatağı andıran bu buz gibi masanın üzerinde acımasız bir beyaz örtünün gizlediği bilinmeze yürüyordu. Cadı parmaklar dehşetengiz beyaz örtüyü kaldırıverdi bir anda.
Dayak yediği halde babasından inatla ayrılmayan annesinden de hayatlarını cehenneme çevirerek annesinin kendini öldürmesine sebep olan babasından da nefret ediyordu. “Annesiz evde genç bir kız barınamaz.” diyerek önce okulundan alan ve sonra da zorla kendinin iki katı yaşındaki o adamla evlendiren babasını asla affetmeyecekti. Hayallerini süsleyen beyaz gelinliğin hayatını nasıl da iştahla tükettiğini, kaderine çaldığı karayı, evlilik gecesinde masum denilen o beyaz gelinliğin acımasızca, yığıldığı köşeden, tecavüz edilişini keyif ile izleyişini unutmaya gücü yetmiyordu. Bütün bu pisliklerin içinde tertemizdi Berrak. Dupduru, günahsız ve korumasızdı. Tecavüz bebeği olmayı o seçmemişti. Buna rağmen sevgi kokuyordu, bağlılık kokuyordu. Köpük köpüktü saçları. Badem gibiydi iri kahve gözleri. Gözkapaklarının sonsuza dek kapandığını bilmek, baldıran zehrini yudum yudum içerek hücre hücre ölmek gibiydi Melisa için. Ortadan kaybolduğu dört günden beri geceler günlere karışmıştı. Ne yemek yedi ne uykudu… Hayata onun için tutunuyordu. Kendi lanetli kaderine rağmen onu korumaya yemin etmişti. Dünyaya geldiği kadar temiz kalacaktı yavrusu. Ne pahasına olursa olsun ona pislik bulaşmasına izin vermeyecekti. Başaramamıştı.
Cansız bedeni bir nefes mesafede gözlerinin önündeydi işte. Ne suçu vardı ki onun? Henüz dört yaşında, mini minnacık bir kız çocuğuydu. Masumdu. Günahsızdı. Korunmaya muhtaçtı. Kendisini suçluyordu Melisa. Kendisi mi lanetliydi, yoksa kadın olmak lanetin ta kendisi miydi? İncecik sarma gibi parmaklarında yaralar vardı. Diz kapakları parçalanmıştı. Burnundan incecik bir patika gibi kan sızıyordu. Nasıl bir cani ruh bu kadarcık bir bedende haz arayabiliyordu? Henüz altı bağlanan, kendi tuvaletini bile kontrol edemeyen bir çocuk, dev cüsseli, ağzı sulu, gözü dönmüş bir caninin altında nasıl kıvranmıştı kim bilir? Nasıl kıymış da sarhoş ruhunun ve sapkın karakterinin mezesi etmişti kızını kendine? Canından can vererek hayata getirdiğine ömrünü veremiyor olmaktan nefret ediyordu. Kendine kahrediyordu. Çığlıkla feryadın, isyanla acizliğin birbirine girdiği bir buhranla kucaklayıverdi minicik kızının cansız bedenini. Sımsıkı bağrına bastı onu; ama canavar ona dikmişti gözlerini. Çaresizlik içinde saçının teline kıyamadığı masum yavrusunu beyaz gözlüklü o canavarın kollarına bıraktı.
Arkasına bile bakmadan koşmaya başladı. Az önce aralamakta bile güçlük çektiği iki kanatlı o devasa kapının iki kanadını birden arkasına kadar açarak çıktı o buz gibi soğuk odadan. Hemen yanındaki merdivenleri çatıya kadar tırmandı soluksuzca. Ruhu öleli zaten çok uzun yıllar olmuştu. Artık bilincini de tamamen kaybetmişti. Artık bu laneti taşımak istemiyordu. Özgürleşme arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
Melisa için kararmıştı dünya. Bütün nesneler biçimsizleşmişti gözünde ağlayan bülbül sesleri yükseliyordu arkadaki kapıdan. İkinci defa olduğu yerde kalakalıyordu. Vücudunun tam tersine dönen ayaklarını kontrol edemiyordu. Kaskatı kesilen vücudundan sızan gözyaşları, esmer teninde derin kesikler açan bir bıçak gibi canını yakıyordu. Sanki paramparça olmuş dizlerinden kan sızıyordu. Elleri yara bere içinde kalmış gibi acıyordu. Gözleri kör olmuş gibi çevresindeki hiçbir şeyi göremiyordu. Zifiri karanlıktı dört bir yan. Çok mu terlemişti bilmiyordu; ama sırılsıklamdı saçları. Her şeye rağmen inceden bir huzur kaplamıştı içini. Kendisine hâkim olamayıp kadınlara saldıranların cehennem zebanisi olmayı diliyordu içinde bir yerlerde. Hissizleşiyordu sanki. Ne duygu ne de his vardı. Sadece kocaman bir boşluk, hem de içinde ne renk ne ses ne de koku barındırmayan bir boşluk vardı. Birden bazı sesler işitmeye başladı kulakları. “Kim bilir nasıl bir acı yaşadığını? Çatıya çıktı ve birden atladı.” diyordu sakin ve huzurlu bir ses. Olanları hatırlamıyordu. Huzur doluydu. Burnundan ince bir patika gibi kan sızıyordu.