Yükleniyor...
Belki yazdıklarımızı okuyan kişi sayısı 100’ü geçmeyecek. Belki de her gün kopan küçük kıyametlerin vaveylası arasında seslerimiz kaybolup gidecek. Fakat biz yine de istikrarlı bir şekilde büyük kıyamete dek konuşmaya, nerde yanlış yaptık diye sormaya devam edeceğiz, etmeliyiz. Bir damla suyun tek başına ne kadar zayıf kaldığını biliyoruz elbet. Fakat istikrarlı şekilde damla damla akan suyun taşı oyabilme kudretinin de farkına varmalıyız. Önyargılarımız, yargısız infazlarımız, kinimiz ve nefretimizle etrafımıza ördüğümüz taş duvarları da bu istikrarla yıkacağız. Biz, milletçe düştüğümüz bataklıkta çırpınırkenki halimizden yüreği sıkışanlar… Bizi bize anlatacağız. Milletimizi aşağılamadan, hor görmeden, yanlış yollarda dolaştığını, halinin gittikçe çirkinleştiğini bir boy aynası gibi göstereceğiz. Özündeki iyiliği, güzelliği, kendisindeki yüksek haysiyeti ve kabiliyeti hatırlaması için elimizden ne geliyorsa yapacağız.
Silahsız ve fikirsiz bu garip, çirkin savaşta kâh cansiperane vatan cephesinde fikirleriyle çarpışan Halide Edip Adıvar, kâh ilk kurşunu atan cesaret abidesi Hasan Tahsin olacağız.
Uyanmak ve uyandırmak zorundayız: eğer kendimizi milliyetçi addettiysek. Gerektiğinde en ağır özeleştiriyi kendimize yapacağız. Çuvaldızı kendimize, iğneyi başkasına batıracağız yani. İçimizdeki kavgaları bırakıp, yeniden tek bir ülküde birleşeceğiz. Ant içtiğimiz gibi: ülkümüz yükselmek ileri gitmektir. Aksi halde kaçınılmaz olarak hep geriye gideceğiz. Suçluyu ise hep dışarda arayacağız: “bölündük” değil, “bizi böldüler”; “geri kaldık” değil “geri bırakıldık”, “biz yaptık” değil “dış güçler”, “karanlık odaklar” diyeceğiz.
Nasıl yapacağız? Bu bataklıktan nasıl çıkacağız? Yollar bulmalıyız… En azından bir yerden başlamalıyız.
Birkaç konuyu sıralayalım hemen burada. Mesela gittikçe tırmanan, önü alınamayan şiddet olayları. “Biz bu noktaya nasıl geldik?” sorusundan önce “Bu noktaya geldik, evet.” diyerek kabul etmekle başlayabiliriz. Çünkü sorunu reddedersek ya da “tolere edilebilir(!)” görürsek çözüme ulaşmaya çalışmak anlamsızlaşır. Sonra soralım “Biz bu noktaya nasıl geldik?”, “Sebepleri nelerdi?”, “Nerede yanlış yaptık?”
Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma mesela… Yine yok diyerek yok edemeyeceğimiz, ciddi ciddi çöküşe giden yolda düşüşümüzü hızlandıran mide bulandırıcı olaylar. “Çaldın mı?” sorusu karşısında alacağımız cevabın “Vatan haini misin?” olacağını bilsek de inatla sormayalım mı?
Başka bir örnek vereyim: “aşağılık kompleksi”. Maalesef ilk gençlik yıllarımdan beri duyduğumda sinir katsayımı hızla arttıran şu cümle: “Bizden bir şey olmaz”. En acısı ise bu ümitsiz cümleyi milliyetçi insanlardan duymak benim için. Bazılarının doğuştan yabancı hayranlığı vardı belki, bilemem. Diğerlerini ise yıllarca gördüğü pespayelikler bu komplekse sürüklemiş olabilir. Ha bir de öz yurdumuzda bize reva görülen öyle kötü bir muamele var ki, aşağılık kompleksinden kaynaklandığını düşünmeden edemiyorum.
“Bizden bir şey olmaz.” cümlesini etrafımda da sıkça duyuyorum ve artık sinirlenmek yerine çok üzülüyorum. Bu kompleksi yıkmak için de savaşacağız, savaşmalıyız. Kendimizi ne bu kompleksle yerin dibine düşüreceğiz ne de hamasetle göğün en tepesine koyacağız. Yalın bir şekilde “Neydik, ne olduk, ne olacağız?” diye sorup karmaşık da olsa sebepler arasından en makulünü bulacağız, bulmalıyız.
Bir de içine düştüğümüz umutsuzluk batağı var. Kötü baktıkça, kötü düşündükçe, kötü sözler dinledikçe, kötü konuştukça dibine doğru çekildiğimiz. Elimizi kolumuzu bağlayan, bizi hareketsiz bırakan. Herhangi bir konuda atağa geçmeye karar versek, “Nasıl olsa bir şey değişmeyecek.” cümlesiyle karşımıza çıkan umutsuzluk.
Eğitim, ekonomi, kültürel yozlaşma, siyasi çürüme… Baş etmemiz gereken birçok sorun, düzeltmemiz gereken bir çok yanlış var. Bir yerden başlamak gerek.
Benim bir fikrim var naçizane. Bence her şeyden önce şuradan başlayalım: Umutsuzluk bataklığına saplanmış her arkadaşımızı, içimizden birazcık umudu olan biri ayağa kaldırsın. Böyle böyle umut ekelim. Umut ektiğimiz yerden de güç biçelim. Ya da umutsuzluğa düşen her bir ülküdaşımıza vatan şairi Mehmet Akif Ersoy’un kaleminden seslenelim:
*
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak.
Dünyada inanmam hani görsem de gözümle.
İmanı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, “iki el bir baş içindir.”
Davransana, eller de senin baş da senindir.
His yok hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbabı elinden atarak yes’e yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver, kalma yolundan.
…
Zaman çetin, düşman görünmez. Diyeceğim o ki bu savaşta umutsuzluğa düşmeye ve birbirimizi umutsuzluğa düşürmeye ne zamanımız var, ne de hakkımız. Ukalalık ettiysem affola! Sesimiz gür, bileğimiz kuvvetli, kalemimiz keskin, birliğimiz daim olsun. Son sözü yine merhum Akif’e bırakalım, şüphesiz bizim sözümüzden daha etkili olacaktır:
…
Hüsrana rıza verme… Çalış, azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile evladını yakma!
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş…
Sesler de “vatan tehlikedeymiş, batıyormuş!”
Lakin hani milyonları örten şu yığından,
Tek kol da “Yapışsam…” demiyor bir tarafından!
Sahipsiz olan memleketin batması haktır.
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar.
Uğraş ki telafi edilecek bunca zarar var.
Feryad ile kurtulması me’mul ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
İş bitti. Sebatın sonu yoktur! Deme, yılma.
Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma.