Yükleniyor...
Dr. Mustafa AKSOY
Röportaj: İkbal VURUCU
İ. Vurucu- Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
M. Aksoy- Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan “Torin-Torini-Torun” cemaatinin bir üyesi olarak 1959’da Çukurova’nın önemli iskân merkezlerinden biri olan, Kadirli’de doğmuşum.
Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans (1986), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans (1989) ve aynı enstitüde “Kültür Sosyolojisi Açısından Elazığ ve Ağrı Köylerinde Aileye, Evliliğe ve Sosyal Hayata İlişkin Gelenekler” adlı tezimle doktora öğrenimini tamamladım (1995). Uzmanlık alanım “uygulamalı sosyoloji” ve “kültür sosyolojisi”dir.
Boş zamanlarımı saha çalışması ve araştırma yaparak geçiririm. Bu zamana kadar Tuva’dan Kosova’ya, özellikle de Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde çok sayıda saha araştırmaları yaptım ve hâlâ yapmaktayım.
Kendimi en iyi hissettiğim anlar saha araştırması sürecinde yeni insanlarla tanıştığım ya da bir kültür unsuru hakkında inceleme yaptığım anlardır.
Bir sosyolog olarak en büyük amacım, yani hedefim batıdan doğuya uzanan Türk kültür coğrafyasında saha araştırmaları yaparak, Yakutistan üzerinden Alaska’ya varmaktır.
İ. Vurucu- Sosyolojinin toplum açısından önemi nedir?
M. Aksoy- Sosyoloji kelime olarak toplum bilimi olmasına rağmen, sosyoloji hem topumu hem de topluluğu araştırdığı için zamanla sosyolojiye “sosyal grubu inceleyen” bilim denmiştir. Çünkü sosyal grup kavramı toplum ve topluluk kavramlarını da ihtiva eder. Bu nedenle bu tanım daha kuşatıcıdır.
Sosyoloji bir sosyal grubun kültürünü, gelenek-göreneklerini kısaca sosyal dokusunu araştırır. Bu nedenle sosyoloji bir bakıma sosyal hayatın aynasıdır. Yâni sosyal grupları sosyoloji aynasında çok rahatlıkla görüp izleyebiliriz. Bu nedenle bir sosyal grubu tanımak istiyorsanız sosyoloji penceresinden içeriye girmek gerekir. Fakat sosyal grupları tarihî süreçten bağımsız ele alıp değerlendirdiğinizde önemli sosyal hatalar yaparsınız. Çünkü bir sosyal yapı ve o yapının unsurları rast gele değil tarihî süreç içinde ve tarihî zihniyet içinde oluşur ve meydana gelir.
Ancak ülkemizde son zamanlarda sosyoloji araştırmaları diye magazin bilgileri sunulmakta ya da kültür tarihini ve sosyal zihniyeti dikkate almayan ve sosyal yapıyı göz ardı eden çalışmalar karşımıza çıkmadır. Bu çalışmalar adeta kültür unsurlarını tek tek yâni kültür tarihi veya sosyal süreç içindeki gelişimi ve değişimi dikkate almadıkları için kültürel yapıyı anlamakta ve anlatmakta son derece sakıncalı sonuçları ifâde etmektedir.
Kısaca sosyolojik araştırmalarla istediğiniz takdirde bir aileyi dahi parça parça yapabilirsiniz. Bu nedenle sosyoloji araştırmaları hem çok faydalı hem de son derece tehlikelidir.
İ. Vurucu- Sosyolojiye olan ilginizin kaynağı nedir, neden sosyoloji?
M. Aksoy- Sosyolojiye ilgimin iki kaynağı var birincisi ağabeyim Hamdi Aksoy’un felsefe okuması etkili olmuştur. Çünkü felsefenin sosyoloji ile ilgisinden dolayı ağabeyimin kitapları arasında bolca sosyoloji kitapları da vardı ve onlar benim ilgimi felsefeden daha çok çekiyordu.
İkincisi ise ortaokulda okurken Kadirli Ülkü Ocağı’nda (O zamanlar Ülkü Ocakları adeta bir okul görevi yapıyordu. Yani ocaklardaki kitaplar ile orada verilen seminerler yaygın eğitim açısından son derece önemliydi. O nedenle ilk üniversite tahsilimi orda aldım dersem yeridir.) okuduğum kitaplar ile bazı dergiler özellikle, Töre dergisinin (Töre Dergisi 1971’de yayın hayatına başlayıp Mayıs 1985 yılına kadar yayın hayatını devam ettirmiştir.) hayatımda çok önemli yeri vardır. Töre dergisi bugün çoğumuz bilmeye bilir. Ancak Töre dergisinin yazarları arasında Mustafa Kafalı, Halide Nusret Zorlutuna, Emine Işınsu, Mehmet Eröz, Erol Güngör, Necmettin Hacıeminoğlu, Mehmet Kaplan, Dündar Taşer, Mehmet Çınarlı, Ayhan Tuğcugil (İskender Öksüz), Agâh Oktay Güner, Turan Yazgan, Tarık Buğra, Amiran Kurtkan, Aclan Sayılgan, Faruk Kadri Timurtaş, Arif Nihat Asya, Sadi Somuncuoğlu, Bahaattin Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler gibi isimleri sayarsam ne kadar önemli bir dergi olduğunu fark ederiz. Sonradan derginin yazarlarında Amiran Kurkan (Bilgiseven) ve Turan Yazgan hocalar yüksek lisan ve doktorada hocalarım oldular ve birçoğu ile de tanışma şansım oldu.
Nedendir hatırlayamıyorum bu dergideki edebiyat ve ekonomi yazılarını dahi sosyoloji bağlamında değerlendiriyor ve sosyoloji yazılarını daha dikkatli okuyordum.
Meselâ Ziya Gökalp, Mehmet Eröz, Erol Güngör’ü orada tanıdım. Sonra lise yıllarında okumalarıma devam ettim. Bu süreçte Gökalp vâsıtasıyla sosyolojinin önemini, Eröz vâsıtasıyla saha araştırmasının ve disiplinler arası çalışmaların önemini, Güngör vâsıtasıyla da zihniyet analizlerini ve kültüre nasıl bakılacağını öğrendim. Bütün bu sebeplerden ötürü benim için sosyolojide yükseköğrenim yapmak olmazsa olmazdı, yâni mutlaka sosyolojiyi bilimsel olarak hayatıma katma zorunluluğunu hissettim. Bundan dolayı üniversite sınavlarında ise ilk üç tercihimi sosyoloji, dördüncü tercihimi ise antropoloji olarak seçtim.
Bana göre sosyoloji sosyal hayatın aynasıdır. O nedenle hem kendi içinde yaşadıklarınızı, hem de içinde yaşadığını sosyal hayatı anlamak için ya da kafanızda sorular varsa ilk başvurmanız gereken bilim dalı sosyolojidir. O nedenle sosyoloji benim için bir olmazsa olmaz, adeta bir aşktır.
İ. Vurucu- Kültür sosyolojisi, sosyal bilimlerde yöntem, kültür tarihi, sosyal antropoloji gibi alanlarda araştırmalarınız var. Sizi bu araştırmalara yönelten sebep nedir?
M. Aksoy- Bilindiği gibi bilimler felsefeden ayrılarak kendi araştırma alanlarını seçerek ortaya çıkmaya başladırlar. En son olarak da felsefeden sosyal bilimler doğmuştur. Bu süreç de ilk önce nerdeyse her sosyal konu tarih sosyolojisi, antropoloji gibi bilimler vâsıtasıyla ele alınmaya başlandı. Meselâ sosyologlar her şeyi sosyoloji adıyla araştırmaya çalıştılar buna sosyologizm denir. Ancak bu anlayışa bir tepki olarak 19. yüzyıla gelindiğinde sosyal bilimlerde adeta birbirlerinden kopuk ve habersiz çalışmalar yapılmaya başlandı. 20. yüzyılın başından itibaren ise bu anlayış tartışılmaya başlandı. Özellikle 1945’ten sonra ise sosyal konuların birbirlerinden bağımsız var olamayacakları ve birbirlerinden bağımsız düşünülemeyeceği düşüncesi hâkim oldu.
Dünyadaki bu akıma rağmen, Türkiye’de sosyal bilimlerle uğraşanlarda bu anlayış -üzülerek söylüyorum- hâlâ yerleştirmiş değildir. Meselâ bizde önemli ölçüde tarihçi sosyolojiden, sosyolog tarihten faydalanmayı önemsemez, onu göz ardı eder. Oysa bir sosyal olayın tarihî temelleri ve geçmişi vardır. Bunu görmeden veya ondan haberdar olmadan o sosyal konuyu sağlıklı şekilde anlamak mümkün değildir. Diğer yandan tarihî bir olay da sosyal hayat içinde meydana geldiğine göre, o tarihi olayı anlamak için o günkü sosyal hayat hakkında bilgi sahibi olmak gerekir ki, doğru yorum yapılsın, sağlıklı çözümler üretilsin.
Türkiye özellikle seksenli yıllarda başlayan magazin sosyolojisi, bir yandan küreselleşmeyi savunurken diğer yandan sosyal hayatı parçalayıcı yâni etnik (Bence bu kavram ırk karşılığı kullanılıyor. Ancak ırk kavramının kirletilmesinden dolayı etnik kavramı tercih ediliyor) temelli çalışmaların meydana getirdiği sosyal bunalım nedeniyle kültür sosyoloji bağlamında araştırmalar yapmayı tercih ettim. Aslında sosyoloji anlayışımda temelinde Eröz’ün bakış açısı hâkim olduğu için onun yaptığı gibi tarihi, sosyolojiyi ve antropolojiyi temel alarak doktora tezimi yaptım. Ondan sonra bütün çalışmalarımda bu anlayışla araştırmalar yapmayı tercih ettim.
Çünkü bir sosyal konuyu onu meydana getiren bütün içinde değerlendirmek gerekir. Eğer parçayı bütün içinde değerlendirmediğiniz takdirde sâdece parçayı tasvir eder, resmin bütününü göremezsiniz. Meselâ bir bölgede yaptığınız araştırmada bulduğunuz bir kültür unsurunun sosyal coğrafyasını görmezseniz, o kültür unsurunun o yöreye âit olduğunu söylersiniz. Oysa o kültür unsurunu hakkında sağlıklı yargıya varabilmek için olabildiğince diğer bölgelerdekilerle karşılaştırmak gerekir. İşte bunu yapabilmek için kültür tarihine, antropolojiye başvurmak gerekiyor. Eğer bu anlayışı sosyoloji bağlamında yaparsak kültür sosyoloji yapmış oluruz ve böylece bir kültür unsurunu sağlıklı şekilde değerlendiririz.
Türkiye’de yapılan çalışmalarda bu anlayışa dikkat edilmediği için özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki birçok kültür unsuru bölücü amaçla kullanılmış ve kullanılmaktadır. Oysa karşılaştırma yaptığımızda buralardaki kültür unsurlarının aynılarını Türk dünyasının her coğrafyasında karşımıza çıkar. Meselâ Diyarbakır’da geleneksel anlayışla yapılan bir kilimdeki damgaların aynısını Türk dünyasının en uzak bölgesi Yakutistan’da görebiliyoruz. Mezar taşları da böyledir. Meselâ Hakkari’deki Tunceli’deki balbalları ve koçbaşlı mezar taşlarını Moğolistan’dan Türkiye’ye kadar olan Türk coğrafyasında görebilirsiniz. Fakat bunları Farslarda ve Slavlarda görmek mümkün değildir. İşte bu nedenlerden dolayı ben araştırmalarımı kültür sosyoloji, kültür tarihi ve sosyal antropoloji bağlamında yapmaya çalışıyorum.
Kısaca sosyal hatayı parçalamak mümkün olmadığı için, her sosyal bilimcinin bir ayağını kendi uzmanlık alanı üzerine basarak diğer ayağı ile de araştırma konusuna en yakın bilim dallarının üzerinde gezinmesi gerekiyor. İşte bu anlayıştan dolayı yapabildiğim kadarıyla disiplinler arası bir anlayışla araştırmalar yapmaya çalışıyorum.
İ. Vurucu- Sizin bu alandaki çalışmalarınız nelerdir?
M. Aksoy- “Kültür Sosyolojisi Açısından Nevruz Kavramı”, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan Terör Nedeniyle Göç Eden Ailelerin Sorunları”, (Zakir Avşar’la ortak) ve “Altaylardan Anadolu’ya Damgalar” internet sayfamdaki (www.mustafaaksoy.com) yazdığım elli civarındaki makalelerdir.
Bütün çalışmalarım disiplinler arası bir anlayışla yapılmıştır. Özellikle doktora tezim olan “Doğu Anadolu Kültürü Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmam disiplinler arası çalışmak isteyenler için örnek olma özelliğine sahiptir. Meselâ bu çalışmada sosyoloji, folklor (Halk Bilimi), tarih, mitoloji ve antropoloji biliminden hareketle “Kültür Sosyolojisi” kavramını tanımladım ve tezimde yukarıdaki bilimlerden olabildiğinde faydalanmaya çalıştım. Ondan sonra da aynı anlayışla araştırmalarıma devam etmeye çalıştım. Özellikle www.mustafaaksoy.com adlı sitemde sosyal bilimlerin her alanından, meselâ arkeoloji, psikoloji, sosyoloji, antropoloji, mitoloji, halk edebiyatı, dil bilimi, tarih vb. bilimlerden, hatta fen bilimlerinden örnekler görmek mümkündür.
Şu anda ise Türkiye’deki sosyal bilimlerdeki yöntem anlayışını eleştirel bir açıdan değerlendiren ve “Yöntemsizliğin Yöntemi” adını vermeyi düşündüğüm bir kitap ile temelde Kürt milliyetçilerinin kaynaklarını esas alarak “Kürt ve Zaza Tarihi ile Kültürü” hakkında bir araştırma üzerinde çalışıyorum.
İ. Vurucu- Mezar taşlarının özelliği nedir? Onlarda araştırmaya değer ne buldunuz?
M. Aksoy- Mezar taşlarının en belirgin özelliği geleneksel mimarî ve etnografyanın en güzel örneğini ifâde etmesidir. Diğer yandan mezarlar, sosyal grupları dinî ve sosyal hayatlarının da en belirgin ifâde edildiği mekânlardır. Meselâ Kırgızistan’daki geleneksel mezarlarda yurt (bozüy) ismi verilen keçeden yapılan yuvarlak çadır şeklindeki yapıların içine ceset yerleştirilir. Diğer yandan dış görünümü de yurt şeklinde yapılan mezarlar vardır. Bu tip mezarlar istisnasız kadın mezarıdır. Çünkü Türk anlayışına göre evi dişi kuş yapar.
Mezarların bir başka özelliği ise geleneksel damgaları üzerlerinde barındırmalarıdır. Yâni, Türk mezarlarında Türk damgalarının olmasıdır. Bunun dışında, mezarlar ve türbeler halkın bir araya gelip, buluştuğu mekânlar olmuştur. Bazı mezarlarda yâni türbelerde çeşitli törenler yapılır ve dilekler dilenir. Meselâ Romanya’nın Dobruca bölgesindeki Sarı Saltuk türbesinde 5-6 Mayıs’ta Hıdrellez yani bahar bayramı törenleri yapılır. Kazakistan’ın Yesi yâni Türkistan şehrindeki Yesevi türbesi ramazan ve kurban bayramlarında ziyaret edilir. Bunun dışında evlenen ya da çeşitli sorunları olanlar türbeye gelerek çeşitli dileklerde bulunup, dua ederler. Asya’daki türbe anlayışı Anadolu’da özellikle Alevî-Bektaşî geleneğine bağlı insanlar tarafından temsil edilmektedir.
Tuva’dan Kosova’ya kadar alanda yaptığım araştırmalara göre koçbaşlı mezar taşları ile balballar sâdece Türklerde vardır. Bu kültür öğesi bize Türkler hakkında önemli bilgiler vermektedir. Meselâ ilk koçbaşlı mezar taşları ile balballar Moğolistan’daki Ötüken ile Altay bölgesindedir. En son koçbaşlı mezar taşı ise 1965 tarihli olarak Tunceli merkezinde, balbal ise 1963 tarihli olarak Pertek’tedir. Ayrıca koçbaşlı mezar taşları ile balballar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bolca görmek mümkündür.
Mezar taşlarının üzerindeki damgaları izleyip inceleyince, Türklerin tarihleri, kültürleri, aile yapıları, sosyal statüleri hakkında çok önemli ipuçlarını yakalayabiliriz.
Kısaca, mezar taşlarını, geleneksel kültürün en yalın taşıyıcıları olmaları açısından son derece önemli olduğu için bir kültür sosyologu olarak araştırmaya değer buldum.
İ. Vurucu- Şüphesiz ki yaptığınız araştırmalarda ilginç bulgularla karşılaşıyorsunuz. En ilginç bulduklarınızı bizimle paylaşır mısınız? Saha araştırması yapan gençlere ne tavsiye edersiniz?
M. Aksoy- Beni bu araştırmalarımda en çok şaşırtan ve hayrete düşürün Hakkari ile Tunceli oldu. Çünkü her iki ilde nüfus hareketliliğine en az imkân veren bir coğrafyaya sahip. Yâni her iki ilde sosyal etkileşimin en az olduğu alanlardır. Böyle olmakla beraber bu illerimizde koçbaşlı mezar taşları ile balbalların olması ve halı-kilimlerdeki damgaların benzer değil aynılarının Türk dünyasının her yerinde görülmeleri bence çok ilginçti.
Bilindiği gibi Kürtçü araştırmalarda Kürtler Farsların bir kolu olarak ifâde edilmesine rağmen koçbaşlı mezar taşları ve balballar ile halı-kilimlerdeki simetrik damgalar Farslarda görülmez. O hâlde bu kültürel miras bazılarının düşünüldüğünün aksine bu coğrafyada çok eskilerden beri Türklerin yasadığını göstermez mi?
Saha çalışmasını 1997’de Zakir Avşar’la yaptığımız ve “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan Terör Nedeniyle Göç Eden Ailelerin Sorunları” ismiyle yayımlanan eserde de ifâde edildiği gibi sorduğumuz bir soruya herkes Kürtçe eğitim istiyordu, ancak kimse çocuğunu Kürtçe eğitim yapan bir okula göndermek istemiyordu. Bu durum konunun ne kadar siyasallaştığının bir göstergesi olarak bence ilginçtir.
Saha araştırması yapan insan araştırmacı kimliğini kaybetmeden araştırma yaptığı grupla uyum içinde olmak zorundadır. Yâni araştırma yaptığı insanlarla kimliğini kaybetmeden bütünleşmelidir. Araştırma sahasında bilgi alamadığım insan olmadı. Sanırım bunda yukarıda ifâde ettiğim özelliği iyi kullanmam etkili olmuştur. Meselâ bir seferinde sohbet esnasında çay verdiler çayı bir kenara bırakarak sorduğum soruların cevabını yazıyordum. Bir müddet sonra elimi bardağa götürerek çayımı yudumladım. Ağzıma gelen bir tortuyu çay tanesi sanarak ezdim o esnada çık diye bir ses geldi yani çayıma düşen sineği ezmiştim. Hiç fark ettirmeden çayımı yudumladım ve bitene kadar içtim. Eğer çayı ağzımdan çıkarsaydım ve içmeseydim evin erkeği çay yapanı döveceğinden en azından çok kötü şekilde azarlayacağından emindim. Oysa ben o çayı içmekle bir şey kaybedecek değildim.
Saha çalışması yapan araştırmacının, insanların artı, eksilerini, ihtiyaç ve taleplerini, sosyal konum ve statülerini, korku ve heyecanlarını göz önünde bulundurup, onları yargılamadan, sorgulamadan, onlara güvenip, güven vererek araştırma yapmanın zorunlu olduğu gerçeğini hiç unutmaması gerekir. Bu tavrın saha araştırmaları için çok önemli olduğuna inanıyor gençlere bu tavrı takınmalarını öneriyorum.
Ağrı’nın Taşlıçay ilçesinin bir köyünde yaptığım bir araştırmada ise babamdan yaşlı birinin bana doğru heyecanla gelip elimi öpmeye çalıştığında çok utanmıştım. Elimi çekmeye çalışırken yaşlı adam ısrar ediyordu bu esnada istemeyerek de olsa sert bir tonla “Amca sen ne yapıyorsun, sen babamdan daha büyüksün elimi öpmen doğru değil” dedim. Bu sözüm karşısında yaşlı adam sakinleşerek “Bak oğul sen bende daha büyüksün” dedi. “Neden senden büyüğüm” dediğimde “Oğul buraya devlet iki defa gelir birinde vergi almak için ikincisinde ise oy almak için. Bak sen kendiliğinden gelmişsin yâni benim için gelmişsin o nedenle sen benden daha büyüksün” dedi. Bu ifâdeler karşısında gözlerim doldu ve Ziya Göklap’in aydınlar halka iki defa gitmeli sözü aklıma geldi.
Kısaca yaşadığım bu olaylar beni çok etkiledi ve o günden itibaren halkıma karşı sorumluluğumu unutmamaya çalıştım. Şüphesiz herkesin saha araştırması yapması zorunlu değil ancak herkes yaşadığı topraklara karşı sorumlu olduğunu unutmamalı.
İlginç bir olayı ise Elazığ’ın Ağın ilçesindeki bir Alevi köyünde yaşadım. Bilindiği gibi Doğu Anadolu’da insanlar son derece misafirperverdir. Sünnî köyünde araştırmamı öğle vaktinde bitirdim ev sahibi yemek yememi sonra gitmemi istedi. Ben ise teşekkür ederek fazla vaktim olmadığını Alevî köyüne geçerek araştırmaya devam edip oradan Elazığ’a dönmek istediğimi söyleyerek Alevî köyü geçtim. Alevî köyüne vardığımda ilk eve misafir oldum. Kısa bir tanışmadan sonra sorular sormaya başladım. Bu esnada ev hanımı beyine bakıyordu. Bir süre sonra ev hanımı çay içip içmeyeceğimi sordu. Oysa normalde yemek teklifi yapmaları gerekiyordu. Bu durum karşısında “Siz nasıl misafir karşılıyorsunuz. Ben acım neden yemek vermiyorsunuz” dedim. Bu sözüm karşısında sanki ev hanımının gözü yuvasından fırlamış gibi bana dönerek “Biz Aleviyiz o nedenle yemezsiniz diye düşündüm” dedi. Ben de evin beyine dönerek “Komşu köyünüzden biri size geldiğinde ya da siz oraya gittiğinizde böyle biz sorun yaşıyor musunuz” dedim. Onlar ise “Hayır aramızda böyle sorun hiç olmadı” dediler. “O hâlde neden şimdi oldu” dediğimde “Ne bilelim halk arasında Alevinin kestiği yaptığı yenmez” diye bir söz var. O nedenle senin de yemeyeceğini düşündük dediler. Bu konuşma beni çok düşündürdü. Çünkü misafir olduğum ev sahibi İstanbul’da Çapa’nın en lüks yerlerinden biri olan Başvekil caddesinde yaşıyor ve tatil için köyüne gelmişti. Yâni ne yaşadıkları yerde ne de komşu köyle aralarında bir sorun olmadığı hâlde adeta gizli yâni bilinçaltındaki bir varsayım/önyargı onların bana karşı olan tavrı sergilemelerine neden olmuştu. Eğer yaşadığımız sosyal ortamda böyle gizli baskılar ve anlayışlar varsa insanların birbirlerine yakın olmaları ve güven duymaları çoğu zaman mümkün görülmemektedir. Bu nedenle sosyal gruplar arasındaki gizli inanç ve baskıların yok edilmesi herkesin görevi olmalıdır.
İ. Vurucu- Sizin için hususî bir yer edinen çalışmanız var mı?
M. Aksoy- Yukarıda ifâde ettiğim doktora tezim Türkiye’de hermeneutik yöntem ve disiplinler arası anlayışla yapılmış ilk tez olması ve ülkemizin çok önemli bir sorunu hakkında kültür sosyolojisi açısından yapılmış olması açısından önemlidir. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu adına Zakir Avşar ile saha çalışmasını yaptığımız ve yazdığımız çalışma da araştırmanın yöntemi ve sonuçları açısından son derece önemlidir. Diğer yandan Kosova, Moldova ve Romanya hariç, tamamen kendi imkânlarımla Tuva, Hakasya, Altaylar, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Türkiye (defalarca saha çalışması yaptım ve yapıyorum) ve İran’da yaptığım ve önemli bir kısmını www.mustafaaksoy.com internet adresinde olan çalışmalarım kültür tarihi ve kültür sosyoloji açısından son derece önemli çalışmalardır. Bu araştırma hakkında yazdıklarım bazılarınca önemeli bulunmasa dahi, sahada derlediğim on bin (10.000) civarında fotoğrafla Türk kültürüne önemli kattılar yaptığımı düşünüyorum. Çünkü derlediğim belgelerin önemli bir kısmı birbirini hiç görmeyen okuyup-yazma bilmeyen, araştırma yapmayan, hiçbir siyasî ve bilimsel kaygı taşımayan insanların eseridir. Eğer bu belgelerin dilini anlayabilirsek Türk kültür coğrafyasını ve Türkiye’de 1980’den beri tartışılan ve çoğu zaman çatışmaya neden olan sorunların çözümüne çok önemli katkılar yapacağı düşüncesindeyim. Çok geniş bir coğrafyada yapılan saha araştırması -belki ilk çalışma- olması açısından da önemli bir çalışma olduğuna inanıyorum.
İ. Vurucu- Kültürümüz hakkında ne söylemek istersiniz?
M. Aksoy- Türk kültürünün çok zengin ve geniş bir coğrafyada görülmesi dünyada çok kültüre nasip olmayan bir özelliktir. Ancak Türk kültürü hak ettiği yeri genelde iki nedenden dolayı yeterince alamamıştır. Birincisi Türk araştırmacılarının önemli ölçüde Türk kültürüne sağlıklı olmayan yaklaşımları, diğeri ise genelde Batılı araştırmacıların Türk kültürünü küçümseyen tavırlarıdır. Meselâ Türklerden başka hiçbir millet çok sayıda devlet kurmamıştır ve bu kadar geniş bir coğrafyada yaşamamıştır. Buna rağmen Türk olmayan ve Türk araştırmacıları tarafından Türkler, genelde önemli ölçüde özel bir kültürü olmayan ve göçebe olarak yaşayan insanlar olarak tanıtılmaya çalışılmıştır. Oysa devlet kurmak ve çok geniş bir coğrafyada az bir nüfusla var olmak, ileri bir kültür ve teşkilat yapısını gerektirir. Eğer bir devleti oluşturan millet, tarih sahnesinde şu andaki birçok devletten-milletten önce var olmuş ve çok geniş bir coğrafyada-dünyada hiçbir millete nasip olmayacak şekilde devletler kurmuş, var olmuşsa bunun bir anlamı olmalıdır. Eğer Türk olmanın ne olduğunu öğrenebilirsek ya da cevap aramaya çalışırsak, Türk kültürünün dünya kültürünü içindeki yerini anlamaya başlamış oluruz. Sonuç olarak tek cümleyle söylersek, Türk kültürünü önemini anlamak için diğer kültürlerle küçük bir mukayese yapmak yeterlidir.
*Makalenin yayımlandığı: 2023 Dergisi, Sayı 121, 2011.
Yazının PDF dosyası ve fotoğraflar için lütfen bu adresi açın: http://www.mustafaaksoy.com/default.asp?inc=makale&id=65