Yükleniyor...
Pir-i Türkistan’ın türbesine yürüme mesafesi birkaç dakika uzaklıkta yepyeni bir cami yükseliyor. Ahmed Yesevî Camisi. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından inşa edilen cami 2015’te açılmış. Firuze kubbesiyle, açık renk boyası badanası ve bol camların sağladığı aydınlık manzarasıyla, kütüphânesi, kafeteryası, sınıfları ile burası da küçük bir külliye. Harikulade bir çevre düzenlemesi yapılmış.
Yesevî türbesinin etrafında yepyeni bir mahalle şekillenmiş. Modern, göz alıcı. Dünyanın meşhur otel zincirlerinden birkaç tanesinin birer şubesi. En ihtişamlısı ise Türkiye’ye ait. Türk girişimcilerin eseri: Kervansaray Oteli. Timurlu mimarisinden motifler taşıyan kum rengi bir saray… Çok büyük bir otel. İki giriş kapısı arasında elektrikli golf arabaları işliyor. Otel olmaktan fazlası. Bir alışveriş ve eğlence kompleksi. Su kanalları, kanallarda kayıkları, suni gölü, fıskıyeleri, yedi boyutlu sinema salonu, kapalı lunaparkı, lokantaları, kafeleri, dükkânları, butikleri ile bozkırın ortasındaki bu küçük şehirde beklenmedik bir mekân. Otelde kalmayan şehir halkı için de bir tenezzüh yeri olmuş. Şimdiye kadar gördüğüm en “inanılmaz” oteller Amerika’da, Las Vegas şehrindeydi. Oradakilerle yarışacak bir otel.
Otelin müdürü Murat Bey’le tanışıyoruz. Otel ve çevre hakkında bilgiler veriyor bize. Otele ait sinema salonundaki filmi mutlaka seyretmemizi tavsiye ediyor.
Otelin geniş arazisinin bir kıyısında iri ve sapsarı, altın görünüşlü bir kubbe var. Sinema salonu orasıymış! Uçan Sinema! Bunun bir “kubbe” olmadığını adını öğrenince anlıyoruz: Altın Samruk. Dev bir yumurta bu! Samruk kuşunun yumurtası.
Kazak efsanesine göre ölümsüz bir kuş olan Samruk (ya da Semruk), Türk mitolojisinin bir başka figürü olan, kökleri yer altında, gövdesi yeryüzünde, dalları gökyüzünde olan “Hayat Ağacı”nın tepesindeki yuvaya, her sene, hayatı, iyiliği, umudu temsil eden altın bir yumurta bırakır. Bu ağacın kökleri arasında bir ejderha yaşamaktadır, yukarı tırmanarak bu altın yumurtayı yutar. Samruk yumurtayı bırakır, ejderha yutar… Bu döngü böylece devam edip gider. İyilikle kötülük, aydınlık ile karanlık arasındaki sonsuz mücadelenin temsilidir bu. Efsane böyle der amma, arkeologların keşfettiği, Kazakistan coğrafyasında gerçekten yaşamış ve nesli tükenmiş bir kuş türüne, bu efsaneye dayananılarak “Samrukia” adı verilmiştir.
“Altın Yumurta”nın kapısından giriyoruz. İçerdeki rehber bizi önce Kazakistan tarihinden kesitler sunan küçük bir müzede gezdiriyor, sonra sinema salonuna buyur ediyor. Koltuklarımıza bağlanıyoruz. 7D teknolojisi ile yapılmış, Kazakistan tarihini anlatan harika bir film perdede. Samruk kuşunun kanatlarında kâh ırmakların dibine indik, kâh vadiler boyunca uçtuk, kâh dağların zirvelerine çıktık, kâh bozkırlarda doluduzgin at sürdük, Baykonur uzay üssünden uzaya bile fırlatıldık.
Otelin suni gölünde her akşam saat 8:30’da gösteri var. Her akşam yarım saat. Rengârenk donatılmış kayıklarda rengârenk millî kıyafetleri içindeki Kazak kızları ve erkekleri, rengârenk fıskiyeler ve Kazak ezgileri eşliğinde dans ediyorlar. Bir masalın içindeyiz. Bozkırın ortasında masal vahası. Müzik, su, ışık, renk… Bu da bir başka Kazak destanıymış. Onaltıncı asra ait aşk hikâyesi Kız Jibek İle Tölegen’in canlandırılması olduğunu öğreniyorum. Leyla İle Mecnun gibi, Romeo Juliet gibi bir aşk hikâyesi. Gölün kıyısı kalabalık. Alkışlar, alkışlar…
Hazret Sultan’ın türbesi yanıbaşımızda, sol tarafta, yürüme mesafesiyle birkaç dakika. Bu gün Samruk’un altın yumurtasının yanındaki sahnede de küçük bir açık hava konseri vardı. İkindi vakti sanatçılar sahne almaya başladı. Pop şarkıcıları, halk müziğinin modernize edilmiş örnekleri. Türkçe, Kazakça şarkılar… “Kız ben senin canına sevdalıyım sevdalı….” Belki de bunu söyleyen Türkiye’den bir şarkıcıydı. Otelin müşterisi olan olmayan seyirciler keyifli. Müziğin ritmine uymuş, oldukları yerde oynuyorlar. Havuzun renkli fıskiyeleri de müziğe göre dans ediyor. Derken bir folklor grubu sahnede… Bir yandan tabaklarımızdaki iri Kazak mantılarını yiyor, her sofranın vazgeçilmezi yeşil çaylarımızı yudumluyoruz.
Türkistan Türk dünyasının manevî başkenti… Fazla mı maddî olmuş, diye soruyorum kendime. Ahmed Yesevi 63 yaşından sonra yer altına kazdırdığı hücresine çekilmiş. Kul Hoca Ahmed aşka ayak bas, / Nefs hevadan gönül kes deyip… Bizse 63’ünden sonra?…
Peki… Yesevî türbesinin bulunduğu şehre geldiğimde beni tozlu, topraklı yol kıyılarında birkaç mütevazi ev, suskun ve yorgun çehreli insanlar karşılasaydı?…. Daha mı çok memnun olacaktım?
Cevap ver diyorum kendime: Bu pırıl pırıl, ışıl ışıl yepyeni mahalle, bu konforlu oteller, envai çeşit yemek sunan lokantalar yerine eski evlerle, tozlu yollarla, boynu bükük, kederli, yoksul insanlarla, unutulmuş, ihmal edilmiş mahallelerle karşılaşsaydın daha mı çok memnun kalacaktın?
Hayır!
Yirminci, yirmibirinci yüzyılda işler böyle mi?
Böyle!
Peki bütün bu ziyaretçiler, aşağıda eğlenenler Yesevî’nin hikmetlerinin ne kadar farkında?
Bilmem!
Ama gelmişler buraya! Hazret Sultan deyip gelmişler. Bu bozkırın ortasına! Bu da önemli bir nokta değil mi?
Doğru! Önemli bir nokta!
Ki bu eğlenenlerin hepsi önce mutlaka türbeyi ziyaret ediyor, dua ediyor. Yesevî makamı burada olmasaydı gelirler miydi bu bozkır şehrine?
Hayır! Gelmezlerdi.
Ben gelir miydim?
Gelmezdim!
O halde?…
Hazret-i Türkistan seni ve bütün bu insanları bu şehre, bu noktaya çekmiş! Dokuz yüz sene sonra bile…
Kervansaray’ın balkonunda oturmuş bol yıldızlı bozkır gecesini seyrediyorum. Yıldızlar kıpır kıpır… Derinden derine bir müzik sesi geliyor. Açık hava gösterileri bitti, herhalde otelin barında çalınan hafif gece müziği bu.
Kul Hoca Ahmed aşka ayak bas,
Nefs hevadan gönül kes
Hazret Sultan! Kapına geldik. Nefsimizle, heva ve heveslerimizle, kusurlarımızla, eksikliklerimizle geldik. Ama geldik! Senin iman gücünün zerresi var mıdır bizde? Aşk oduna yanmanın, bağrı kebap olmanın anlamını biliyor muyuz ki? Yine de geldik! Anadolu istikametine fırlattığın köseği’nin peşine düştük gerçi. Fakat, bu, hızı başdöndüren, renkleri göz kamaştıran, ezgileri ruhumuzu okşayan, zevkleri gönlümüzü çelen çağ yakamızı koyvermiyor. Fakat her çağın kendine göre heva ve hevesleri, zevk ve sefası olmamış mıdır? Elbette olmuştur! Sen onları elinin tersiyle itebilmiş insansın. Ama o ellerle aynı zamanda tahta kaşık, kepçe yontarak ailenin geçimini sağlarken, el emeği ile rızkını kazanırken, dünyaya boşvermemek dersini veren bir tevazu ehlisin. Sûfi olmayıp neylesin, evde yapacak işi yok,/ Sûfilik iddiası eder halka vermeye aşı yok diyerek işsiz güçsüz dolananları, asalak yaşayıp dervişlik taslayanları yermekten de geri durmamışsın. Sen milletimizin hamurunu mayalayıp anadilimiz Türkçe ile yoğuran bir gönül erisin, erenlerin pirisin, alp erenlerin mürşidisin. Lakin bizler senin sırrına erdiğin hikmetlerden uzağız. Bizler hayli çiğ kaldık. Pişmemişiz, yanmamışız. Yanmada derman bulmamışız. Ama hiç değilse geldik!
Bütün yıldızların batıp günün ağarmaya durduğu vakitte, ağaran gökyüzüne doğru heybetle yükselen türbeye bir kere daha baktıktan sonra…. Sert çizgileri yumuşamış, kenarları, köşeleri alacakaranlıkta sarahatini kaybettiğinden, olduğundan daha büyük görünen, sanki yeryüzüyle irtibatını kesmiş de bozkırın kubbesine asılıymış gibi duran türbeye bir kere daha baktıktan sonra… Özbek sürücümüzün arabasıyla yola revan oluyoruz. Hazret Sultan! Geldik, gidiyoruz!
Hazret Sultan bizi uğurluyor.
Kul Hoca Ahmed söylediği Hakk’ın yâdı,
İşitmeyen dostlarına kalsın öğüdü,
Gurbete düşüp yine öz şehrine döndü
Türkistan’da mezar olup kaldım ben işte.
Nihayet Hazret Sultan Havalimanı’ndan uçağa biniyoruz.