Yükleniyor...
Bu serinin son yazısı. Başlık “Siyasal İslamcı siyasette ideolojik çöküş 5” olabilirdi. Ancak mevcut fiilî durumlara da dikkat çekmek gerekiyordu. Yaklaşan büyük tehlikenin daha açık görülmesi kurtulmanın ön şartı.
Türkiye yüzyıla, hatta, yüzyıllara bedel olayları yaşadı. Dünya yeniden şekillenmeye başladı. Önce Sovyetler dağıldı. Dünya tek kutuplu hâle geldi. Beş Türk devleti bağımsızlığına kavuştu. Dünya yeni yüzyıla girerken şekillenme devam ediyordu. Önce depremler sonra ekonomik krizler yaşandı. Emperyalizmin de desteklediği bulunduğu bir iktidar değişikliği gerçekleşti. Dünya ve özellikle Müslüman ülkeler de değişmeye başladı. Değişim hem siyasi hem de coğrafi oldu.
Türkiye’de ilk başlarda sıradan bir iktidar değişikliği sanılan yeni yönetim, yapı değişimi için fırsat kolluyordu. İlk fırsatı 2005’te Şemdinli’de buldular. Şemdinli Davası üzerinden 40 subay ve astsubay yargılandı. Neredeyse genelkurmay ikinci başkanı yargılanacaktı ama güçleri yetmedi. İki astsubay ceza aldı.
İddianamede “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan ve Cumhuriyet’in ilanında da kabul edilerek devam ettirilen modernlik projesi, Kürt milliyetçiliğinin ve siyasal İslâm’ın devletin temel yaklaşımlarına hâkim olmasını temel tehdit unsurları olarak belirlemiştir.” diyordu. Sadece bu cümle bile Türkiye’de olan biteni anlatacak güçte ve derinlikte. Devlete yapısına darbeler indirildi.
Siyasal İslamcı siyaset ve Amerikancı ortağı FETÖ, Türk Milleti’nin başına büyük gaileler açtılar.
Önce Ergenekon kumpası çıktı. Onlarca başka dava ile birleştirilerek büyüdü. Eski genelkurmay başkanı bile yargılandı. Davadan hiç ceza alan olmadı. Devletin tepesinde büyük bir kavga oluyordu.
Balyoz, İzmir Casusluk, Kozmik Oda ve 28 Şubat davaları yaşandı. Çok canlar yakıldı, çok ocaklara ateşler düşürüldü. Yüzlerce insan aileleriyle birlikte acılar çekti.
Kumpaslar Türk Milleti’ne kurulmuştu. İdeolojik menzil yolculuğu durmaksızın devam etti.
Balyoz ve 28 Şubat davaları sembolik sayıda asker kaldı. Diğerleri beraat etti. Öbür davalarda herkes beraat etti. Şemdinli davasından yatanlar da çıktı. Ergenekon davasından ceza alan olmadı.
Bütün davalardaki hâkimler, savcılar ve dosyayı hazırlayan polisler ile basındaki iş birlikçilerinin hepsi de FETÖ’nün 15 Temmuz ihanetinden ya hapse girdi ya da kaçmışlardı. Balyoz ve 28 Şubat davaları onların bıraktığı yerden devam ettirildi. Sadece bu iki davaya FETÖ’nün bıraktığı yerden devam edildi. 28 Şubat davası Yargıtay’da onaylandı. Aksi takdirde 28 Şubat üzerinden koparılan ideolojik fırtınanın tamamen temelsiz, tamamen asılsız ve tamamen haksız olduğu ortaya çıkacaktı.
Ayrıca aksi olsaydı İslamcı mahalledeki artacak homurtuları susturmak da kolay olmazdı . Bu biraz da gladyatörlerin, arenada seyircilerin isteğiyle aslanlara atılmasına veya öldürülme emrinin verilmesine benziyordu.
Son Kara Harp Okulu mezuniyetinde, teğmenlerinin resmî törenler sonrasındaki kutlamalarına sekiz gün sonra verilen tepkiye de bu arenadaki gladyatörler metaforundan bakmakta fayda var.
Ancak şu iyi bilinmeli ki “Eğer saldırı sırası Türkiye’ye geldiyse” savaşa bu teğmenlerle girilecek demektir. Annelerinin dantelli masa örtülerine sarılarak, kefenimizle geldik diyenlerin anneleri masa örtülerini geri isterler. Ama bu teğmenleri anneler vatana kurban diye gönderdiler. Bu değeri de ortadan kaldıracak bir davranış, ölçüyü daha çok bozacaktır.
28 Şubat davasından yatanlar için çok büyük kamuoyu baskısı oldu. Nihayetinde cumhurbaşkanının infazı kaldırma kararıyla hapiste olanlar da çıktılar. Balyoz Davası’nda altı kişinin dosyası Yargıtay aşamasında bekliyor.
Bütün bunlar ideolojik çöküşün başka bir cephesi.
Çöküş büyük ve çok boyutlu yaşanıyor. Toplumsal çöküş artık sokağa yansıdı. Özellikle büyük şehirler kontrol altına alınmakta güçlük çekiliyor. Halk perişan. Ekonomik buhran durumu daha da ağırlaştırıyor. Uyuşturucu kullanımındaki artış korkutuyor. Artık sokaklar güvenli değil.
Son on gün içindeki kamu vicdanını kanatan olaylar yaşandı. Daha 19-20 yaşındaki çocukların birer suç makinasına dönüştüğünü görmek vaziyetin perişanlığını gösteriyor.
“Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı ‘Güvenlik Birimine Gelen veya Getirilen Çocuk İstatistikleri’ verilerine göre güvenlik birimlerine gelen veya getirilen çocukların karıştığı olay sayısı 2023 yılında 537 bin 583 oldu.” Bu haber BBC Türkçe’den.
Aynı haberde, Acıbadem Üniversitesi Suç ve Şiddetle Mücadele Merkezi Başkanı Prof. Dr. Oğuz Polat “… ortada bir değerler erozyonu olduğunu, sadece paranın değer olarak kaldığı bir durum bulunduğunu…” söylüyor.
Değerler erozyonunun yaşandığı bir gerçek. Ki artık değerlerin kaybı aşamasına geldi. Bu da toplumda bir kimlik krizine doğru yaklaşıyor.
Kimlik krizi çünkü AKP 3 Kasım 2002 seçimlerinden hemen sonra kimlik sorgulamasına başladı. “Ne Mutlu Türküm Diyene dediniz ne oldu? Hâlbuki Türk, Kürt, Laz, Çerkez… 26 etnik grup” diyordu. Bugünlerde bunu “Türk, Kürt, Arap, Sünni, Alevi” beşli ayrımına getirdi.
Türk kimliğini güçlendiren en güçlü değer din idi. Din, kimlik oluşurken bireyin vicdanı üzerindeki en büyük etkendi. Hani “herkesin polisi kendi vicdanıdır” ya, işte toplum bu ölçüyü yitirdi.
İlk yazıyı cumhuriyetin kuruluşunda, “dini grupların hepsi de ortadan kaldırıldı. İnsanlar dinlerini, rahatça ve kendileri olarak yaşamaya başladılar. Ve en önemlisi de din egemenlik sahasından ve iktidar yarışından çıkarıldı. Din kazanmıştı.” diye bitirmiştim.
Din vicdanları besleyen kaynak iken tekrar iktidar olmak ve iktidarı devam ettirmek için araç hâline getirildi. İktidar da bir anlamda zenginleşme kaynağıydı. Dolayısıyla din aynı zamanda zenginleşme aleti oldu. Yani bu sefer, dine kazandıkları kaybettirildi.
En acısı da, iktidar itirazları devlet gücünü kullanarak bastırınca, insanlar iktidar yerine dinden uzaklaşmaya başladı.
Yeni anayasa yapma çalışmalarına da çöken bu ideoloji ve yaratılmış yeni fiilî durumlar üzerinden bakmak gerekir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ülkemizin gençlerinin geleceğini inşa edecek, onları dünya ile rekabete hazırlayacak vizyoner bir anayasaya bizim ihtiyacımız var. Biz bunu yapacağız” dedi. Bunu, ABD seyahatinde söyledi.
“Ben, İmam Hatiplilere Türkiye’yle birlikte Türkiye’nin hatta tüm dünyayı inşa etme vazifesinin verildiğine inanıyorum.” Bu sözler de AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın.
İmam hatipler okulları meslek eğitimi. Bu, Din Öğretimi Genel Müdürünün veya AKP Genel Başkanının konuşmalarında görülür. Ama imam hatip fen, imam hatip sosyal, imam hatip spor, musiki, geleneksel ve çağdaş görsel sanatlar diğer meslek liselerinde yok. Genel ortaöğretimde var. Bu da genel ortaöğretim ile imam hatiplerin paralel eğitim sistemleri hâline getirildiğini işaret ediyor. Din öğretimi Genel Müdürlüğü de sanki ‘Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’ gibi çalışıyor.
İki yıldır MEB Bütçe raporlarındaki bütçe talepleri ve öğrenci sayıları üzerinden bakıldığında imam hatipli öğrenciye ortalamanın iki katına yakın bütçe talebi görülür. Bu da “İmam hatip ‘Dava’”sı için yapılanların göstergesidir.
Diğer bir deyişle eğitimde birlik (Tevhidi tedrisat) ortadan kaldırılmıştır. Türk çocukları arasında eğitimde fırsat eşitliği imam hatip okullarında okuyanlar lehine bozulmuştur. Menzil de bellidir.
Anayasa Madde 174 “Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:” der.
‘Aşağıda gösterilen kanunların’ ilk sırasındaki de “3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu”dur.
Tevhidi Tedrisat değişsin veya kalksın demek düşünce özgürlüğüdür. Ancak Tevhidi Tedrisatı fiilen kaldırmak anayasa suçudur. Cezası da kanunlarda bellidir.
Anayasa’nın 42’nci maddesi de, “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, … Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. (3’üncü fıkra)” ve “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. (9’uncu fıkra)” demektedir.
Ayrıca, son iki ayda Cumhurbaşkanı, AKP Sözcüsü Ömer Çelik ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum ilk dört madde üzerinde tartışmalardan vazgeçmiş gibi görünmeleri dikkat çekicidir.
Burada, ilk dört maddeye dokunmadan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “milletin çeşitliliği ve zenginliğini yansıtan bir anayasa hedefliyoruz” sözü nasıl gerçekleşir sorusu akla gelecektir. 66’ncı maddedeki vatandaşlık tanımı üzerinde oynamalar ile Millî Eğitimdeki paralel yapılanma ve sığınmacılar üzerinden oluşan fiilî durumlar öne çıkarılabilir. Bu şekilde 42’nci maddeye, Türkiye’deki İngilizce, Fransızca vd diller de örnek gösterilerek Arapça ve Kürtçe eklenebilir. Bu da çok dilli bir devlet demektir. Çok dillilik de egemenliğin paylaşılması anlamına gelir.
Bunların önüne bir de “savaş baskısı altındaki Türkiye” perdesi çekilecektir. İşte o zaman kırk katır mı, kırk satır mı istiyorsunuz sorusu halkın tercihini baskı altına alacaktır.
Bütün bunlar Türk egemenliğine büyük tehditlerdir.
Büyük ideolojik sarsıntı ve çöküşler yaşayan siyasi İslamcı ideoloji bir iktidar kaybı tehdidi altındadır. Yeni anayasa tartışmalarına bu açıdan bakmakta fayda vardır.
Bu yazı serisi şimdilik bitti. Ancak Türk millî egemenliğine, bırakın değişmeyi, gölge düşürmeye çalışacak her davranış karşısında, her an, devam edecektir.
Atatürk’ün dediği gibi, “Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez.” Egemenlik kılıç hakkıdır.