16.04.2024

28 Şubat kararları ya da “Hemşerim, yolculuk nereye?”

28 Şubat Davası'nın kararı, hukuk tarihimize, yargı üzerindeki etkiler açısından hep gündemde kalacaktır. Bu karar neden 13 Nisan tarihinde alınmıştır? 13 Nisan İngiliz kışkırtmasıyla “şeriat isteriz" denilen 31 Mart Ayaklanması'nın tarihi değil mi?


21. Yüzyılın ilk 15 yılında Türkiye’de yaşananları daha doğru anlayabilmek ve yorumlayabilmek için tarihin yardımına ihtiyaç vardır. Yazdıklarımı okuyanlar bilir; birçok yazımda hep buna benzer cümleler kurdum. Sanki devamlı tekrar var gibi gelebilecektir. Fakat ne yazık ki bu cümleyi daha birçok olayda kurmak zorunda kalacağız. Gerçekleşen olayları, siyasi değişiklikleri geçmişin bugüne tutacağı ışığın aydınlığında değerlendirmek hakikati görmeye yardım edecektir.

13 Nisan 2018 günü karar(lar)ı açıklanan 28 Şubat Davası’na da böyle bakmak faydalı olacaktır.

13 Nisan (2018): “Gereği Düşünüldü!”

28 Şubat Davası’ndan yargılanan eski genelkurmay başkanı, ikinci başkanı, ordu komutanı gibi en üst düzeyde 21 komutan/subay ile bir rektöre, önce ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi; sonra da bu ceza iyi hal gerekçesiyle müebbet hapse çevrildi. Yaş ve sağlık durumu yüzünden de tutuklanmalarına gerek görülmedi; adli kontrol şartıyla serbest kalmalarına karar verildi. 68 kişi de beraat etti.

Karar açıklandığında konuştuğum kişilerde oluşan düşünce şuydu: “Bu kararla; ‘Darbe vardır ama 15 Temmuz sürecinde ortaya çıkan gerçeklerin ve kumpasların farkındayız. Ancak bu davada, hem ‘bizimkiler’ tatmin edilmeli hem de insanlar –fazla- mağdur olmamalı’ denildi. Karar buna göre çıktı.”

Bu algı; iktidar partisi genel başkan yardımcısının, mahkeme çıkışında; “o güne katkıda bulunanlar adalet önünde hesap verdiler. Yapmış olduklarının hesabını ödeyecekler. …  28 Şubat’ın, o darbe girişiminin asil ve sabırlı direnişçilerine selam gönderiyoruz” sözleri ile biraz daha netleşti. Bu sözler, hem Başbakan’ın hem de Cumhurbaşkanı’nın dava sürecinde, zaman zaman yaptıkları, “en üst düzeyde cezalandırılacaklar” şeklindeki açıklamalarla birlikte düşünüldüğünde, daha anlaşılır hale geldi, ki “28 Şubat’ın medya ve sivil ayağı…” söylemleri davanın devam edeceğinin önemli bir göstergesi oldu.

İnternette “Batı Harekat Konsepti” diye arama yaptığınızda, karşınıza çıkan ve hiçbir şekilde yalanlanmamış olan belgede, çok ilginç tespitlerin ve tahlillerin yapıldığı görülüyor. Dönemin yönetimi, devlet içindeki cemaat ve tarikat yapılanmaları üzerinde durulmakta ve yetkililer uyarılmaktadır. Bugüne kadar yaşananlar, devleti ele geçirmeye yönelik çalışmalar ve 15 Temmuz darbe gerçeği, sanki o günlerde haber verilmiş gibidir. Ancak bu husus ayrı bir inceleme konusudur.

Hiç kimsenin tutuklanmamış olması sevindiricidir ancak; müebbet hapis cezasının bu şekilde bir infazı uygun mudur, teknik olarak hukukumuzda yeri nedir, nasıldır? Bu hukukçuların değerlendirmesine muhtaçtır. Ancak kesin olan bir şey var ki bu karar hukuk tarihimize, yargı üzerindeki siyasi etkiler açısından hep gündemde kalmaya mahkûm olacaktır.

Karar tarihinin özellikle seçildiğine dair medyada çıkan haberlere rağmen hiçbir açıklama veya tekzip yapılmayışı, dikkat çekiciydi. 13 Nisan, İngilizler tarafından kışkırtılan ve baş sloganı “şeriat isteriz” olan 31 Mart Ayaklanması’nı hatırlattı. 24 Temmuz 1908’de ilan edilen 2. Meşrutiyet’in tasarladığı idari reformlara karşı çıkan ayaklanmacılar, sarayı ablukaya aldı. Meclis-i Mebusan’a verdikleri ültimatom ile hükümetin istifasını istedi ve istifa gerçekleşti. Hükûmet dumura uğradı, can-mal güvenliği kalmadı,  İstanbul sokakları katliam ve kanlı olaylara teslim oldu. Selanik’ten gelen Hareket Ordusu, isyancıları çok sert tedbirlerle durdurdu, 26 Nisan’da asayişi sağladı.

Gezi Olayları sırasında konu edilen Topçu Kışlası da bu ayaklanmanın merkezlerinden biriydi. Bu ayaklanmanın siyasi sonucu da en üst düzeyde gerçekleşti; Sultan 2. Abdülhamit tahttan indirildi; yerine Şehzade Mehmet Reşat (5. Mehmet) geçti.

Peki, Karar tarihi ile 31 Mart Ayaklanmasının aynı güne gelmesi ne anlam ifade ediyor? Bu sorunun cevabı için tarihe biraz daha geriden bakmakta yarar var.

Tarihle hesaplaşan bugün

16 Nisan 2017’de çok önemli bir referandum yapıldı. Sonuçlarının meşruiyeti üzerindeki tartışmalar hâlâ devam ediyor. Referandumun iptali için Anayasa Mahkemesi’nde bekleyen başvuru hala görüşülmemiş ve Demokles’in Kılıcı gibi devlet sistemimizin üzerinde sallanıyor. Bütün bunları bir tarafa koyarak baktığımızda, iki husus birbirini tamamlamakta ve hakikate ışık tutmaktadır.

Birinci husus; Cumhurbaşkanı, 16 Nisan akşamı, referandum sonuçlandıktan sonra yaptığı konuşmadaki; Bugün Türkiye 200 yıllık kadim bir tartışma konusu olan yönetim sistemi konusunda tarihi bir karar vermiştir. Bu karar sıradan bir olay değildir.” cümleleridir.

İkincisi, 17 Nisan günü Yeni Söz Gazetesinin manşetindeki yazılanlardır.

Başlığından bile ne olduğu anlaşılan yazı okunduğunda, ilk ara başlık; “Narkozun etkisi bitti”dir. Devamında; (Koyulaştırmalar dışında Gazeteden aynen alınmış, imla hatalarına özellikle dokunulmamıştır. H.P)

“Osmanlı’ya 3 Kasım 1839’da okutturulan Tanzimat Fermanı ile ‘sultan’ ve ‘Halife’nin otoritesinin azaltılarak dış borç, faiz ve devlet üzerinde batı nüfuzunun artması ile başlayan süreç, 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in ilanı ile devam etmişti. Ülke çift başlı bir yönetime teslim edilerek, on yıl içerisinde Mason, Yahudi ve Sebatayistlerden oluşan İttihat ve Terakki sayesinde 40 parçaya bölünüp, paramparça edilmişti. 29 Ekim 1923’de perçinlenen çift başlı sistem, 16 Nisan 2017 itibariyle sona erdi. Böylece Türkiye,zerk edilen narkozdan resmen ve fiilen kurtulmuş oldu.”

Peki, gazetenin değerlendirmesi bu kadar mı? Hayır;

“3 KASIM 1839’DAN 3 KASIM 2002’YE

3 KASIM 1839’da başlayan batılalaşma ve sekülerleşme, varlık nedenini kaybeden ülkenin aç kurtlarca parçalanmasına imkân tanınırken; 163 yıl sonra aynı gün yani 3 Kasım 2002’de yapılan seçimler ise AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın iktidarıyla ülke yeniden özüne dönmeye başlamış, başarılı yönetim sayesinde de sadece milletimizin değil, aynı zamanda ümmetin ve dahi insanlığın umudu haline dönüşmüştü.

BATI HÜZNE GARK OLDU

Bir buçuk asır önce ‘hasta adam’ diye aşağıladıkları, İslam’ın tevhidini ve Müslümanların birliğini, hilafetini parçalamak, topraklarındaki petrolü paylaşmak, Siyonist bir devlet kurmak, … isteyen emperyalistler ile içimizdeki çift kimlikli uşaklarının, milletin 15 Temmuz zaferini taçlandıran 16 Nisan zaferi karşısında…”

Bir cümle daha;

“… bütün bir ümmete giydirilen deli gömleği, dün itibarı ile yırtılıp çöpe atıldı ve ateşe verildi. İşte küffarın ciğerini yakan ateş bu!”

Aslında her şey çok açık ve göz önünde gerçekleşmekte ancak her yapılanın tek başına değerlendirmeye alınması, daha önce ile ilişki kurulmaması, fotoğrafın bütününü görmeyi engellemektedir.

Tarihler tespit edilirken böyle bir ilişki kurmak kimsenin aklına gelmemiştir sanıyorum. Ancak ideolojik kesin inançlılık içerisinde olanların önem verdiği tarihlerin ve 15 yıl içinde gerçekleşen önemli dönemeçlerin aşılmasındaki yaşananların tesadüflerle izahı çok kolay olmayacaktır. Sanki tarihten intikam alınmaktadır.

Yeni Türkiye ama nasıl?

Bu dönüşümü yapmaya çalışanların ideolojik yapısı bize bu konuda fikir verecektir. Cumhurbaşkanı’nın İstanbul Refah Partisi İl Başkanı olduğu 1993 yılında, 2. Cumhuriyet Tartışmaları röportajında verdiği cevaplar da bugünü anlatmaktadır.

“70 yıllık tarihinde Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur. Her konuda ‘tekçi’ olmuştur ve bu tek olan şeyi de kendisi seçmiştir. … Türkiye, kendisine din olarak ‘Kemalizmi’ almış ve başka hiç bir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte etmiştir.

….

Bir diğer sorunumuz askeri bağımsızlığımızın da tehlikeye girmesi. NATO’nun baskısı elimizi kolumuzu bağlıyor. Bir diğer sıkıntımız da milli bütünlüğümüzün tehlikede olması. Bunu şu şekilde açayım; resmi ideoloji ırkçı bir kişilik taşıyor, bu yapısıyla da milli bütünlüğü koruması mümkün değildir. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik, grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. “Türkiye Türklerindir” gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir.

Soru: Burada zikredilen milli tanımı, İslâm’ın ümmet kavramıyla çelişik gözükmüyor mu?..

Ümmet kavramı içerisinde düşünmüyorum ki, İslam’ın devlet planı içinde düşünüyorum. ‘Adil Düzen’ diye tanımladığım bir devlet çerçevesinde ele alıyoruz. Ümmetin içinde zaten Hristiyan’ın, Yahudi’nin olması söz konusu değil. Ama bu ümmet, Hristiyan’la da, Yahudi’yle de kendi hukuklarını belirleyerek yaşayabilir.

Soru: İnsanların benimsedikleri hukuk anlayışını terk etme gibi bir şansları var mı?

Biz Türkiyelilere ve insanlığa diyoruz ki, bu konuda gerek teorik gerekse pratik referanslarımız sayılamayacak kadar çoktur. Uzun sayılacak bir süredir Müslümanlar bir fetret devri yaşamışlardı. Bu nedenle Müslümanlar inançlarını, düşüncülerini çağın diline uygun bir söylemle ve çağdaş bir insanın algılayabileceği bir biçimde ortaya koyamamışlardır. …”

Bu ideolojik yaklaşımlar, bugün de hâlâ devam etmektedir. Özellikle Rabia olarak tanımlanan; “tek millet, tek vatan, tek devlet, tek millet” sloganı her kullanıldığında, bu sloganla birlikte açıklama da yapılmakta, “Tek millet. Türk’üyle, Kürt’üyle, Arap’ıyla, Gürcü’süyle, Boşnak’ıyla, Laz’ıyla 81 milyon tek millet. …” ya da “Niye? Bizi yaradan Rabbim öyle emrediyor da onun için. Rabbim bizi kabileler halinde yarattı, kavimler halinde yarattı. Üstünlük, ittika ile takva ile. Öyleyse benim için Kürt’ü, Türk’ü, Laz’ı, Boşnak’ı, Arap’ı fark etmez. Hepsi Müslüman olarak benim kardeşimdir.” denmektedir. Slogan ve açıklamalar birlikte ve dikkatle düşünüldüğünde;

a) Bir ve bütün olan Türk milleti etnik gruplara parçalanmakta; millet de, ümmet de bölünmekte,

b) Böylece, Türk’ün de içinde bulunduğu etnik grupların ortaklığına dayanan bir egemenlik kurulmak istenmektedir. Aynen Yugoslavya ve Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi. Bölünmenin mimarisi, böylesine sahte bir hesap üzerine örülmektedir.

Halbuki sosyoloji ilmi ve tarih bize milletleşmelerin, ortak tarih, hatıralar, kültür, sanat, dil, vatan ve  menfaat birliği gibi değerler üzerine kurulduğunu söylemektedir. Egemenlik ise millete aittir; bölüşülemeyen, ortağı olmayan bir mukaddes kavramdır. Tarih göstermektedir ki bölündüğünde iç savaş kaçınılmaz hale geliyor. Uluslararası hukuka göre bireyler eşittir; egemenliklerin, sınırların, vatan toprağının ve iç işlerinin dokunulmazlığı vardır.

Tarihle kavganın başka cephesi

Hesaplaşmanın başka bir boyutu da Türk kimliği ile tarihi şahsiyetler ve olaylar üzerinden yürütülen mücadeledir. Bu da sıklıkla 2. Abdülhamit, Atatürk, Osmanlı Türkiye Cumhuriyeti arasında yapılmaktadır. Tarihe mâl olan, sonuçlarını vermiş olaylar ve kişiliklerin tartışılması kadar anlamsız ve yanlış bir şey düşünülemez. Geçmiş bilimin konusu iken, günlük tartışmaların konusu yapıldığında, eski kavgalar davet edilecektir.

Geçmişle günümüz arasında yapılacak bir mukayese kesinlikle doğru değildir. Öncelikle Abdülhamit Han Türk olmanın şuurunda birisiydi. 1876 Kanuni Esasi’sine çok dil yazılmak istenmesine müdahale ederek Türkçeyi devletin ve milletin dili olarak Kanuni Esasi’ye koymuştur. Böylelikle egemenliğin sahibinin Türk milleti olduğu tescil edilmiştir. Atatürk de aynı işi yapmıştır. Bundan dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk milletine göre kurdu diyerek, Atatürk’e düşmanlığın bir anlamı vardır; o da Türk düşmanlığıdır.

Tarihle kavga o kadar ileri gitmiştir ki İstiklal Harbi, neredeyse yok sayılmakta, Çanakkale Muharebeleri’nde de Atatürk görmezden gelinmekte, adından hiç bahsedilmemektedir.

Sultan Abdülhamit, tarihi menkıbelerden öğrenmemiştir. Çünkü tarihi yapanların ataları olduğunun da şuurundadır. Mecelleyi yazdıran adamdır ve Mecellenin lâik/beşeri bir hukuk olduğunu da çok iyi bilmektedir.

Bütün bunlar 2023’deki Türkiye içindir. Köprüden önceki son çıkış da 2019’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı Seçimidir ve bu seçim de 3 Kasım’da yapılacaktır. 3 Kasım 2002 tarihini ilk olarak kimin telaffuz ettiği kamuoyunun malumudur. Cumhurbaşkanlığı seçiminin tarihi ise Anayasa değişiklik görüşmeleri esnasında AKP ve MHP genel başkanları tarafından tespit edilmiştir.

Eğer bu çıkış da kaçarsa 2023, Cumhuriyetin 100. Yılında yepyeni çok ortaklı federasyon kurulacak, bunun adı da Türkiye Cumhuriyeti veya Türk Milletinin devleti olmayacaktır.

Yazar

Hakan Paksoy

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar