Yükleniyor...
“Bir gecede cahil bırakıldık!” ülkemizdeki derin tarihçilerin ve püsküllü araştırmacı-yazarların (!) okumuş cahiller başta olmak üzere nüfusumuzun büyük bir bölümünün zihnine kazıdığı bir slogan.
Bu düşünceyi milletin beynine işleyenler şunun farkındadırlar ki dünyada hiçbir değişiklik bir gecede gerçekleşmez. Bütün köklü değişimlerin sosyolojik ve tarihî bir alt yapısı vardır. Bu değişimler nesnel bir şekilde irdelenmediği sürece boş bir devrim-karşı devrim tartışması haline dönüşür.
Meslek unvanlarının önünde derin, tepelerine püskül yerleştiren bazı muhteremler; bir zıtlık yaratmak için bilerek bu gerçeği gizler. İnanan kesimse ya işlerine geldiğinden ya da zaten cahillikleri yüzünden bu gerçeği göz ardı ederler. Kuru bir geçmiş hesaplaşması içindeki bu kesimler, II. Mahmut fesi getirdiğinde ona gâvur yaftasını yapıştırmıştır. Aynı kesim, II. Mahmut’un çabalarını olgunlaştırıp yepyeni bir Türk milleti yaratmak için alfabe değişimini gerçekleştiren Mustafa Kemal Atatürk’ün, kafalarına geçirdikleri fesle gâvur ilan edip, milleti cahil bıraktığını ileri sürer.
Leo Weisgerber tarafından, en basit şekilde ‘evreni söze dönüştüren iletişim dizgesi’ (Aksan, 1990, s. 71-72) olarak tanımlanan dilin doğuşu ve tarihini açıklamak konusunda bilim adamlarının eli kolu bağlıdır. Bunun nedeni dilin doğuşu ve yazının icadı arasındaki süreninin uzunluğudur. Buna rağmen bir kayıtlama sistemi olarak alfabenin tarihi açıkça ortadadır.
Alfabe, “bir dilin seslerini yazıya geçirmek için kullanılan işaretlerin tümü” şeklinde tanımlanabilecek bir semboller sistemidir (Korkmaz, 1992, s. 7). Kimi alfabeler, toplumun ses ihtiyaçlarına göre ortalama 20-30 şekilden oluşurken duyulan ihtiyaç nedeniyle, kimi alfabelerde 11 simgeye düşer; kimilerinde ise simge sayısı 74’ü bulur. Fenike dilindeki alpha ‘öküz’ ve betha ‘ev’ sözcüklerinden oluşan alfabe terimi, ilk kez Hristiyan din adamları Epiphanos ve St. Jorome tarafından kullanılır.
İnsan tarafından düzenlenen ilk alfabeler, kavramların resimlerinin çizimine dayanır. Bunlar, piktografik yazı olarak adlandırılır. Bugün de fabrikalarda, toplumun sıkça kullandığı ortak alanlarda örneklerini görürüz. En tanıdık piktogramlar ise sosyal medyada kullandığımız emoji adını verdiğimiz simgelerdir.
İnsan düşünce ve fizik açısından evrimleşip geliştikçe, daha pratik yazı araçları geliştirmeye başlar. Kendisi gibi, kullandığı yazı da evrim geçirir. Bu evrim sonucunda kavram ya da nesnenin çağrışımına dayanan ideografik yazı doğar. Nesneyle resim arasındaki ilişki kavram haline gelmeye başlar; örneğin yıldızlı bir gökyüzü artık “geceyi” simgeler hâle gelir. Mezopotamya, Mısır, Girit, Hitit yazıları bu tip yazılardır.
İnsan birçok yönden değişip geliştikçe yazıya ihtiyaç artar. Sosyal hayatında olduğu gibi dilde de kullandığı en az çaba; yasası gereği ideografik yazı, yerini daha pratik ve günümüzde de kullandığımız fonografik yazıya bırakır. Fonografik alfabeler, sözcüğü hece ve seslere bölerek simgeleştirdiğinden dilin öğrenilmesi ve yazının yaygınlaşmasında kolaylık sağlar.
Logografik alfabeye çağımızda yaşayan en önemli örnek, Çin yazısıdır. Burada ideogramların yerlerini logogramlar almışsa da günümüzde seslerin ya da hecelerin şekil olarak temsil edilerek sistemleştirildiği alfabetik yazılardan hayli farklıdır (Şirin, 2006, s. 15-18).
Büyük Türkçe Sözlük’te bilim, “evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim” şeklinde tanımlanır. A. Kadir Çüçen, bir bilgi türü olarak bilimsel bilgiyi Felsefeye Giriş adlı çalışmasında insan aklının belli bir konuya yönelerek elde ettiği yöntemli, sistemli, düzenli, tutarlı ve geçerli, kanıtlanabilir ve denenebilir nesnel bilgi (2000, s. 53) şeklinde tanımlar. Bilimsel bilginin temel özellikleri: insan aklının kullanılması, bir alanı konu edinmesi, yöntemli olması (deney ve gözleme dayanmak), sistemli ve düzenli olması, tutarlı ve geçerli olması, kanıtlanabilir ve denetlenebilir olması, nesnel olmasıdır (Çüçen, 2000, s. 53-54).
Biliyoruz ki insan, evreni veya olayları bilim ile açıklamayı bir yöntem olarak kabul etmeden, yani aklıyla açıklamayı akıl etmeden önce her şeyi mitler, efsaneler ve dini öykülerle anlatmayı dener. Bu anlatıların hepsi bir gerçekliğe dayansa da yüzyıllar içinde akıl dışı bazı öğeler içerir hale gelirler. Tıpkı yıldırımı, yağmuru, depremi tanrılar ve kutsal varlıklarla açıkladıkları gibi alfabenin kökenini de çeşitli mitler ve daha sonra din hikâyeleri ile anlatmışlar.
Eski Mısırlılara göre yazının mucidi Toth veya Tanrıça İsis’tir. Babil’de Narduk’un oğlu Nebu, İbranilerde Hz. Musa, Yunan mitolojisinde ise Hermes yazının mucidi kabul edilir. Çin ve Hint kültürlerinde de yazı, yine mistik, tanrı kaynaklı güçlere atfedilir. Yazının yaygın bir şekilde bilinmemesi, sadece dinî ve siyasî/ticarî seçkin zümre tarafından kullanılan bir araç oluşu, sıradan insanlar tarafından onun bu şekilde mistik bir güç olarak yorumlanmasına neden olur (Şirin, 2006, s. 15).
21. yüzyılı iliklerimize kadar yaşadığımız bu günlerde, nesnelerin internetini, 5G’yi, uzayda koloni kurmayı tartışırken hâlâ bir alfabenin, sadece bir dinin kurallarını anlatan kitabında kullanıldığı için kutsal sayılması tam bir akıl tutulması ya da donmasıdır. Bu donma sadece İslâm’a özgü değildir. Örneğin Kabalacı gelenek, Tora ve Talmud’un gizli şifreler ve anlamlar içerdiği inancına dayanır. İbrani alfabesindeki harfler aynı zamanda sayıları içerir. Hahamlar ve Kabalistler harf kombinasyonlarından ve permütasyonlarından yola çıkarak Tanrı’nın gönderdiği şifreleri çözeceklerine inanırlar. Onlara göre İbrani alfabesi dünyadaki bütün alfabelerin kökenidir ve kutsaldır. Eğer kutsal kitaplar bu alfabe ve bu dil dışında okunursa kutsal ve büyülü özelliğini yitirir. Bu nedenle başka dil ve alfabelere çevrilmemelidir bu metinler. Aynı düşünce Hristiyanlığa da sirayet eder. İncil’in yüzyıllarca Latinceden başka bir dile çevrilmesi yasaklanmıştır (Eco, 2017, s. 22-62).
Aynı kutsallık atfı İslâm’da da görülür. Kur’an-ı Kerim’in başka bir dil ve alfabede okunursa kutsallığını yitireceği inancı vardır. Öyle ki Arap harfleriyle yazılmış her şey kutsaldır, zaten Arap harflerinin halk arasındaki adı Kur’an harfleri olsa da bu alfabeyle yazılan metinler özbeöz Türkçedir.
Daha XVII. yüzyılda Kâtip Çelebi “Herkes onaylar ki müddet-i ömrünce (hayatı boyunca) doğru yazılmış bir kitap öğrenememiştir.” diyor (Şirin, 2006, s. 375). Anlaşılıyor ki alfabenin bir sorun yarattığı daha o zaman hissedilmiştir. XVII. yüzyıl, Osmanlı Türkçesinin tepe noktası sayılır.
Alfabe konusundaki tartışmalar Tanzimat’la birlikte hız kazanır ve tarihi seyri aşağıdaki gibi özetlenebilir (Şirin, 2006, s. 101-124).
Alfabe sorununa ilk dikkat çeken Ahmet Cevdet Paşa olur. Kavaid-i Osmaniyye (Osmanlıca Dilbilgisi) adlı çalışmasında Arap alfabesinde olmayan Türkçe seslerin, Osmanlı Arap alfabesine eklenmesi gerektiğini söyler. Encümen-i Dâniş’te ele alınır.
1862: Ahmet Münif Efendi, Cemiyyet-i İlmiyye- yi Osmaniyye de verdiği konferansta Arap alfabesinin güçlüklerine değinir. Bir reform önerisi sunar.
1863: Azerbaycanlı aydın Mirza Fethali Ahundzade, Arap alfabesinin okuma güçlüklerine ve Türkçe yazıma uygun olmadığına değinir. Arap harflerinin İslâm’dan sonra bile değiştiğini söyleyerek Türk dilleri için kullanılan Arap alfabesinin ıslahını teklif eder. Talep ettiği şey, ıslah edilmiş bu alfabenin İslam yazısı kabul edilmesidir. Önerisini İstanbul’a gelerek sadrazamlığa sunar. Cemiyyet-i İlmiyye- yi Osmaniyye’de önerisi tartışılır ama o zamana kadar yazılanların unutulacağı kaygısı ve İslâmî olmayacağı iddiasıyla uygulanmaz.
1868: Binbaşı Ömer Bey ve Menemenlizâde Tahir Bey, Latin harflerine geçilmesini teklif ederler. Namık Kemal, Tahir Bey’e yazdığı mektupta alfabenin ıslahının gerektiğini ancak Latin alfabesinin Türkçeye Frenk elbisesi giydirmeye benzediğini söyler.
İstanbul’un İran büyükelçisi Melkum Han da Arap alfabesinin ıslahı konusunda Namık Kemal’i destekleyen yazılar yazar. Tanzimat döneminin diğer ıslahatçı aydınları arasında Şinasi ve Ali Suavi de bulunur. Şinasi, matbaada kullanılan 400 karakteri, 112’ye indirir ve noktalama işaretlerini Osmanlı yazısına dâhil eder. Tanzimat boyunca Namık Kemal, Münif Efendi, Ebüziyya Tevfik, Şinasi ve Ali Suavi gibi alfabede ıslahat yanlılarının düşünceleri hâkimdir. Latin alfabesine geçişi savunan birçok yazı olmasına rağmen yazarlar bu yazıları, tepkilerden korkarak isimsiz yayımlarlar. Köklü değişim açık bir şekilde savunulamamış, savunanlar en ağır şekilde eleştirilmiş, öneriler şeyhü’l-islam fetvasına takılmıştır.
1908: II. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde göreli özgürlük ortamı sağlandığından değişim yanlıları düşüncelerini daha açık bir şekilde dile getirebilmişlerdir. Dönemin en önemli figürü Abdülhamit, hatıratında şunları söyler: “Halkımızın okuma yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur çünkü bizim yazımızın sırlarına ulaşmak kolay değildir. Latin alfabesini almakla belki işini kolaylaştırabiliriz.” (Sultan Abdülhamit, 1974, s. 177-178). Abdülhamit’in birkaç Batı dilini bildiği ve Avrupa’yı yakından tanıyan bir padişah olduğu düşünülürse sözlerinin samimiyeti anlaşılacaktır. Hüseyin Cahid, Celal Nuri, Kılıçzâde Hakkı gibi birçok aydın Latin alfabesine geçişi savunurken Hüseyin Ragıp, Milaslı Dr. İsmail Hakkı Bey, Cihangirli M. Şinasi, İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi aydınlar da alfabenin ıslahı konusunda görüş bildirmişlerdir. 1911-1914 yılları arasında Latin harflerine geçişi savunanların düşünceleri yine şeyhü’l-islâm fetvalarına takılmıştır.
1914: Alfabe tartışmalarına Harbiye Nezareti de katılmıştır. Okuma güçlüklerinin askerî alanda da sorunlar yarattığını söyleyen Harbiye Nezareti, askerî yazışmalarda kullanılacak ıslah edilmiş bir Arap alfabesini kullanıma sürmüştür. Harbiye Nezareti’nin başında Enver Paşa bulunmaktadır; bu nedenle yazı, Hatt-ı Enverî -Enver yazısı- adıyla anılmıştır. Ancak kullanışsız oluşu nedeniyle varlığını uzun sürdürememiştir.
Meşrutiyet boyunca aralarında Ziya Gökalp’in de bulunduğu Türkçü aydınlar bile alfabenin değişmesini değil ıslah edilmesini savunmuştur. Aydınların temel karşı çıkış noktası, Latin alfabesinin İslâmî olmayışı ve kültür birikimini yok edeceğidir.
Ayrıca Türkçülerin itirazları, Anadolu dışındaki Türklerle ilgimizin kesileceği yönündedir ancak daha önce adını andığımız Mirza Fethali Ahundzade, ıslah fikrinin kabul edilmeyeceğini anlayınca Latin alfabesini Türkçeye uyarlama çalışmalarına girişmiştir. XX. yüzyılın Azerbaycanlı devlet adamı Neriman Nerimanov, Azerbaycan aydınlarının da desteğini alarak 1922’de Arap alfabesinin yanında Latin alfabesinin de kullanılmasını sağlamıştır. 1929’da Arap alfabesi kullanımdan kalkmıştır. Denilebilir ki Azerbaycan’da yaşayan Oğuz kardeşlerimiz Latin alfabesini bizden önce kabul etmeyi göze almışlardır.
1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sürecinde tartışmalar, savaşın izin verdiği ölçüde sürmüştür. 1924’te İzmir İktisat Kongresi’nde Latin harfleriyle ilgili görüşler dile getirilmiştir. Görüşü kabul edenler kadar itiraz edenler de bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kurucuları Türk dünyasında yaşanan alfabe tartışmalarını da izlemişlerdir. Azerbaycan’ın Latin alfabesine geçişi onlar için bir adım olmuştur. 1926’da I. Bakü Türkiyât Kongresi’nde Türkiye de temsil edilmiştir. Burada yapılan tartışmalar sonucunda, Latin alfabesine geçiş hem diğer Türk devletleri hem de Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edilmiştir. Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan Türkler birleşerek alfabe değişimini tek koldan yürütmek için alfabe komisyonu kurmuşlardır.
Türkiye’de 1926’dan sonra çalışmalar başlamıştır. Sovyetlerdeki Türklerin Latin harfleri de incelenerek Anadolu Türkçesine uygun alfabe oluşturulmuştur ve 1 Kasım 1928’de 1353 sayılı kanunla Latin harflerine geçilmiştir.
Picasso bir lokantada otururken garson onu tanır ve Picasso’ya bir kâğıt uzatıp üzerine bir resim çizmesini ister. Picasso garsonu kırmaz ve hemen bir resim çizer. Beş dakika içinde garsona verir ve yüklü bir para (belki bin dolar) ister. Garson çok para istediğini vurgulayarak: “Ama 5 dakikada çizdiniz. Bunun için bu kadar para mı istiyorsunuz” diye tepki gösterir. Picasso’nun cevabı: “Sadece 5 dakika değil, 30 yıl artı 5 dakika…” olur (Alkan, 2019, s. 32-33).
Alfabenin Türk diline uygun olmadığı görüşü 75 yıl boyunca dile getirilmiş ancak ulus kimliğinin din kimliği ile eşleştirilmesi sebebiyle sürekli sekteye uğratılmıştır. Alfabe değişirse din değiştireceğini sanan, ulus bilinci tam gelişmemiş Türk aydını, ıslah konusunda bile çekinceli davranmıştır. Tamamen değişmesi gerektiğini savunanlarsa dinî nedenlerle reddedilmiştir ancak Türkiye dışındaki Türklerin bu konudaki düşünceleri ilginçtir. Hatta Ahunzade’nin ıslahat ve değişim konusundaki görüşlerini İstanbul’a taşıması, Türkiye Türklüğünün desteğini almak istemesi hafızalarımızın bir kenarına işlenmelidir. Yani kısacası, 75 yıl ve 1 gecede cahil kaldınız.
75 yıl boyunca hem Anadolu’da hem de Türk dünyasında tartışılan konu, 1922’de Azerbaycan hükümetinin öncülüğünde Türk dünyasına da yayılmıştır.
Hiçbir değişim bir gecede olmaz, değişimler ancak kararlılıkla fikirlerini savunanlar tarafından gerçekleştirilir ve bu değişimlerin toplum ve tarih bakımından arka planları vardır. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti’nin de Latin harflerini kabulü iki yıllık bir çalışmanın ürünüdür.
Bu çalışmanın bir ürünü olarak okuryazarlık topluma yayılmıştır. Evet, okuryazar cahil çoktur ama bunun sebebi alfabe değildir. Aklından ve okuduklarından çok, duyduklarına ve dinlediklerine inanan insanların okuma yazma bilmeleri, onların cahil kalmalarını engelleyemez.
Aksan, D. (1990). Her Yönüyle Dil -Ana Çizgileriyle Dilbilim- (Cilt I). Ankara: TDK.
Alkan, S. (2019). Yazma Sanatı ve Yazma Teknikleri . İstanbul: Mevsimler Kitap.
Çüçen, A. K. (2000). Felsefeye Giriş. Bursa: Asa.
Eco, U. (2017). Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı (3. b.). (K. Atakay, Çev.) İstanbul: Literatür Yay.
Korkmaz, Z. (1992). Gramer Terimleri Sözlüğü. Ankara: TDK.
Sultan Abdülhamit. (1974). Siyasi Hatıratım. (S. Can, Çev.) İstanbul: Hareket Yayınları.
Şirin, H. (2006). Başlangıcından Günümüze Türk Yazı Sistemleri. Ankara: Akçağ Yayınları.