Yükleniyor...
“Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse bilimi seçin.“
M.Kemal ATATÜRK
Foucault’un deyimiyle entelektüelin üç yönlü bir konumu vardır:
Spesifik alanıyla entelektüel, hakikat üretimi rejimine hizmet eder. Ama modern toplumda bu rejim toplumsal, ekonomik ve kültürel hegemonya biçimleri içinde işler. Böylece entelektüel spesifik bilgisini kullanarak bu hegemonya sistemini sürekli kılmaya hizmet edebilir. Bu sebeple Foucault’a göre entelektüelin asıl işlevi bilimle ilintili olan ideolojik ilişkileri eleştirmek değil ya da kendi bilim pratiğine doğru bir ideolojinin eşlik etmesini sağlamak değil; yeni bir hakikat siyaseti oluşturmanın mümkün olup olmadığını bilmektir. [1]
Hakikat siyaseti oluşturabilmek; başka bir açıdan baktığımızda milletin yöneticiler tarafından, yöneticilerin de kendileri tarafından kandırılmasını önlemektir. Foucault’un da söylediği gibi burada entelektüellere büyük sorumluluk düşmektedir. Tabi o, entelektüel derken toplumu yönlendirebilecek bilgiye haiz olan ya da eğitimli, bazen üniversite hocası bazen de sıradan bir kişiyi belirlemiştir. Yani yazıyı okurken “Akademisyenler entelektüel midir?” ya da “Aydın ve entelektüel aynı şey midir?” gibi sorular soruyorsanız işi karmaşıklaştırırsınız. Genel kabul ve siyasetle halk nezdinde yaklaştığımızda Türk akademisyenine insanımız aydın, entelektüel yahut bilim adamı demektedir.
Cenab Şehabeddin’in sevdiğim bir sözü var: ‘’Havas beğendikçe alkışlar, avam alkışladıkça beğenir.’’ Havas ve avam, yönetenler ile yönetilenler… Hakikaten böyledir havas beğendikçe alkışlar, avam ise alkışladıkça beğenir. Günümüzde ise aşırı kutuplaşma ve linç kültürüyle beraber bu söz ‘’Havas hırslandıkça söver, avam sövdükçe hırslanır’’ şeklini almıştır. Bir kitleye saldıracağı hedefi gösterin ve onlara saldırırken kullanabilecekleri sloganlar üretin, o kitle bunu sövgüleriyle beraber başarılı bir şekilde halledecektir. Bu sebeple argo ve sloganlar avamı coşturmanın en kestirme yoludur.
Pekâlâ, başarıya ulaşmak için yalnızca avam tabaka size fayda sağlar mı? Tabi ki hayır. Çünkü hem güvenilirliği sorgulanır hem de kahir ekseriyetle eğitimsiz bir kitledir. Bu sebeple ikinci aşama: eğitimli kitleye ‘’güvenilir’’ kişilerce ulaşarak onlara da slogan üretmek aşamasıdır. Eğitimli kitleye ulaşmanın yeri okullar, üniversitelerdir. Ulaşacak olan ‘’güvenilir’’ kişiler ise kuşkusuz öğretmenler ve akademisyenlerdir.
Türkiye özelinde baktığımızda da akademisyenlerin kahir ekseriyetinin ideolojik saplantıda olduğunu görmekteyiz. Asıl önemli olan ideolojilerinin olması değil fikirleri ile ideolojilerini sentezleyerek ders işlemeleridir. Meclis özelinde baktığımızda dahi pek çok akademisyenin mecliste bulunması üstelik orada bilimsel konumlarını unutarak kürsüden toplumu kutuplaştıracak söylemlerde bulunmaları maalesef Türk akademisinde de durumun farksız olduğunu bize göstermektedir.
Unutmamak gerekir ki, sınıf kürsüsünden söylenen sözler miting alanında söylenenlerden çok daha etkilidir. Miting alanı hitabetin at koşturduğu yer; ama hiç değilse “bilimsellik” yanı ve iddiası yok! Okullar öyle değil: hitabetin üzerine “bilimsellik” şalı çekildikten sonra, dinleyen ve bir şeyler öğrenmek isteyen öğrenci, hocalarının ideolojik saplantılarını gerçeğin ta kendisi olarak görmeye başlayacaktır. Bir de hoca, şahsi kin ve ihtiraslarını -üstüne “ilim diyor ki…” yaftasını iliştirerek- saf ve inanmış kitleye aktarırsa işte o zaman yalnızca siyaset değil bilim de mağlup olmaya başlamış demektir.[2]
Herhangi bir siyasi kitleyi savunmak amacıyla okul kürsülerinden talebelerine seslenen hocaların tüm söylemleri bilimsel slogandır. Bunu yapan kişiler ise bilime olan saygısızlıklarından ötürü akademik bir riya içerisindedirler.
Arnold Toynbee, “Düşmanımızın bizi, değerlerimizi yok ederek bastırmak yerine kusurlarımızı göstererek tehdit etmesi gerçeği, bize karşı yürütülen savaşın sonuç olarak bizim yüzümüzden olduğunun bir kanıtıdır.” der.[3] İşte burada ben devreye girip ‘’Evet, bizim yüzümüzden çünkü bilimin üstünlüğünü kabul etmiyoruz.’’ diyerek tamamlıyorum.
Bugün dünyanın en gelişmiş ülkeleri dediklerimiz evvela bilimin üstünlüğünü kabul ederek mevcut seviyelerine ulaşmışlardır. Fakat bizde siyaset ehli olan kimseler bilim insanını daima göz ardı etmiştir. Meclis kürsülerinden “Teori başka pratik başka şeydir. Bu işler kitapta yazıldığı gibi olmaz.” diyerek akademi hep ötelenmiştir.
Akademinin ötelenmesi, akademisyenlerin yani kalem erbaplarının siyasete dahil olmasıyla bambaşka bir hâl almıştır. Yani bilim, maalesef siyasete mağlup olmuştur. Sonuç olarak da Toynbee’nin belirttiği noktaya gelmiş bulunmaktayız. Kusurlarımız o kadar fazla ki bunlarla tehdit edilmemiz bile düşmana birçok avantaj sağlamaktadır.
Weber, kürsüde bilimle politikanın birbirine karıştırılmasına şiddetle karşıdır. Değerlerden bir kısmının “rahmani” bir kısmının “şeytani” sayılmaya başlaması, hangisi iblistir hangisi Tanrı’dır ayırt etmeyi zamanla zorlaştıracaktır.
Modern insanın ve genç kuşağın en büyük zorluğu da Weber’e göre burada yatıyor. Tanrılaştırılmış değerlerin kıyasıya vuruştuğu bir dünyada yolunu izini yitiren öğrenci gençliğe sorunuz diyordu Weber, alacağınız cevap şu olacaktır: ‘’Evet derse giriyoruz; ama öyle kuru analizlerle, olayların sadece tesbiti ile vakit geçirmek için değil, onların üstünde ve dışında bambaşka bir şeyi yaşamak ve öğrenmek için!’’ Yanıldıkları nokta, karşılarındaki profesörde öğreticiden başka bir şey aramaları! Bir öğretici değil, bir güdücü (Führer) peşindeler.[4]
Özellikle kutuplaşmanın had safhada olduğu toplumumuza baktığımızda büyük bir çoğunluğun kendisine güdücü aradığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet, toplum kendisine bir güdücü, bir lider arıyor ve her kesim için kendi değeri ile lideri Tanrılaştırılmış vaziyette. Pekâlâ çözüm nedir?
Bütün bunlar göstermektedir ki bizim asıl ihtiyacımız bir zihniyet devrimidir. Bu zihniyet devrimi ise akıl ve bilim yoluyla gerçekleşmelidir. Aksi takdirde talebe ile hocanın birbirlerinden ve siyasetten beklentilerini göz önüne aldığımızda çıkmaza girebiliriz. Entelektüel, hakikat siyasetini esas almalı ve talebe de bilginin peşinde koşmalıdır. Fuzûlî’nin anlamlı beyitleriye yazıma son veriyorum:
‘’Hiyle için ilm tâlimin kılan müfsitlere
Katliâm için verir cellâda tiğ-i âbdâr
Her ne tezvir etse ehl-i cehl onu eyler kabul
Mekr-i ehl-i ilmdir asl-ı fesâd-ı rûzigâr’’
[Ona göre fesad ehline ilim öğretmek katliâm için cellada kılıç vermekle birdir. Her ne tezvir etse cehl ehli onu olduğu gibi kabul eder. Sonuç burada da net, açık ve kesindir: Zamanın fitne ve karışıklığının sebebi ilim ehlinin hile ve aldatmacasıdır.]
[1] Foucault, Michel, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ayrıntı Yayınları,2016, sf.25
[2] Ülgener, Sabri, Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, Derin Yayınları, sf.130
[3] Toynbee, Arnold, Uygarlık Yargılanıyor, Örgün Yayınevi, 2016, sf.26
[4] Ülgener, Sabri, a.g.e. sf.129
* Bu yazı, Demlik Dergisi 7.sayı Kasım-Aralık 2019’da yayımlanmıştır.