18.04.2024

Devletlerüstü bir güç: Patrikhane

Ülkemiz sınırlarında bulunan ve bir Türk Kurumu olan Fener Rum Patrikhanesi'nin uluslararası arenada ülkemizi soktuğu zor neler olduğu bir yana kurumun, dışarıdan nasıl kullanıldığı da dikkat çekici. Peki, bu durum ülkemiz için nasıl bir tehdittir?


Bu yazı, Devlet Eski Bakanı ve Millî Düşünce Merkezi Genel Başkanı
Sadi Somuncuoğlu’nun
Patrikhane ve 551 Yıllık Hesap: İstanbul’da Yeni Roma İmparatorluğu”
başlıklı kitabından alınmıştır.

Patrikhanenin devletlerüstü gücü 

Cumhuriyet’in ilk yıllarından sonra özellikle de 1931 ve 1963’te Kıbrıs’taki Enosis faaliyetleri ile eş zamanlı olarak Fener Rum Patrikha­nesi de hareketlenmiştir. Bu hareketlenmelerle birlikte Patrikhaneye verilen “uluslararası destek” artarak devam etmiştir. Söz konusu güçler eliyle Türkiye üzerinde her fırsatta ve her vesile ile oluşturulan baskıla­rın sayısız örnekleri vardır. İşte bunlardan en çarpıcı olanları;

Fener Rum Patriği Maksimos’un 1948’de istifa ettirilmesinden sonra başlayan yeni patrik arayışında ABD’nin yönlendirmeleri etkili olmuştur. ABD, anti-komünist, tanıdığı ve güvenebileceği bir patrik olan Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Athenagoras’ı istemiştir. Ancak bu kişi Türk vatandaşı değildir. Sorun, Athenagoras’ın apar topar vatandaş yapılması, gıyabında patrik seçilmesi, sonucun da Cumhurbaş­kanı İnönü’ye telgrafla bildirilmesi ile halledilmiştir. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu, konuya hükümetin yaklaşımını şöyle anlatmıştır:

“Bir gün Başvekil Şemsettin Günaltay Bakanlar Kurulu’na mese­leyi getirdi. ABD’de bir metropolit olan Athenagoras’ın patrik seçilmesi­ne müsaade etmemizi ABD sefiri talep etmişti.Biz itiraz ettik (Bu pa­paz gelir başımıza dert açar) dedik. Anlaşılan ABD sefiri Şemsettin Bey’e yüklenmiş. O zaman yeni yeni ABD yardımı almaya başlamışız. Şemsettin Bey de hiç olmazsa bir bakalım demiş.  Başbakan (canım ne olacak, ben bu papaza göz açtırmam) dedi. Böylece konuyu Bakanlar Kurulu’na haber vererek, bir zımni mutabakat almış oldu. Bu hususta Bakanlar Kurulu bir kararname falan yayımlamadı.”

Vatandaşlık için nasıl bir formül bulunduğunu ise yine dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi Daire Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil şöyle izah etmiştir:

“Gittim, Genel Sekreteri gördüm, bilgileri verip, nüfus kağıdı ister. Genel Sekreter nerede doğduğunu Türk soyundan olup olmadığını, doğumu Türk uyruklu değilse nasıl olacak, Türkçe biliyor mu diye sorar. Nasıl olacak diye uzun boylu tereddüt etmeye mahal yok. Sayın Reis-i­ cumhurumuz ilgililere bunun böyle olacağına dair söz vermiş. İş olup, bitti haline gelmiş. Nasıl olacak ona bakmalı dedim. Döndüm durumu Genel Müdüre anlattım. İş anlaşıldı. Athenagoras, Fener Kilisesine patrik olacaktı. Bu Amerikan seçimlerine yarayacaktı. Fatih Fermanla­rına göre Patrik Türk uyruklular arasından seçiliyordu. Nüfus kağıdı bunun için lazımdı. Vaktiyle Yunanlıların doğdukları topraklar Osmanlı imparatorluğu sınırları içindeydi. Fakat kişilerin doğduğu ve nüfusu kayıtlı olduğu yeri resmen ispat etmek zordur. Verilen söz de bu cihetin mutlaka temin edileceğine dairdi. İşin siyasi ve gizli yönü buradaydı. Beni Nüfus Genel Müdürüne gönderdiler. Durumu anlattım. Athenagoras, Yanyalı yapıldı. Nüfus kağıtlarının yandığına dair işlem tamamlandı. Yeni bir kimlik düzenlendi. Adamda böylece patrik seçildi.”

Bu atamanın tümüyle bir ABD operasyonu olduğunu yıllar sonra Athenagoras da New York Herald Tribüne gazetesine itiraf ederek, “Ben Truman doktrininin dini bölümünü teşkil etmekte idim.” demiştir. Yeni Patrik, Türkiye’ye gelmeden önce de şunları söylemiştir:

“İkinci Dünya Savaşının başında bir gün Roosevelt, ABD sınırları­nın Fransa’dan başladığını söylemişti. Bugün hiç tereddüt etmeden şunu söyleyebiliriz. Birleşik Devletlerin ilk savunma sınırı Kars’a varmıştır.”

Böylesine bir güçle ve ABD Başkanı Truman’ın özel uçağı ile Tür­kiye’ye gelen Athenagoras, Cumhurbaşkanı İnönü ile görüşüp, Truman’ın özel mektubunu iletmiş, Ankara Radyosu’nda da ABD’ye hitaben bir konuşma yapmıştır. Athenagoras, gelir gelmez aklından geçenleri de, bir öğlen yemeğinde açıklamıştır. Patriğe göre, ‘Yeni bir patrikhaneye ihtiyaç vardı ve bu amaçla İstanbul dışında geniş bir arazi istiyordu. Ayrıca patrikhaneye Türk kanunları dışında haklar verilmeliy­di. Bir diğer talebi ise Ruhban Okulu’nu Ortodoks Üniversitesi haline getirmek ve İstanbul’u Ortodoks dünyasının merkezi” yapmaktı. O dönemde kamuoyunda oluşturulan hava, Rus Kilisesinin Fener’i ele geçirme projesine karşı koymak için ABD’den gönderilen bir yardım şeklindedir. Şimdilerde de gündeme getirilen talepler ve bunların ge­rekçesinin, Fener Rum Patrikhanesi’nin, Vatikan, Rusya ve Yunan Kilisesi’ne karşı güçlendirilmesi diye açıklanması, 1948 yılından beri hiçbir şeyin değişmediğini göstermektedir. Bu arada 1950’de İstanbul Ermeni Patriği seçilen Karekin Haçaduryan’ın da ABD vatandaşı oldu­ğunu ve Arjantin’deki görevinden İstanbul’a gönderildiğini kaydetmemiz gerekmektedir.

Athenagoras’ın gelmesi ve Demokrat Parti’nin 1950’de iktidar ol­ması ile Patrikhane açısından tam bir dönüm noktası yaşanmıştır. Çok kısa sürede Patrikhanenin taleplerinden bir kısmı karşılanmış, diğer kiliseler buraya devredilmiş, mütevelli heyet sistemi değiştirilmiş, 1936’dan beri azınlık vakıflarına uygulanan yüzde 5’lik vergi kaldırılmış, din adamlarının yurtdışına gidişlerine eskisi kadar sorun çıkarılmamış­tır. Ancak bu dönemde asıl ve en önemli gelişme Ruhban Okulu’nun yüksek kısmının açılması ve yabancı öğrenci gelmesine izin verilmesi olmuştur. İşte bugün Türkiye’nin Patrikhane ve Ruhban Okulu yüzün­den dört bir yandan taarruza uğramasının sebebi, tümüyle dış baskılar ve siyasi hesaplarla açılan bu yoldur.

Athenagoras’ın açtığı yol

Athenagoras’ın patrikliği döneminde birçok anlamda “yenilikler ya­şanmıştır. Mesela Athinagoras, 1453’ten sonra Ayasofya’yı ziyaret eden ilk patrik olmuştur. Başbakan Menderes de, 6 Haziran 1952’de Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü ile birlikte Patrikhaneyi ziyaret eden ilk ve son T.C. Başbakanı unvanını almıştır. Osmanlı’da bu düzeyde tek ziyaret 1878’de Sadrazam Mithad Paşa tarafından gerçekleştirilmiştir. Menderes bu ziyaretinde Patriğe hitaben, “Ziyaretim hepimizin birlikte yürüdüğümüz demokrasi prensipleri yolunda bir merhale teşkil etmektedir…Patriklik makamını sizin gibi yüksek ve  mütekamil bir şahsın işgal etmesinden dolayı büyük bir memnunluk duymaktayız.” demiş­tir. Menderes’ten bir hafta sonra da Yunan Kral ve Kraliçesi’nin Patrik­haneyi ziyareti gerçekleşmiştir. Patrikhanenin bir diğer ilginç ziyaretçisi ise Said-i Nursi’dir. İstanbul’un fethinin 500. yıldönümünde 1953’te Athenagoras’ı Patrikhanede ziyaret eden Said-i Nursi, Patrik’ten çok hürmet görmüştür.

Tüm bunların yanı sıra 1967’de Atina Başpiskoposu İeronimas’ın İstanbul’u ziyareti sırasında Athenagoras’ın söyledikleri ve aldığı ce­vap, bu cephenin ana hedefinde hiçbir değişiklik olmadığını ve olmaya­cağını ortaya koymuştur. Athenagoras, “Konstantinopolis’te yaşayan bizler görevimizi yapmaya, emaneti korumaya kararlıyız. Allah’ın yardımıyla dileğimizin gerçekleşeceğine inanıyoruz. Lütfen bu hususu, yüzyılların şehri olan bu şehirde görevimize devam edeceğimizi Yuna­nistan’a ulaştırınız” demiş, Yunanlı Başpiskopos ise “Yunan kilisesinin de bu gayenin tahakkuku için çalıştığından emin olabilirsiniz” karşılığını vermiştir.

Türkiye’nin Patrikhaneye bakışı ancak 1963-64 Kıbrıs olaylarının başlamasından sonra değişmiştir. 1965’de Patrikhanenin teftiş edilece­ği haberlerinin çıkması üzerine Athenagoras, Türk hükümetince böyle bir teftiş yapılamayacağını söylemiş, Başbakan Yardımcısı Süleyman Demirel, “Patrikhanenin icap ederse, hudut dışına çıkarılabileceğini” açıklamış, Bakanlar Kurulu da “Patrikhanenin behemahal teftiş edile­ceği” kararını almıştır. Bu dönemde Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Washington’daki CENTO toplantısındadır. Sunay, ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk’a, bir süredir beklemekte olan iki muhribin Türki­ye’ye neden verilmediğini sorunca, “Patrikhane’ye karşı icra ettiğiniz baskıyı kaldırır, sürdürdüğünüz hesap tetkik işlerine son verirseniz, bu iki muhribin verilmesini en kısa zamanda sağlayacağım.” cevabını almıştır. Genelkurmay Başkanı’nın, konuyu Başbakana iletmesinden sonra denetime son verilmiş, muhripler de bir süre sonra gelmiştir.

Aynı yıllarda bütün toplumun tepkisini çeken Silifke ve Alaşehir patrikleri vatandaşlıktan çıkarılıp, sınır dışı edilmiştir. Olay Yunan tem­silcisi tarafından BM’ye şikayet edilince, BM’deki Türkiye Büyükelçisi Orhan Eralp, Genel sekreter U-Thant’a, İki görevlinin Yunan Hükümetinin yayılmacı eğilimleri için beşinci kol gibi çalıştıklarına” dair bir mektup yazmıştır. Aynı dönemde Patrikhanenin kapısına bir polis kulübesinin konulması ve bazı kişilerin ziyaretinin engellenmesi de Yunan Baş­konsolosu aracılığıyla ABD Senatosunda yankı bulmuştur. Bu sırada (4 Ekim 1965) ABD’de bulunan Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık, Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Iakovos’la görüşerek, Türkiye’nin Hristiyanlara karşı değil, icap ettiği takdirde Müslümanlara karşı da sert hareketlere giriştiğini söyleyip, Hilafetin kaldırılışını hatırlatmış ve icap ederse çok sert kararlar alınabileceğini kaydetmiştir. Nitekim kili­senin gazetesi kapatılmış, Yunan gazetelerinin Türkiye’ye ithali yasak­lanmış, Rum okullarına Yunanistan ya da Heybeliada Ruhban Okulu’ndan mezun öğretmenler kabul edilmemiş ve Rum vakıflarından tekrar yüzde 5 vergi alınmaya başlanmıştır. Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Mc. Arthur, Patrikhanenin karşılaştığı zorlukların diğer Türk-Yunan sorunları gibi doğrudan doğruya Kıbrıs sorunundan kaynaklandığını, bu durumun ABD için endişe kaynağı teşkil etmekte olduğunu ve bu endişenin birkaç defa Türk makamlarına duyurulduğu­nu açıklamıştır.Bu açıklama ve Türkiye’nin aldığı tedbirlerle Kıbrıs’a verdiği önemi ortaya koyuşu ile bugün Kıbrıs’ta gelinen durum veya 23 yıllık AB üyesi Batı Trakya Türklerinin içinde bulunduğu zor şartlarla karşılaştırıldığında Türkiye’nin geldiği hazin nokta daha iyi anlaşılmaktadır.

Heybeliada Ruhban Okulu ve Patrikhane’ye getirilen bazı sınırla­malar üzerine Dünya Kiliseler Konseyi de, Türk Hükümetine dinsel özgürlüğün genel kabul görmüş ilkelerine uyma çağrısında bulunmuş, Angelikan Kilisesi, Patriğin zarar görmesinin bütün Hristiyanları renci­de edeceğini duyurmuştur. Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Iakovos ise Başkan Johnson’a mektup yazarak, Türkiye’yi şikayet etmiştir. Iakovos, 1966’da İstanbul’a gelip, bir ayin yönetmek istemiş, İstanbul Vali Yardımcısı tarafından, yabancı uyruklu bir din adamının Türkiye’de ayin yönetmesinin yasak olduğu gerekçesiyle engellenince, ABD’ye dönüşünde önde gelen 17 dini liderin imzaladığı Türkiye karşıtı bir bildiri yayınlatmıştır.

Dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’le bir araya geldiğinde de, “Cumhuriyet Hükümeti beğendiği adamı patrik yapmak istiyor,  işlerimize bu biçimde  müdahale edildikçe netice kargaşa oluyor. Patrik Hristo olmuş, Yorgo olmuş! Sizi neden ilgilendiriyor? Bizim aramızdaki rekabete neden giriyorsunuz?” diye şikayet etmiştir. Türkiye-ABD-Patrikhane ilişkisinde Iakovos ismi Athenagoras kadar önemlidir. Heybeliada Ruhban Okulu mezunu olan 1956’da Türk vatandaşlığından çıkartılan, ABD’de Mora isyanının yıl­ dönümü kutlamalarını düzenleyen Iakovos, 1979’da Greek Forum International adlı bir dergiye verdiği mülakatta, ‘Türklerin Konstantinopolis’de kalan Rumlara karşı işlemedikleri bir  suç  kaldığını sanmıyorum. Her birine karşı suç işlenmiştir. Ben bir Türkiye düşmanı­yım ve Türklerden nefret ederim.” demiştir, Iakovos, “Hala Bizans hül­yasına inanıyor musunuz? Hangisi önce gelir; Büyük Helen İmparator­luğu mu, modern gerçekçi politika mı?” şeklindeki bir soruyu da şöyle cevaplandırmıştır:

“Ben savaş sonrası politikacıların gerçekçi politikalarına ayak uyduramam. Hülyalarımızın ve hayallerimizin bir gün gerçek olacağına düşünmeden yaşayamam, bir Hristiyan olarak Tanrıya inanırım. Tanrı 500 yıl sonra 12 adanın Yunanistan’a dönmesine yardımcı olmuştur. Neden Bizans hülyası diye adlandırılan düşüncemden vazgeçeyim? Ben Türkleri sevmiyorum, onlar da beni sevmiyor. Konstantinopolis ve Küçük Asya’nın Türklere ait olduğunu sanmıyorum. Dünyada nefes alıp verdikçe her zaman şunları haykıracağım: Tanrı Helen medeniyetini ve Bizans hülyasını korusun.”

1985’ten sonra birden bire Türk dostu olan ve ilkinde Özal’ın özel izni ile sonrasında 3-4 defa Türkiye’ye gelen Iakovos’ın adı, o dönemde Patrik olan Dimitrios’un ölümü üzerine patrik adayları arasında geçse de seçilememiştir. Ancak onun isteği üzerine 1941’de yanarak hasar gördü(patrikhanenin onarımı için 51 yıl sonra inşaat ruhsatı verilmiş, bu sayede 3 bin 700 metrekare sahaya 4 bloktan ibaret muazzam bir site yapılmıştır, Iakovos’ın Türkiye’ye, “Patrikhanenin yeniden inşa edilmesi durumunda ABD Kongresinin Ermenilerle ilgili soykırım tasarısını ön­lemeye çalışma” vaadinde bulunduğunu da kaydetmemiz gerekmekte­dir. Söz konusu inşaat için eski ABD Başkanı Carter da 1984’te İstan­bul’a gelmiştir. Bütün masraflarını Yunanlı sanayici Panayiotis’in karşı­ladığı yeni Patriklik binası 1989’da törenle açılmıştır. Açılışta, Yunanistan üst düzeyde temsil edilirken, dağıtılan broşürde Ayasofya demir parmaklıklar arasında gösterilmiştir. Oysa Patrik Dimitrios döneminde, onarım-tamirat adı altında defalarca müracaat edildiği halde, istekler hep Ankara’dan geri dönmüştü. Tamiratın gerekçesi 1941’de çıkan yangındı ve Patrikhanenin sadece ahşap kısmı yanmıştı. Yapılan başvurulardaki onarım ise hep genişleme amaçlıydı ve bu yüzden kabul edilmemişti. İşte lakovos ve Carter, bu imkansızı başarmışlar, sonuçta da Patrikhaneye, restorasyon adı altında yeni binalar eklenmiştir. Bu genişleme, iş adamlarınca patrikhane çevresinde satın alınan gayrimenkullerin Lozan çiğnenerek, hibe yoluyla azınlık vakıflarına, daha sonra da Patrikhaneye devredilmesi ile sağlanmıştır.

Lozan’a göre bir Türk kurumu olan Patrikhanenin, dış güçler eliyle Türkiye’ye uyguladığı baskının örnekleri sonraki yıllarda da görülmüş­tür. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü görüşmek üzere 1980’de Ankara’ya gelen NATO Müttefik Kuvvetleri Komutanı Bernard Rogers dahi, Rum azınlığın taşınmaz malları ile ilgili sıkıntıları, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Hazinenin açtığı davaları gündeme getirmiştir.

Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girişinin konuşulduğu 1995’te Pat­rikle görüşüp, Atina’ya giden ABD Başkanı Clinton’un Yunan asıllı danışmanı Stefanopulos, “Patrik Gümrük Birliğinin gerçekleşmesinin İstanbul’daki Rum toplumunun yaşayabilmesi açısından önemli oldu­ğunu söylüyor. Amerika yönetimi olarak, İstanbul’da Rum toplumunun yaşayabilmesi için güvence veriyoruz. Patrik’e de bu güvenceyi verdim” demiştir.

Patrik, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Holbrooke ile görüş­mesinde de, Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olduğunu, AB ve Güm­rük Birliği’ne alınması gerektiğini söylemiştir. Günümüzün AB tartışma­ları ve Bartholomeos’un Türkiye’nin AB üyeliğine verdiği büyük deste­ğin neredeyse tıpa tıp benzerinin Gümrük Birliği sürecinde yaşandığı görülmektedir. Bartholomeos’un, 1995’te İsviçre’de yaptığı bir konuş­mada, ‘Türkiye mutlaka AB üyesi olmalıdır. Bunun için bir sebep bulamıyorsanız, Patrikhane’nin İstanbul’da olmasını dikkate alabilirsi­niz” demesi başlı başına üzerinde durulması gereken bir beyandır.

Yalnız danışmanları değil Clinton da, Patrikhane ile bizzat ilgilen­miştir. Clinton, dönemin Başbakanı Çiller’e 1994’te yazdığı  bir mektupla, “Yunanistan’la olan ilişkilerinizdeki en son gerilimi azaltmak üzere hükümetiniz tarafından bazı sembolik adımlar atılabilir…Bu sembolik adımlardan bir tanesi İstanbul’daki Rum-Ortodoks Patrikhanesi olabilir ve bu kurumun işlerlik kazanması hususunda mevcut olan bazı zor koşulları kolaylaştırmanın yollarını göz önünde bulunduracağınızı ümit ediyorum.” demiştir. Aynı günlerde ABD’de olan Yunan Başbakanı Andreas Papandreu ile bir basın toplantısı yapan Clinton, ‘Türk hükü­metinden Fener Patriğinin statüsünün ve çalışma koşullarının gözden geçirilmesini istediğini” açıklamış, Yunan Dışişleri Bakanı Papulias da, dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’e, Patrikhane için hükümetinin “özel statü” istediğini bildirmiştir. Başbakanlığı sırasında Patrik Bartholomeos’un randevu taleplerine cevap vermeyen Tansu Çiller, 1993’te olimpiyatların İstanbul’da yapılması için dini cemaatlerden destek mektubu aldığında, Bartholomeos’un, mektubu “ekümenik” olarak imzalamasının üzerinde bile durmamıştır. Çiller’in Danışmanı Yalım Eralp bugün, “Farkına vardık ama Patrik başka türlü yazamazdı ki” demektedir. Türkiye, NATO Zirvesi sebebiyle Haziran 2004’te İstan­bul’a gelen ABD Başkanı Bush’un, Bartholomeos ile “ekümenik” sıfatıy­la görüşmesine de ses çıkarmamıştır.

Patrikhane tarihinde ABD’ye ilk ziyaret 1990’da gerçekleşmiş ve Patrik Dimitrios, Başkan Bush’la görüşmüştür. Bush, “Bugün buraya evrensel ufkunuzu, yani umudu getirdiniz. Bu 250 milyon ruhani çocu­ğunuzunki, çoğu dini baskılar altında hayatlarını geçirdi, hepimizin umududur.” demiştir. Patrik ziyareti boyunca, birçok üst düzey ABD yetkilisi ve dönemin BM Genel Sekreteri Cuellar ile de bir araya gelmiş­tir. Türkiye, ABD’nin bu yakın ilgisini hoş karşılamamıştır. Eski Dışişleri Bakanı sıfatıyla Mesut Yılmaz, “Patrik dönünce Eyüp Kaymakamı ken­disini çağırıp bilgi istemelidir” diye tepki göstermiş, Eyüp Kaymakamı ise “Patrik işi beni aşar.” karşılığını vermiştir. Ancak Mesut Yılmaz, Başbakanlığı sırasında Patrik Bartholomeos’tan, Batı Trakya konusun­da yardım istemiştir. Şimdi de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ruh­ban Okulu’nun açılması talebine cevaben, “Adımlar karşılıklı atılır”diyerek, Bartholomeos’un, Atina’daki Mustafa Voyvoda Camii’nin açıl­masına aracılık yapmasını gündeme getirmiştir. Açıkçası ülkemiz yöne­ticileri, Yunanistan ile özel bağlarını resmileştirdiklerini ve bunun doğuracağı sonuçları gözardı ederek, Türk vatandaşı bir “din adamına” siyasi görev yüklemekte sakınca görmemişlerdir.

Bartholomeos da Başkan Bush ile görüşmüştür. 8 Mart 2002’deki bu görüşmede Patrik, Bush’a “Ortodoks kilisesinin kutsal yasalarına göre Ekümenik Patrikhanenin dünya çapındaki Ortodoks kiliseleri ara­sında birinci makam olduğunu ve tüm Ortodoksları ilgilendiren konula­rın koordinasyonunda ve birliğin sağlanmasında özel bir rolü olduğunu anlattım.” diyerek, ekümenliğini ve misyonunu bir kez daha vurgulamıştır.

Bir Türk Kurumu iken Türkiye üzerinde böylesine uluslararası baskılar kuran ve kurdurtan Patrikhanenin taleplerinin karşılanıp, res­men evrensel bir hüviyete bürünmesi halinde neleri gerçekleştirmeye muktedir olacağını görüp, anlamamak mümkün müdür?

Patrikhaneyi kucaklayan üç lider

Türkiye, Patrikhane konusunda Lozan’dan, Menderes iktidarına kadar Kıbrıs’taki olaylarla bağlantılı iniş-çıkışlara rağmen Lozan’da çizilen genel çerçevenin hemen hiç dışına çıkmamıştır. Menderes dönemiyle birlikte atağa kalkan ve çeşitli imtiyazlar elde eden Patrikha­ne’nin nihai hedeflerine ulaşmasını, Rumların Kıbrıs Cumhuriyetini yıkıp, Türk katliamına girişmesi durdurmuştur. Bu arada Lozan’a aykırı olarak kazandıkları imtiyazlar da iptal edilmiştir. Patrikhane, Özal’ın Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı ile yeniden harekete geçmiş ancak ölümüyle ikinci kesinti yaşanmıştır. Nitekim Özal’ı özlemle anan Bartholoemos, ‘Yaşamış olsaydı, bu kadar erken ve bu kadar ani ya­şamını yitirmemiş olsaydı okulumuzu açacaktı. Çünkü hakikatleri gö­ren, ileriyi gören ve Türkiye’nin hakiki menfaatlerini bilen bir siyaset adamı idi” demiştir. Patrikhanenin, Çiller ve Yılmaz’la da teması sür­müştür ama Menderes ve Özal dönemlerine benzer üçüncü atak AKP Hükümeti ile birlikte başlamıştır. Bu dönemler ve benzerlikler kısaca şöyledir:

Türkiye’nin Lozan’da belirlenen dış politikasında, özellikle de Fe­ner Rum Patrikhanesi’ne bakış açısındaki en büyük değişim Menderes döneminde yaşanmıştır. Söz konusu dönemde hem ABD ağırlığı, hem de siyasi hesaplarla Patrikhaneye pek çok imtiyaz verilmiştir. Başbakan Menderes’in, Yunan Dışişleri Bakanı Averoff’a söylediği, “Çoğumuz için Patrikhane Megali İdea’nin yaşayan bir simgesi gibiydi. Ancak bu şimdi tarih oldu. Bütün dünyaya göster­mek istiyorum ki, bir büyük Müslüman ülke olan Türkiye, ne ölçüde uygar ve hoşgörülüdür. Biz bu Hristiyan dini liderin durumunu kolaylaş­tırmak istiyoruz. Sur içinde ya da dışında görkemli bir Bizans manastırı bulup, Patrikhane’yi Vatikan gibi imtiyazlarla oraya yerleştirelim. Fener’de kalsın ama Fener, Ortodoksluğun Vatikan’ı olamaz.’ şeklindeki sözleri bu büyük değişimin yanı sıra, daha o tarihlerde “Ortodoks Vatikan’ın” gündemde olduğunun ve bir şekilde Başbakan Menderes’e hissettirildiğinin göstergesidir. Patrikhane ve Ruhban Okulu’na yakla­şım tarzı itibariyle Menderes’in izinden giden AKP Hükümetinin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, 43 yıl sonra Bartholomeos’la görüşmesinde, Patrikhanenin arazi alımlarına işaret ederek, benzer ifadelerle, Patrik­hanenin, Ortodoks Vatikan’ına dönüşüyor izleniminin yaratıldığı’ mesajını verme gereği duyması dikkat çekicidir. Patriğin, “Böyle bir niyetimiz yok. Lütfen bize yardımcı olun. “demesi yeterli bulunmuş ol­malı ki AKP Hükümeti tüm talepleri karşılama çalışmalarını sürdürmüş­tür. Elbette bunda Patriğin inandırıcılığından ziyade AB ve ABD’nin baskısının belirleyici faktör olduğu açıktır, gerekçe ise dinsel hoşgörü’dür.

Gül ayrıca, “İnsanların kendi dinini öğretecek bir hoca yetiş­tirmeye mani olunamayacağını” belirterek, “Eğer Ruhban okulu açıla­caksa bizim zamanımızda en rahat şekilde açılır. Zaten 1971 yılına kadar bu okul faaliyet göstermiş. Hristiyan dünyası için çok büyük önem atfedilen bu okul ihtilal döneminde kapatılmış. Son 30 yıldır faali­yet göstermemiş. Şimdi faaliyet göstermesinde ne sakınca olabilir? Türkiye bu sorunu çözmek zorunda. Yoksa Patrik’in bundan böyle Rusya’da görev yapması kaçınılmaz hale gelecek.” demiştir. Ancak bilindiği gibi ABD’nin 1950’lerde Patrikhanenin başına Athenagoras’ı gönderme gerekçesi de, Rus Kilisesinin Fener’i ele geçirme projesine karşı koymak olmuştur. ABD yardımı Patrik Athenagoras ise gelir gelmez, “Yeni bir patrikhaneye ihtiyaç olduğu gerekçesiyle İstanbul dışında geniş bir arazi ve Patrikhaneye Türk kanunları dışında haklar verilmesini istemiş ayrıca Ruhban Okulu’nu Ortodoks Üniversitesi hali­ne getirip, İstanbul’u Ortodoks dünyasının merkezi yapmayı” hedefle­diklerini açıklamıştır. Athenagoras’ın, Atina Başpiskoposu Ieronimas’la gönderdiği, “Konstantinopolis’te yaşayan bizler görevimizi yapmaya, emaneti korumaya kararlıyız. Allah’ın yardımıyla dileğimizin gerçekle­şeceğine inanıyoruz. Lütfen bu hususu, yüzyılların şehri olan bu şehir­de görevimize devam edeceğimizi Yunanistan’a ulaştırınız” şeklindeki mesaj da unutulmamalıdır.

Menderes, Patrikhaneyi ziyaret eden ilk ve son T.C. Başbakanı olmuştur. Başbakan Tayyip Erdoğan, her ne kadar Başbakan sıfatıyla bu ziyareti henüz yapmasa da, Patrik Bartholomeos’la defalarca gö­rüşmüştür. Ancak Erdoğan’ın, daha İmam Hatip Okulu öğrencisiyken Ruhban Okulu’na gittiği ortaya çıkmıştır. Bartholomeos’un, Patrikha­nenin bir Türk Kurumu, kendisinin de T.C. vatandaşı olması sebebiyle normalde İstanbul Valisi, en fazla da İçişleri Bakanı ile görüşmesi gere­kirken, hukukçularıyla birlikte Dışişleri Bakanı Gül’le bir araya gelip, talepleri hakkında adeta yabancı bir temsilci gibi pazarlık yaptığı da daha önceki bölümlerde örnekleri ile anlatılmıştır. Menderes-Erdoğan dönemindeki bu benzerliklere işaret ettikten sonra Patrikhanenin Özal döneminde mazhar olduğu teveccühün ayrıca ele alınması uygun olacaktır.

Özal’ın ABD ile ilişkileri sebebiyle Patrikhane açısından 1983’ten itibaren yeni bir dönem başlamıştır. Özal da, bugün AKP iktidarının yaptığı gibi özellikle iki ülke arasında sorun olabilecek konularda Türki­ye’nin yıllardır izlediği politikaları bir kenara bırakmış, örneğin, Türk vatandaşlığından çıkarılan ve “istenmeyen adam” ilan edilen Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu lakovos ile eski Başkan Carter’in isteği üzerine görüşmüştür. Bundan sonra da lakovos, Özal tarafından sağ­lanan özel izinle Türkiye’ye gelmekle kalmamış, yetki verildiği takdirde Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesi için arabuluculuk yapabileceğini söylemiş ve “Karamanlis ile Menderesi büromda buluşturduğum gibi Özal ve Papandreu’yu da buluşturabilirim” demiştir. Özal-Papandreu arasında 1988’de yapılan Davos Zirvesi ile ilgili olarak, “Zirvenin mima­rı benim, diyalogu ben başlattım.” açıklaması ve Papandreu’nun, bu­luşmayı sağladığı için 12 Nisan 1988’de bir teşekkür mektubu gönder­mesi lakovos’ın bu yetkiyi aldığını ortaya çıkarmıştır. lakovos’un Patrikhaneyi ziyaretinden sonra Türkiye’ye gelen ABD’li görevlilerin de burayı ziyaret etmeleri dikkat çekmiş, “Bu ziyaretleri siz mi teşvik edi­yorsunuz?” sorusunun yöneltilmesine yol açmıştır, lakovos’un bu soruyu, “Hayır, State Department (Dışişleri Bakanlığı) istiyor” diye cevaplandırdığını da kaydetmek gerekmektedir.

Fener Rum Patriklerinin sadece Başbakan veya bakanlarla değil Cumhurbaşkanları ile de ilişkisi olmuştur. ABD tarafından gönderilen Athinagoras, Türkiye’ye gelir gelmez Başkan Truman’ın mektubunu İnönü’ye sunmuş, 1952 yılında da Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile görüşmüştür. Bu görüşmeden 37 yıl sonra 1989’da bu kez Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Özal, dönemin Fener Rum Patriği Dimitrios’u kabul etmiştir. İşte bu görüşme Yunan basını tarafından övgüyle karşılanırken, eski diplomat ve parlamenter Coşkun Kırca, bununla T.C.’nin bir geleneğinin yıkıldığını; o güne kadar İstanbul Valisi ile muhatap kılınmış olan Patriğin, Cumhurbaşkanı tarafından kabulün­den sonra başka devlet başkanları ile görüşmesini Türkiye’nin eleştiremeyeceğini yazmıştır.

Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’ın başbakanlıkları döneminde ise Patrikhane pek umduğunu bulamamıştır. Mesela Bartholomeos, Çiller’den randevu almayı başaramamış ama Yılmaz’la görüşmüştür. Patrik, Yılmaz’la görüşmesinde de en acil sorunlarının Ruhban Okulu­’nun açılması olduğunu söylemiş, daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi Yılmaz, bunun karşılığında Bartholemos’tan, Batı Trakya Türk azınlığının dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda yardım istemiştir.

Erdoğan: AB’nin asıl adı Katolik Hristiyan devletler birliğidir

Patrikhanenin Menderes döneminden sonra en büyük ve sonuç alıcı atağı, AKP iktidarı döneminde yaptığını belirtmiştik. Bunda elbette ki, AB ve ABD’nin “dini özgürlükler” adı altındaki talepleri ile AKP’nin giderek açığa çıkan “gizli gündemi’ BM örtüşmesi rol oynamıştır. 1996 yılında, “AB’ye girmek için koşturuyorlar. Onlar da bizi almamayı düşü­nüyorlar. Eeee..biz de girmemeyi düşünüyoruz. AB’nin asıl adı Katolik Hristiyan Devletler Birliği’dir.” diyen Erdoğan ile 1995’te Meclis kür­süsünden, “Fransa’da yasaklanan bir kitap var; büyük İslam alimlerin­den Kardavi’nin (İslam’da Helal ve Haram) diye Türkçe’ye de çevrilen ve her yerde satılan kitabı, bölücülük yapıyor, diye Fransa’da yasak­lanmıştır. Avrupa’nın özgürlük anlayışı budur, Avrupa’nın özgürlük anlayışı, sadece kendi çıkarlarınadır; dolayısıyla, bu konuda da gerçek yüzü bellidir. Avrupa Kulübünün gerçek tavrı budur. Türkiye’ye bakışı da budur. Müttefiklerin amacı Türkiye’yi bölmektir.” görüşünü savu­nan Gül’dür. Ancak hükümet olur olmaz AB’den müzakere tarihi alma uğruna Kıbrıs başta olmak üzere Türkiye’nin tüm kırmızı çizgilerini, kısacası milli politikalarını alt-üst etmeleri, bu arada Patrikhane ve Ruhban Okulunu, Özal’ı da aşan bir şekilde sahiplenmeleri, yeni bir döneme girildiğinin işareti olmuştur.

Hatta Erdoğan’ın AKP iktidar olur olmaz ancak kendisi daha Başbakan değilken çıktığı Avrupa turunda İtalya Başbakanına bu konularda söz verdiği öne sürülmüştür ki, bunu AKP’nin “büyüğü ve bir bileni”, merhum Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal da doğrulamıştır. Korkut Özal’ın, Patrikhane ve Ruhban Okuluna ilişkin olarak AKP iktidarının henüz birinci ayında yaptığı açıklamalar, bu ismin AKP’deki ağırlığı sebebiyle üzerinde durulacak önemdedir çünkü sonraki gelişmelerin de habercisi olmuştur.

Özal’ın, 14 Kasım 2002 tarihinde Ulusal Kanal’da yapılan bir söyleşide, Genel Başkan Tayyip Erdoğan’ın, İtalya Başbakanı’na söz verdiği hatırlatıldığında, “Kilise açılması kötü bir şey değildir, Osmanlı zamanında da her yerde kiliseler vardı ve insanlar burada ibadetlerini yerine getiriyorlardı, ya­dırganacak bir durum yok.” demiştir. Özal, “Osmanlı döneminde o kiliselere gidecek cemaat de vardı ama şimdi yok. Yine de her sokağa kilise açılıyor. Rum Patriği Bartholomeos kendisini ekümenik ilan edi­yor, bunların hepsi Lozan Antlaşması’na aykırı. Siz böyle düşünmüyor musunuz?” sorusu üzerine de şunları söylemiştir:

“Gerçekler değişebilir, çivi ile çakılmamıştır. O zamanki statü farklı olabilir ama şimdi durum değişmiştir. Türkiye’de idam cezası kalkmadı mı? Niye kalktı, demek ki zamanla yöneticiler, kurallar değişebiliyor. Rum Patriği Bartholomeos’a saygı göstermek gerekir, o bir cemaatin başıdır. Kiliseler açılabilir, buna engel olmak için hiçbir neden yok.”

Özal gibi devletin çeşitli kademelerinde görev almış, bakanlık yapmış bir ismin elbette ki, devletimizin kuruluş esaslarını belirleyen Lozan Antlaşması ile Türk Ceza Kanunu’ndaki bir değişikliğin kıyasla­namayacağını, Hristiyanların bulunmadığı yerlerde mantar biter gibi kilise açmanın din özgürlüğü ile hiçbir ilgisinin olamayacağını, Helenizmin ana kurumlarından Patrikhanenin bu misyonunun hiçbir zaman değişmediğini bilmemesine imkan yoktur.Ve yine elbette ki gerçeği ve doğruları çok iyi bildiği tartışmasız böyle bir isim bile, yanlışı haklı ve mantıklı delillerle savunamadığından, mesele böylesine çarpı­tılıp, demagoji yapılabilmektedir. Bile bile yanlışın savunulmasının ise mutlaka çok önemli bir sebebinin olması gerekmektedir.

Özal’ın bu açıklamalarından hemen sonra Bartholomeos’un da, aynı dönemde AKP iktidarı ve iktidarın kendi sorunlarına yaklaşımına ilişkin şu değerlendirmesi olmuştur:

“Bugün hükümetin başında bulunanlar, kökten dinci Müslümanlar değil. Kendi dinlerine saygı gösteren, aynı zamanda da diğerlerine de gayet açık olan ve ülkemizin Avrupalı niteliğinin bilincinde olan kişiler­dir. Sayın Erdoğan’ın daha ilk günden beri, Türkiye’yi AB’ye açma iradesini dile getirdiğini unutmamak gerekir. Avrupa perspektifine yüz­lerini kararlı bir şekilde çevirmiş durumdalar, üstelik bundan önceki yöneticilerden çok daha büyük kararlılıkla. Yeni hükümet, Kopenhag’da belirlenen kriterler bağlamında gerekli tüm reformları hayata geçirmeye hazır ve tüm bunlar, insan haklarına ve din özgürlüğüne daha fazla saygı gösterilmesini sağlayacaktır. Yeni hükümetle birlikte, öncesinden çok daha iyimserim. Halki Seminerimizin (Ruhban Okulu) yeniden açılması konusunda gayrı resmi bir şekilde olmakla beraber, çok güzel haberler aldım.”

Bartholomeos’un, Şubat ayında müjdelediği “çok güzel haberler” 5 ay sonra doğrulanmıştır. Fener-Rum Patriği, Başbakan Tayyip Erdo­ğan’dan zaman zaman yakın ilgi gördüklerini söylese de, Erdoğan’ın bu konuya gerçekten de özel bir önem verdiği ortaya çıkmıştır. Erdo­ğan’ın Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasını gündeme getirmek istediği ve bunun için ciddi bir çalışma yapmanın zamanının geldiğine inandığı duyurulurken, daha sonraları Dışişleri Bakanı Gül’ün de kul­landığı o ilginç ve malum gerekçeye sığınılmıştır. Bu da, Türkiye’nin açılmasına izin vermemesi halinde, okulun başka bir ülkeye nakledil­mesinin gündeme gelecek olması, bunun ise Türkiye için olumsuz bir hava yaratacağıdır. Erdoğan’ın, işte bu nedenle Türkiye’nin öteki dinle­re karşı toleransını gösterecek bir formül bulmak istediği duyurulmuş­tur. Kısacası Erdoğan da, ABD’nin 1950’lerdeki Rus Kilisesinin Fener’i ele geçirme projesini engelleme veya sonraki yıllarda Patrikhane­yi, Rus Kilisesinin yanı sıra Yunan Kilisesine karşı güçlendirme politika­sını benimsemiş, yine Sevr, Lozan ya da günümüzde hem AB, hem de ABD’nin Türkiye’nin “dinsel hoşgörüsünü” Patrikhane kriteri ile ölçme­sini kabullenmiştir. Erdoğan’ı önceki yöneticilerden ayıran en önemli fark, benzer talepler aynı güçlerce, aynı yöntemlerle ve defalarca gün­deme getirildiği halde hiçbirisi Ruhban Okulunun açılmasını ele almaya cesaret edemezken, Erdoğan’ın, söz konusu talebi yerine getirmek üzere hemen harekete geçmekle kalmayıp, açıkça sahiplenebilmesidir.

 

Papa Franciscus, Fener Rum Patrikhanesi’ni Ziyaret Etti

Daha 8 yıl önce “AB’nin asıl adı Katolik Hristiyan Devletler Birliği”dir” diyen Erdoğan ve çevresinin bu radikal dönüşümünün hikmet-i sebebini mesela danışmanı Yalçın Akdoğan’ın, “28 Şubat İslamcılığı değişime zorladı. Bu değişimde İslamcılar açısından kullanılan olaylar­dan birisi AB süreci oldu. Yeni İslamcılık AB sürecinin katkısıyla sistem içinde tutunabilme mücadelesi vermektedir.” sözleriyle açıklamak mümkündür. Gerçekte bu sözler daha açık bir ifadeyle “amaca ulaş­mak için her yol mubahtır” veya “demokrasi bir tramvaydır” ya da “Ge­rekirse Papaz cübbesi de giyerim” anlayışını göstermektedir. Elbette sadece bir danışmanın sözleri ile bu sonuca ulaşıyor değiliz.

Çünkü AKP’nin “büyüğü ve bir bileni”, Korkut Özal da Akdoğan’dan yaklaşık 1 yıl önce, “AKP kurulurken onlara İslam kartından vazgeçin partiyi Fazi­letin üzerine kurmayın dedim. Yoksa İslamcı diye anılacaklardı. Bu kadro 28 Şubat darbesinden geçti. Kendini yeniledi. Ben gelecekten iyimserim. Zaten Avrupa ile birleştiniz mi, üniter devlet falan hepsi geride kalıyor…” demiştir. Özal, Ulusal Kanal’daki açıklamasında ise daha net konuşmuş ve “30 sene önce Avrupa’ya karşıydım. Bizim ön yargımız vardı. İki şey değişti: Geçen sürede Avrupa’yı yakından tanıma imkanı buldum. Daha sonra 28 Şubat fikirlerimizi değiştirdi. Dışarıya acıtmazsak 28 Şubat bizi sınırlayacaktı. Muhafazakarlar bu durumu kavrayınca AB’ye girmeye razı oldular. Türkiye’deki baskılar, zorlamalar, çıkışın Avrupa’da olduğunu düşündürmeye başladı. Biz özgürlüklere ancak AB’ye girerek, Kopenhag Kriterlerini yerine getirerek erişebiliriz. Türkiye AB’ye girmeye mecburdur.” görüşünü savunmuştur.

Erdoğan’a çok yakın bu iki ismin söylediklerinin hemen yanına AB yetkililerinin, mesela genişlemeden sorumlu Komiser Gunter Verheugen’in, “Bu tam üyeliğe inanmıyorum, sonuçta bunun olacağına inanmıyorum. Bunu Türkler de biliyor tabii. Buna rağmen Türkler, ihti­yacımız var, bize bu perspektifi sunmalısınız diyor. Çünkü aksi takdirde tüm bu reformları yapamazlar. Çünkü Türkiye’de bu reformlar sadece arkasında tam üyelik olmasıyla gerçekleşebilir.”  şeklindeki sözlerini ya da Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischenn, “Türkiye’de farklı güçler AB’ye giden yolda birleşti. İslamcılar ve Kemalistler (ll. Cumhuri­yetçileri kastediyor olmalı). Tek sesle hareket ediyorlar. Hiçbir ayrımcıIık yapmadan biz de yapıcı cevap veriyoruz. Eğer Türk Toplumu Mo­dern İslami yönetim istiyorsa, buna saygı duyarız. Bizde modern Hris­tiyan toplumu isteyenler de var. Yeni Avrupa’nın ruhunu, bu yeni olu­şuma uydurabiliriz. Bu bizim çıkarımızadır.” açıklamasını koymak ge­rekiyor. İşte bu tablo, bazı ittifak ve işbirliklerini net bir biçimde göstermektedir. Zira, Başbakan Erdoğan, Korkut Özal ve Bartholomeos ara­sındaki bu çarpıcı fikir birlikteliğinin tek bir izahı vardır, bu da Verheugen’in, “Aslında biz Türkiye’yi üyeliğe almayacağız. Türkiye’dekiler de bunu biliyor ama kendi istediklerini yapabilmeleri için bu durumun devamını arzuluyorlar.”anlamına gelen “perspektifi”dir.

Kaynakça

Elçin MACAR, Cumhuriyet Döneminde istanbul Rum Patrikhanesi (İleti­ şim Yayınlan, l.baskı-2003).

Sami EMİRHAN, Fener Rum Patrikhanesinin DünU-Bugünü Yarını, Harp Akademileri Yayını.

Uğur YILDIRIM, Dünden Bugüne Patrikhane, Kaynak YayınIan-2004.

Hürriyet, Ertuğrul ÖZKÖK-Savarona Yatında Atladığım Haber, 29 Ağus­tos 2003.

Hürriyet, 7 Eylül 2003.

Cumhuriyet, 9 Ağustos 2003.

Sabah, Muharrem SARIKAYA-AK Parti’den Ruhban Okulu Atağı, 17  Ağustos 2003.

Hürriyet, Ertuğrul ÖZKÖK-Heybeliada Ruhban  Okulunda  Bir  İmam Hatipli, 11 Temmuz 2003.

Milliyet, 22 Ağustos 2001.

Milliyet, Hasan Pulur-O şimdi asker değil (22 Eylül 2003),

Milliyet, Hasan Pulur-Saym Gül:Biz Yalan Yazmayız (26 Eylül 2003).

AB Haber, 21  Şubat 2003.

Milliyet, 21 Ocak 2004.

Milliyet, 21 Nisan 2003.

Hürriyet, 11 Temmuz 2003.

Hürriyet, 11 Aralık 2002.

Yazar

Sadi Somuncuoğlu

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar