Yükleniyor...
Milliyetçiliğe muhalefet,
kesinlikle eski veya yeni emperyalizmleri
desteklemek demektir…
Tom Nairn
Egemenlik asırlardır “millî egemenlik”tir. Ve millî egemenlik bir coğrafya üzerinde bir millete dayanılarak kurulur; millete aittir, ortağı olmaz. Millî egemenlikle emperyalizm bir arada yaşayamaz. Bu yüzden emperyalizm her şeyden önce millî egemenlikten hoşlanmaz; millî egemenliği yok etmeye, coğrafyasını parçalara ayırmaya veya ortaklı hale getirmeye çalışır. Geçen yazımda anlattığım gibi milletten ve vatandan hoşlanmayan 20. asır siyasî İslam’ı bu açıdan emperyalizmin işine gelir. Dolayısıyla emperyalistler, son yüzyıl içinde milliyetçiliğe düşman, dinbazlığa dost bir politika güttü.
Yıllar önce, henüz SSCB İmparatorluğu yıkılmamışken bir arkadaşım Amerika’nın Sesi Radyosu’nun Azerbaycan Türkçesi ile yayın yapan biriminde çalışıyordu. Bir gün yayında “Orta Asya Türkleri” demiş. Derhal yöneticinin makamına çağrılmış ve şu uyarıyı almış, “Orta Asya Müslümanları diyeceksin, Türkleri değil“. Yunanistan, Batı Trakya Türkleri’ne Batı Trakya Türkleri denmesini istemez. “Batı Trakya Müslümanları” ifadesi tercihidir.
Dinî grupların bir egemenlik iddiası yoktur. Egemenlik milletlerin hakkıdır. Millî egemenlik, emperyalistin bir toprak üzerindeki hâkimiyetini kaybetmesi demektir ki, emperyalist işte buna tahammül edemez. Bu yüzden yakın tarih boyunca sömürgelerinde milliyetçilere karşıdır. Kendi milletine ve milliyetçiliğine değil. Tersine kendi için sonuna kadar milliyetçidir, sadece kendi milletinin menfaatini düşünür. Muhalefeti, sömürdüğü topraklardaki milliyetçiliktir.
Mısır’da milliyetçi Vafd ve onun lideri Zaglul Paşa, harp gemisiyle tehdit edilip iktidardan indirildi. Mısır I. Dünya Harbi boyunca İngiliz sömürgesi olduğu halde Zaglul Paşa’nın da bizim milliyetçilerle birlikte Malta’ya gönderildiğini daha önce yazmıştım. Cemal Abdul Nasır hem Amerika Birleşik Devletleri’nin, hem de Sovyetler’in hedefindeydi. Deviremediler. İran’ın seçimle gelmiş başbakanı Musaddık, o kadar şanslı olamadı ve bir yıl içinde CIA operasyonu ile devrildi.
Tarih sırasıyla gidelim, önce Musaddık’ı ele alalım. İran demokrasiye geçer gibidir. Musaddık, 21 Temmuz 1952’de halkoyuyla iktidara gelmiş, başbakanlık makamına oturmuştur. Fakat İngiltere bu gelişten hiç mi hiç mutlu değildir. Çünkü Musaddık, İngiltere’nin Anglo-Pers Petrol şirketi vasıtasıyla (bugünkü BP) kullandığı İran petrollerini millîleştirmek, hiç olmazsa İran’ın kâr payını arttırmak istemektedir. İngilizler’in petrol sahasında, kötü bir ortamda esir gibi çalıştırdıkları İranlı işçilerin şartlarının iyileştirilmesini talep etmektedir. Kısacası, vatanı üstündeki egemenliğinin paylaşılmasına itiraz etmektedir.
II. Dünya Harbi’nden sonra süper güç artık ABD’dir. İngilizler Başkan Truman’a başvurur. Bu petrolü biz bulduk. Biz çıkarıyoruz. Neye yaradığınıda biz biliyoruz. İran’ın buna zerre katkısı yok, şu Musaddık’ı devirin derler. Truman’ın aklına aynı İngiltere’nin Amerikanları da sömürdüğü gelir ve reddeder.
20 Ocak 1653 tarihinde ABD’nin başına Eisenhower gelir. İngilizler taleplerini yeni başkana götürürler, fakat bu sefer hikâyeyi değiştirmişlerdir. Musaddık’ın komünist eğilimler taşıdığını, her an Sovyetler’e kayabileceğini söylerler. Yeni başkan ikna olur ve CIA’e gerekli emri verir. Musaddık’ı devirecek timin başında ABD Başkanı Rosevelt’in torunu Kermit Rosevelt vardır. İki ayrı darbe teşebbüsünün ikincisi başarılı olur, CIA uzmanlığı ve parasıyla Şah sürgünden geri getirilir ve tahtına oturur. İran tekrar tek adam diktatörlüğüne kavuşmuştur. Şah İran’a dönerken yanındakilerden biri Humeynî’nin hocası Ayatollah Abolqassem Kaşani’dir. Kaşani’nin talimatıyla Fedaiyan-ı İslâm üyesi Humeynî de Musaddık’a karşı CIA operasyonunu destekler. Darbeden sonra Şah iktidarı ve ABD petrol şirketleri, BP’nin bir kısım hisselerini devralır.
Musaddık’ın İngiltere’nin ricası ve CIA’in operasyonu ile devrilmesi hikâyesi artık ansiklopedi maddesi olacak kadar işlenmiş, belgelenmiştir. Hikâyenin ayrıntısını ABD’nin Vietnam’da Mai-Lai köyündeki katliamını ortaya çıkararak ünlenmiş gazeteci Stephen Kinzer’in “Şahın Bütün Adamları” kitabında okuyabilirsiniz[1]. Burada yeni olan Kaşanî ve Humeynî’nin operasyona verdikleri destektir[2]. ABD ve İsrail, yıllar sonra da molla rejimini Irak’taki Baas’a karşı da destekleyecektir.
Nasır’ın Mısır’ı yönetmesi 1956’dan 1970 yılındaki ölümüne kadardır. Mısır’ın pek zengin petrol yatakları yoktur ama onun sömürülecek baş zenginliği, Süveyş Kanalı’dır. Artık İngiltere sömürgelerinden çekilmektedir. “Süveyş’in Doğusu” ismini verdiği politikası bu çekilişin bir aşamasıdır. Fakat henüz Süveyş’i terk niyetinde değildir. Kuzey Afrika’dan sonra sömürgelerini Doğu Akdeniz’e de genişletmeye çalışan Fransa ve İsrail’le anlaşır. Üçü Süveyş’i işgale kalkar. Fakat ABD’nin muhalefeti sonunda çekilmek zorunda kalır. Nasır ABD’ye de pek yüz vermez. Bir başka imparatorluk, SSCB de Nasır’ın peşindedir ama o da umduğunu bulamaz. Nasır, bir Arap milliyetçisidir ve Arap egemenliğini kimseye devretmek veya paylaşmak niyetinde değildir. ABD, Kermit Roosevelt’i falan göndererek değil, içerden birilerine vekalet vererek Nasır’a darbe yapmak niyetindedir. Tam Ekim 1954’te, İngiltere’nin iki yıl içinde Süveyş’ten çekilmesini öngören anlaşmanın imzası sırasında harekete geçerler. Hikâyeyi, eski CIA üst düzey mensubu Miles Copeland’dan dinleyelim[3]:
Aniden Sovyet basını Nasır ve “faşist yandaşları”na büyük bir saldırıya geçti; aynı anda Müslüman Kardeşler’i Mısır’daki “en güvenilir anti-emperyalist güç” diye methediyordu. CIA [Kahire’deki istasyon] şefi, Washington’a bir telgraf çekerek İsraillileri aynı çizgide yayın yapmaya ikna etmelerini istedi. Ancak İsrail, İhvan’ın Nasır’ı devirme kabiliyetine vurgu yapmalı ve onu öyle övmeliydi.
Nasır’ın Müslüman Kardeşler’e karşı harekete geçmesi bu sıradadır. Benna ve Kutb’un Batı ve emperyalizm aleyhtarı teşkilatı emperyalistlerle iş birliği yapar hâle gelmişti. Fakat bu eşyanın tabiatı gereğidir. İhvan birinci derecede Batı’nın ahlâk ve din bozucu etkisine karşıdır. Ülke ve millet önemsiz olduğu için ülkenin fizikî varlıkları da metafiziğinin yanında önemsizdir. Emperyalizmin Türkiye’de Türk egemenliğine karşı 2010’larda yabancı devlet temsilcilerinin hakemliğinde başlattığı “Oslo mutabakatları” ile devamındaki “demokratik açılım” ve “çözüm süreci” saldırılarında, milliyetçilerle “ulusalcılar”ın birbirine tabiî yaklaşması karşısında başvurulan propaganda, “ulusalcılar milliyetçilerin metafiziğini bozuyor” diye ifade ediliyordu.
Müslüman Kardeşler’in kullanılışı Mısır’la sınırlı değildir. İsrail İhvan’ı Suriye’ye ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı da kullandı.
Kullanılmak İhvan’ın fıtratında var gibi. Copeland, İkinci Dünya Harbi boyunca Müslüman Kardeşler’in, Alman İstihbaratının adeta bir birimi haline geldiğini anlatıyor. Ancak harpten ve Almanya’nın teslim olmasından sonra teşkilatın yüksek kademlerine kadar İngiliz, Amerikan, Fransız ve Sovyet istihbaratlarının da sızdığını ve bunların her birinin İhvan’ı vezir de rezil de edebilecek güce sahip olduğunu anlatıyor. Tabi bunlara İsrail’i de eklemek gerekir[4].
Bu noktada, emperyalizm- siyasî İslam ilişkisine dair tekerrür eden bir görünüm ortaya çıkıyor. Emperyalist ülkeler bir ülkede milliyetçi dirençle karşılaştıklarında milliyetçileri def etmek için ya kontrol edebilecekleri bir diktatör buluyor yahut da siyasî İslam’ı kullanıyorlar. Bu ikisi bir arada olursa daha da iyi. Çünkü siyasî İslam, onların emellerine doğrudan karşı çıkmıyor. Sonuçta kendi haline bırakılsa millî egemenlik ve demokrasi yönünde ilerleyecek ülke ya tekfirci dinbazların veya dinci diktatörlerin eline geçiyor.
Ancak iş burada bitmiyor. Siyasî İslâm millî egemenliği ve vatan kavramını önemsemiyor, hatta bunlara düşman olmasına düşman; fakat Batı’ya da düşman ve siyasî İslam güçlenince o silah dönüp emperyalisti vuruyor.
Filistin’de İhvan’ı milliyetçi Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı kullandılar. Suriye’de milliyetçi Baas’a karşı… İran’ın molla rejimini milliyetçi Irak’a karşı… Nihayet Afganistan’da dincileri bir başka emperyaliste, Rusya’ya karşı kullandılar…
Dreyfuss kitabının “İsrail’in İslamcıları” bölümünün ilk paragrafında şunu söylüyor: “ABD karşıtı bloğun iki üyesi, Suriye ve FKÖ kendilerini Müslüman Kardeşler ve Müslüman sağının yürüttüğü iç savaşlarla karşı karşıya buluverdiler. Müslüman Kardeşler’i de iki ABD müttefiki, İsrail ve Ürdün destekliyordu. ABD, Şam ve Yasser Arafat’ı sarsacak karışıklıkları da müttefikleri vasıtasıyla el altından teşvik ediyordu.“[5]
Bunlardan Filistin, Afganistan ve İran’ın her birinde bir zaman kullanılan, kendisini kullanan eli kötü ısırdı. Suriye ve çevresinde 1970’lerden beri süren manipülasyonlar IŞİD gibi örgütleri doğurdu. IŞİD ve bölgemizdeki diğer örgütlerin içinde Afganistan’daki eski mücahitleri ve onların halefleri de vardı.
İhvan, bütün dinci sağ gibi kuvvetle anti-komünist ve anti milliyetçiydi: “…yirminci asrın Mısır’ı ve İslam dünyasının tamamı komünist ve milliyetçi ideolojilerin saldırısı altındadır ve bunlar şeriatın hâkimiyetini reddeder.“[6] Onlar için komünistlerle milliyetçilerin farkı yoktu ve bu tutumları, batılı emperyalistlerin ayakta alkışlayacakları bir duruştu.
Dreyfus, New York Times’ın eski muhabirlerinden David Shipler’den naklediyor:
“İslamcıların bazen siyasî bakımdan İsrail’e yararlı olduğunu düşünürdük. Çünkü FKÖ’nün seküler destekçileriyle kavga içindeydiler. Batı Kıyısı üniversitelerinde iki grup arasında zaman zaman kavga çıkardı. Gazze Şeridi’nin İsrail askerî valisi Tuğgeneral Yitzak Segev, İslamî hareketi FKÖ ve komünistlere karşı finanse ettiklerini anlattı. “İsrail Hükümeti bana bir bütçe tahsis etti, askerî hükümet bunu camilere bağışlıyor.” İhvan’ın lideri Yassin, “FKÖ Allah’a hizmet etmiyor, FKÖ sekülerdir. İslamlaşmadan bizi temsil edemez.” diyordu.
Dreyfus devam ediyor: “Önceleri Müslüman Kardeşler’in Filistin’de pek başarılı olmayacağı düşünülüyordu. … Çünkü Filistinliler Arap dünyasındaki en modern, tahsilli ve Batılaşmış nüfusu idi… Fakat her şeyden önce milliyetçiydiler. Buna karşılık Filistinli İslamcıların doğasında milliyetçiliğe ve bir Filistin devleti kurulmasına muhalefet vardı. Onlara göre öncelik Filistin ve Arap dünyasının İslamlaşmasıydı.”
ABD İsrail’in İslamcıları desteklediğinin farkındaydı. CIA kıdemli analisti Martha Kessler, “İsrail’in Filistin milliyetçiliğine karşı İslâm’ı geliştirdiğinin farkındaydık“ diyor. Fakat ne ABD Dışişleri ne de CIA önlem aldı.[7] İsrail’in bu politikası Brzezinski toptan uyguladı. ABD, onun Yeşil Kuşak teorisini Türkiye dâhil, Asya’nın tamamına uyguladı. ABD bugün “mücahit”lerin El-Kaide, Taliban ve El-Nusra’sıyla uğraşıyor. “Önlem almadılar” serzenişi bundandır. Yeşil Kuşağın askerleri daha sonra Afganistan’da, İkiz Kuleler’de, Suriye ve Irak’ta eski müttefiklerinin başına bela olacaktır. FKÖ’ye karşı Müslüman Kardeşler’in Hamas’ını yıllarca destekleyen İsrail de, namlu kendine dönünce Yassin’i öldürttü. İhvan’ı petro-dolarlarla tarihi boyunca finanse eden Suudî Arabistan ve Arap ülkelerinin tamamı şimdi ona terörist diyor. Tek istisna Katar.
Milletler mücadelesinde ve istihbaratların savaşında kimin kimle iş tuttuğunu izlemek zor. Kutb’un ilk Türkçe tercümelerini Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür’e yaptıran ve o kitapların neredeyse bedava dağıtımını sağlayan MİT Müsteşarı Fuat Doğu, günümüz Türkiye’sini görse acaba yaptığıyla iftihar mı ederdi? Ya 1980 darbesiyle Türk Milliyetçiliğini ezip dağıtan üniformalılar? Meşhur “Bizim çocuklar becerdi!” vecizesinin bizim çocukları?
[1] Stephen Kinzer, Şahın Bütün Adamları, İletişim Yayınları 2004.
[2] Richard Dreyfuss, The Devil’s Game, Owl Books- Henry Holt and Company 2005, sayfa 118-119.
[3] Miles Copeland, The Game of Nations, Simon and Schuster 1969,sayfa 184.
[4] Aynı yer.
[5] Dreyfuss, sayfa 190.
[6] Marion Boulby, The Muslim Brotherhood and the Kings of Jordan, Scholars Press 1999, sayfa 43.
[7] Dreyfuss, 197-198.