Yükleniyor...
Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının 100. yıl dönümünü geçmişe özlem, geleceğe umut besleyerek anıyoruz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünün arkasındaki duvarda tamamı büyük harflerle “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir!” yazısını görürüz. Bu ifade 30 Kasım 1925 senesinden itibaren TBMM kürsüsünün arkasındaki duvarda yazılıdır.
Bu hükme Anayasamızın 6. maddesinde de yer veriliyor. Dolayısı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini atan çok önemli bir ilkedir. Bu ifade, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hâkimiyet bila kayd-u şart milletindir” sözünün günümüz Türkçesi ile söylenişidir.
1919’da Amasya Bildirisi ile ilân olunan “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” parolası, Erzurum ve Sivas kongrelerinde de benimsenmiştir ve bu ilkenin kıvılcımı olma niteliğini taşımıştır. 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılması ile hayata geçmiştir ve 20 Ocak 1921’de ilk anayasamız olarak kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile resmiyet kazanmıştır. Böylece 1923’te Türkiye’nin yeni rejimi olacak Cumhuriyet’e de bir zemin hazırlamıştır.
Şimdi bu temel ilkenin tarihî süreçte nasıl şekillendiğine bakalım.
Önce egemenlik kavramını anlayabilirsek, millî egemenlik kavramını idrak edebilmemiz zor olmayacaktır.
Egemenlik, daha önceleri dilimizde hâkimiyet kelimesi olarak kullanılmaktaydı. Egemenlik ve hâkimiyet eş anlamlı kelimelerdir. 1921 ve 1924 Anayasalarında kelimenin “hâkimiyet” olarak kullanılmasına karşılık 1961 ve 1982 Anayasalarında “egemenlik” kelimesi kullanılmıştır. Lügat anlamı ile hâkimiyet; hükmeden, buyuran üstün bir gücü ifade etmekte; hâkimlik, amirlik ve üstünlük anlamında kullanılmaktadır.[1]
Egemenlik kavramını tanımlayarak, sistematik bir halde ortaya koyan ve bir teori haline getiren Fransız hukukçu Jean Bodin’dir.[2] Bodin ‘Devletin Altı Kitabı’ adlı eserinde; egemenliği, içte insanlar üzerinde sınırlanamayan mutlak ve üstün bir iktidar, dışta ise bağımsız bir kudret olarak tanımlamıştır.[3] Egemenliğin kaynağının halka veya millete dayandırılması ise Fransız İhtilali ile ortaya çıkmıştır. Halk egemenliği teorisi kaynağını Jean Jacques Rousseau’nun “Sosyal Mukavele” eserinde bulur. Rousseau’ya göre “hâkimiyet genel iradenin icrasından başka bir şey olmadığı için hiçbir zaman başkasına terkedilemez; kollektif bir varlık olan hakim varlığı da (otorite), ancak kendisi temsil edebilir: erk (kuvvet)bir başkasına geçebilir ama irade geçemez.”[4] “Genel irade bölünemez, zamanaşımına uğramaz, en üstün irade olup bizzat halkın iradesidir. Onun sayesindedir ki halk hem vatandaş, hem hürdür.”[5]
Görüldüğü gibi Rousseau egemen gücü halkın kendisi olarak nitelendiriyor.
Halk egemenliği teorisine karşılık Fransız İhtilali’ni gerçekleştiren ve burjuva olarak nitelendirilen güç, egemenliğin bütün bir millete ait olduğunu ifade etmiştir. Onlara göre egemenliğin sahibi millet, bireylerin tek tek toplamından meydana gelmez. ”Bireylerin üzerinde bir bütün olarak karşımıza çıkan bir varlıktır.”
İhtilalin önemli simalarından ve Rousseau’dan etkilenen Sieyes, Mounies gibi yazarların da katkısı ile “millî egemenlik” kavramı ortaya çıkmıştır.[6] Bu fikir daha sonra Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 3. maddesinde egemenliğin millete ait olduğu ve hiçbir kimse veya kurulun milletten gelmeyen bir yetkiyi kullanamayacağı şeklinde yer almıştır.
Rousseau’nun halk egemenliği fikri ve kaynağını Fransız İhtilali’nin önde gelen düşünce insanlarından alan millet egemenliği fikri arasındaki farkı ise millet ve halk kavramlarının tanımlarında görüyoruz.
Halk, belirli bir zaman ve bir yerde yaşayan insan topluluğuna denir. Millet ise Renan’ın tarifiyle müşterek bir geçmişe sahip ve bu geçmişi koruyarak gelecekle birlikte yaşama arzu ve şuuru içindeki insan topluluğudur.[7] Dolayısıyla halk, ortak bir geçmişi ve geleceği olmayan bir kalabalık iken millet manevi ve kültürel bir şahsiyettir. Bu durumda halk egemenliği bireylerin iradelerinin bir araya gelmesidir. Genel irade kaynağını doğrudan doğruya halkın kendisinde bulur.[8] Bu sebeple halk egemenliği doğrudan demokrasi ilkeleri ile bağdaşır fakat doğrudan demokrasinin de tamamen uygulanabilir bir tarafı yoktur. Yine de halk egemenliğinin demokrasiye katkılarını yadsıyamayız.
Millî egemenlik ise Anayasamızın 6. maddesindeki tabir ile milletin, egemenliğini yetkili organlar eli ile kullanmasıdır. Ayrıca bu egemenliğin kullanılmasının hiçbir surette bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılmamasıdır. Egemenliğin bir kişiye, gruba değil tamamen millete ait olmasıdır. Millî egemenliğin sosyolojik temeli, millet; tarihi temeli, millî kültür ve hareket temeli de millî şuurdur. Millî egemenliğin en önemli sonucu temsili sistemdir.[9] “Millet” soyut bir kavram olması sebebi ile bir araya gelip iradesinin açıklayamaz dolayısı ile millî irade ancak temsilciler aracılığı ile açıklanır. Bunun tabiî sonuçlarından biri de oy kullanmanın halk egemenliğinde olduğu gibi bir hak değil, yükümlülük olarak karşımıza çıkmasıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’e göre; toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması, yalnızca tam ve kesin manası ile millî egemenliğin kurulmasına bağlıdır. Bundan dolayı hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir. Atatürk, “Türküm” diyen her insanın vatan toprakları üstünde ayrıcalıksız ve kaynaşmış bir Türk ulusunu temsil ettiğini özellikle vurgulamıştır. “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusun olacaktır” ilkesi doğrultusunda hiçbir iç ve dış kuvvet bu hakkı ulusun elinden alamaz. Ulusumuz, en kutsal varlığını; bağımsızlığını, gerektiğinde canı pahasına korumuştur ve her zaman da koruyacaktır.[10]
23 Nisan 1920’de kurulan Birinci Meclis’in temeli Müdafaa-i Hukuk’tur. Müdafaa-i Hukuk’un özü ise “Ulusal egemenlik ve tam bağımsızlıktır.”
Kurtuluş Savaşı boyunca Atatürk’ün tek isteği “tam bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik”i gerçekleştirmek olmuştur. Tam bağımsızlığı millî egemenlik ilkesi ile birlikte ele almış, “Türk Devleti’nin dayandığı temel esaslar tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız millî egemenlikten ibarettir.” sözleriyle de belirttiği gibi bu iki ilkeyi Türkiye Cumhuriyeti’nin temel unsurları olarak görmüştür. [11]
Ulusal (millî) egemenlik, öyle bir şiardır ki ulusal kurtuluş savaşının yayın organı olarak 10 Ocak 1920’de çıkarılmaya başlanan bir gazeteye (Hâkimiyet-i Millîye) ismini vermiştir. Bu gazete Türk milliyetçi hareketinin ana gazetesi olmuştur ve ulusal bağımsızlık savaşımızın kazanılmasına da büyük bir etkisi etmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk 22 Nisan 1921 tarihinde bu gazeteye verdiği beyanatta da bağımsızlığın önemini şöyle ifade etmiştir: “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasını yakından bilenlerce bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple millî bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyasi münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.”[12]
Atatürk’e göre bağımsızlık sadece siyasi ve askeri yönden değil aynı zamanda ekonomi, kültür, hukuk ve tüm alanlardaki bağımsızlıkları da kapsar.
Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık anlayışı, yalnızca Türkiye sınırları içinde kalmamış; özellikle sömürge toplumlarının bağımsızlık hareketlerinde de itici bir rol üstlenmiştir. Türk Kurtuluş Savaşı, emperyalizme başkaldırmanın mümkün olduğunu tüm dünyaya göstermiştir.[13]
Birinci meclisimizin kuruluşunun 100. yılında, bu meclisin temelini oluşturan düşünce ve fikirlere aşina olup, benimseyebildiğini; her bireyin kendi zihin ve vicdanında sorgulamasının gerekliliğini vurguluyor, başta ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu vatanın bağımsızlığı ve milletin egemenliği için bedenlerini bir an bile düşünmeden feda eden şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum.
[1] Prof Dr Hamza Eroğlu Millî Egemenlik İlkesi Ve Anayasalarımız sf.1
[2] Schindler, Dietrich, Verfassungsrecht und soziale Struktur, Zürich, s.112
[3] Özay, İl Han, “16. Yüzyıl ve Sonrası Batı Avrupa Ülkeleri Kamu Yönetimi Tarihine İlişkin
Notlar-Çağrışımlar-1”y.1, 1980, s.2, s.75
[4] Rousseau, s.31
[5] Rousseau, s.154
[6] Aulard, A., Fransa İnkılabının Siyasi Tarihi, c.1, Çev. Poroy, Nazım, 2.B. , Ankara 1987, s. 24-25, 91
[7] Nakleden, Cin, Halil, Millî Hâkimiyet ve Atatürk, Konya 1985, s.5
[8] Akyılmaz, Türk İdare Hukuku, Birinci Baskı s.110-111
[9] TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, No 17, s.28
[10] www.tbmm.gov/kultursanat/millî_ egemenlik.htm
[11] Abdullah İlgazi, “Atatürk’ün Bağımsızlık Anlayışı ve Türk Dış Politikasındaki Yeri ve Önemi”, c 1, Gazi Magusa KKTC, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1998, s.413
[12] Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 3, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1997, s.31
[13] Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi cilt 1, sayı 14 sf.196