Yükleniyor...
21 Şubat 1921 darbesinden ve 26 Şubat 1921 Moskova Antlaşmasından sonra ABD’nin İran’daki faaliyetleri engellenmeye başlamıştır. 1 Ekim 1927 tarihinde İngiltere’nin onayıyla İran, SSCB ile “Tarafsızlık ve Saldırmazlık” paktı imzalamıştır. Bu pakt 26 Şubat 1921 tarihli antlaşmanın bütün hükümlerini teyit etmişti.[1]
Aslında bu antlaşmalar İran’ı iki ülke arasında sömürge bir devlet haline getirmiştir. Sözde iç bağımsızlığı korunurken, dış faaliyetleri tamamen bu iki emperyalist devletin çıkarları icabınca yürütülmesi ön görülmüştür. Bir anlamda İngiltere ile Rusya’nın “İran’ı Taksim Antlaşması” diyebileceğimiz bu sözleşmeler yürürlüğe konulduktan sonra söylediğimiz gibi iç siyaset itibarıyla bir Türk karşıtı sistem kurulmuştur. Bu sistem İngiltere ile SSCB’nin iradesi dışında hareket etme yetkisi tanımamış ve onların isteği üzerine ABD ile ilişkilerini azami biçimde azaltmıştır. Bu süreç İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir.
1941 Eylül’ünde müttefikler Rıza Şah’ın Nazist Almanlarla işbirliği yaptığını iddaa ederek ordularını anlaşma gereği İran’a sokmuşlardır. Ruslar Kuzey Azerbaycan üzerinden, İngiltere orduları ise güneyden ülkeye girmişlerdir. Rıza Şah’ı, genç oğlu Muhammed Rıza’nın hesabına geri çekmişler ve kendisini Afrika’ya sürgün etmişlerdir. Şah, uzun süre sürgün hayatı yaşadıktan sonra orada ölmüştür. Almanların Avrupa’yı işgal etmesi ve SSCB’nin kapısına dayanması üzerine, ABD’nın İran’la ekonomik, sivil ve politik ilişkiler kurmasına İngiltere sıcak bakmaya başlamıştır. Ancak ABD’nın İran’da açık faaliyete başlaması SSCB tarafından hoş karşılanmamıştır.
Rozvelt (Franklin D. Roosevelt), Çörçil (Winston Churchill) ve J. Stalin (Joseph Stalin) 28.11.1943 tarihli Tahran ziyaretinde Almanlara karşı mücadele konusunda ortak karara varmışlarsa da ABD’nın İran’daki faaliyetinin SSCB’nin aleyhine olmayacağına dair tavırları Stalin’i ikna etmemiştir.
Bundan sonra 1946 yılına kadar İran’da çok önemli hareketler olmuştur. İç ayaklanmalar, Güney Azerbaycan Millî Hükûmetinin kurulması, bir yıl sonra yenilmesi ve Fedailerin Muhammed Rıza Şah ordusu tarafından katledilmesiyle sonuçlanmıştır.
ABD’nin İran’daki varlığını kendi çıkarlarına uygun görmeyen SSCB, ülkede sağlanmış nispi özgürlüklerden yararlanan grupların, özellikle Türk ve Kürtlerin (bu hareket değil sadece kullanılmaya hazır çetelerden oluşan kesimlerdi) başlatmış oldukları halk hareketlerini desteklemeye başladı. Bu destek sonucu Güney Azerbaycan topraklarının bir kısmında Azerbaycan Millî Hükûmeti kuruldu. Diğer bir kısmında da Rusların Azerbaycanlılara baskısı sonucunda Kürt isyancılarca “Soğuk Bulak” bölgesinde Kürt hükûmeti kurulmuştur. Bunun temel nedeni ise Rus ordusunun İran’ın Kürt bölgesine girememesi olmuştur. Rus ordusu Kürt bölgesi olan Kasr-ı Şirin’e girmek istese de İngiltere ordusu tarafından geri püskürtülmüştur. Ruslar ABD’yi kendi denetim bölgelerinden uzak tutmak için Azerbaycan Millî Hükûmetini merkezî hükûmete karşı baskı aracı olarak kullanmışlardır. Bu konuda merkezî hâkimiyetin Başbakanı Kavam’ül-Seltene’nin desteğini aldıktan sonra Azerbaycan Millî Hükûmetinden desteklerini çekmişlerdir. Bu yüzden Azerbaycan’daki Türkler büyük bir katliama maruz kalmışlardır. ABD bu dönemde zaman ve mekânı kendi çıkarlarına göre değerlendirerek merkezî hâkimiyetin yanında yer almış, kendi faaliyet imkânlarını genişletmiştir.
ABD İran’ın iç dinamiklerini bilen tecrübeli elemanlara sahip olmakla birlikte ülkede birçok şeyin dolarla satın alınacağını da iyi anlıyordu. Ülkede iç dinamik olarak en etkin iki politik kesim bulunuyordu:
1. Toplum içinde etkin güce sahip ve 150 yılı aşkın bir süre içinde İngiltere ile sıkı ilişkide olan çoğunlukla güney kısımdan olan din adamları;
2.SSCB’nin etkisi altında olan işçi partileri;
ABD toplumsal sınıfları iyice değerlendirerek yeri boş görünen, dokunulmamış saha olan özel sektöre odaklanmıştır. İngiltere ve SSCB’ye oranla daha fazla demokratik ve cömert davranarak geniş kültürel faaliyetlere başlamış, sivil örgütlenmelere önem vermiştir. Kendi yatırımlarıyla ülkede büyük fabrikaların inşasına başlamış, kısa bir süre içinde ülkede kendi siyasal çıkarlarına uygun orta sınıfa dayalı iç dinamiklerini kurmuştur.
O dönemde ABD, Venezuela ile %50-%50 petrol antlaşması imzalamıştır. Bunun aksine İngiltere İran’la petrol antlaşmasını %17 ile imzalamıştır. İran’da petrolün millîleştirilmesi iddiası da buradan kaynaklanmıştır. Orta sınıfa dayalı Dr. Musaddık’ın önderliğinde Millî Cephe’nin ortaya çıkması ve siyasi alanda etkili olması, ABD’nin rakiplerine oranla daha adil ve demokratik davranması, bu ortamın oluşmasını sağlamıştır. İran Milli Meclisi, 1951 yılında İngiltere’den petrolün %50-%50 imzalanmasını kabul etmesini istemiştir. İngiltere bunu kabul etmeyince Milli Meclis, petrolün millîleştirildiğini ilan ederek Musaddık’ı başbakan yapmıştır. Fakat bu Millî Hükûmet 28 ay ayakta durabilmiştir.
ABD bir taraftan ülkeyi terk etmiş şahı yeniden ülkeye geri getirmeye çalışmış, diğer taraftan da kendi denetimindeki özel sektörün iç dinamiklerini oluşturan Millî Mezhebileri kollamıştır. O dönemde Millî Hükûmetin uzun müddet ayakta kalmasının imkânsız olduğunu anlayan ABD, şahın yeniden ülkeye getirilmesini sağlamaya çalışmıştır. ABD, bir taraftan İran petrolünün millîleştirilmesine destek verirken, diğer taraftan da rakibi İngiltere’ye üstünlük sağlamaya ve şahı ülkeye geri getirerek İran’da daha fazla imtiyaz elde etmeye çalışmış, bu konuda da başarılı olmuştur.
ABD hedeflerine kademe kademe ulaştıktan sonra 1952 yılı Kasım ayında yeni Cumhurbaşkanı olan Ayzınavır (Dwight Eisenhower) döneminde, İran’da darbe yapılması konusunda İngiltere ile anlaştı. Bu darbe anlaşması Çörçil tarafindan 1 Temmuz 1953 tarihinde, Ayzınavır tarafından ise 11 Temmuz’da imzalandı. Daha sonra Secret İntelligence Service (SIS), Military Intelligence (MI6) ve Central Intelligence Agency(CIA) iş birliği yaparak Millî Hükûmeti devirdiler. İran konusunda siyasi uzmanlardan “Niki Kedi” Musaddık hakkında haklı olarak şöyle söylüyor: “Musaddık’ı kahraman yapan temel faktör onun özel karizması değil, İngiltere ile ABD’nin siyasi çekişmesi olmuştur.”[2]
ABD, bu süreçte hem Muhammed Rıza Şah üzerinde etkisini artırdı hem İngiltere’nin darbe çağrısına onay vermekle onu yanında tutmayı başardı. Bu arada darbe sonrası Millî Mezhebilerin topyekûn infazını engelledi ve %40 pay aldığı İran petrolünün millîleştirilmesindeki rolüyle ülkede toplumsal tabanını güçlü konuma getirmiş oldu.
ABD’nin İran’da kısa bir süre içinde bu kadar başarılı olmasının sebeplerinin iyi anlaşılması için bir başka husus üzerinde de durmamız gerekiyor. Bu da ABD’nin Marşal (George Marshall) yardım paketidir. O dönem İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkeleri ABD’nin maddi ve manevi yardımına oldukça fazla ihtiyaç duyuyorlardı.
AB ülkelerinin ihtiyaç duydukları yardım paketi ABD’nin Dışişleri Bakanı Marşal’ın adı ile bilinen yardım planıydı. Bu plan 1947 yılında kabul edildi ve 1948 yılında ABD ile Avrupa ülkeleri arasında gerçekleşen “Avrupa İş Birliği ve Gelişme Teşkilatı” çerçevesinde Avrupa’ya 12 yıl boyunca yardım etti. Bu yardım paketinden en çok yararlanan ülke İngiltere olmuştur. Bu sayede İngiltere geçici de olsa ABD’nin İran üzerindeki faaliyetlerine göz yummuştur desek yanlış olmaz. Bu yardım paketi; Avrupa’nın büyümesine, gelişmesine ve hatta Avrupa Birliği’nin 50 yıl önce teşekkülüne katkıda bulunmuştur. Edvin Kombil’in tabiriyle “Yeni büyük bir varlığa hamile olan Avrupa’ya ABD profesyonel bir ebelik yapmıştır.”[3]
İran’da petrol araştırma, inceleme ve ihracat üzerine ilk antlaşma 1901 yılında 20 bin Sterlin karşılığında sultan Muzaffereddin Şah ile İngiltere temsilcisi William Knox D’Arcy arasında imzalanmıştır.[4] İran’da petrol bulunduktan sonra “D’Arcy Petrol Şirketi” 1908 yılından itibaren “Anglo-Persian Oil Company” (İngiliz-Pers Petrol Şirketi) olarak adlanmaya başlamıştır.[5]Bu şirket 1953 yılında petrolün millîleştirilmesinden sonra “British Petrol” BP olarak adını değiştirmiştir.
1921 yılı Şubat Darbesi’nden sonra Rıza Şah Pehlevi 1933 yılında bu şirketle petrol ihracatına dair anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre İran’ın bütün petrol ihracatından payı %17 olarak belirtilmiştir. Rıza Şah’ın 16 yıllık (1925-1941) saltanatı döneminde İran’ın petrolden elde ettiği gelir İngiltere’nin ikinci, üçüncü dereceli bankalarında Sterline değiştirilerek onun İngiltere’deki özel temsilcisine verilmiştir. Petrol geliri, bu temsilci tarafından Avrupa ve özellikle İsviçre bankalarında Rıza Şah’ın adına açılmış hesaplara aktarılmıştır. Rıza Şah’ın 16 yılda petrolden geliri 68 milyon Tümen (İran Para Birimi) olmuştur. Saltanatını müttefiklerin baskısıyla oğluna devrederken bu parayı da izinli olarak oğlunun özel hesabına devretmiştir.[6]
1953 yılı Temmuz Darbesi’nden ve petrolün millîleşmesinden sonra İran ve İngiltere petrol payları yarı yarıya paylaşılmıştır. Konsorsiyumla bağlanan antlaşmaya göre %40 İngiltere’nin BP şirketi, %40 ABD şirketleri, %14 BP’nin büyük oranda pay sahibi olduğu Shell şirketi ve %6 Fransa şirketi pay sahibi olmuştur. İngiltere kendi ortağı olan Shell şirketinin %16 payı ile toplamda %56 pay sahibi olarak darbeden sonra da İran petrol şirketinin temel yöneticisi olarak kalmıştır.[7]
Bu bölüşmeler 1979 yılı devrimine kadar devam etmiştir. Devrim sonrası ABD’ye ait bütün paylar diğer sahalarda olduğu gibi elinden alınmış ve BP’nin diğer ortak şirketleri arasında paylaştırılmıştır. Söylemek gerekiyor ki BP’nin son Petrol ve Gaz üzerine yaptığı araştırmaların sonuçlarına göre İran dünyanın en zengin gaz yataklarına ve ikinci büyük petrol yataklarına sahiptir.[8]
ABD darbeden sonra İran’ın özel sektöründen iç dinamik gibi yararlanarak istediği alanda hem SSCB’den hem de İngiltere’den daha başarılı ve verimli faaliyet göstermeyi başarmıştır. Ülkede kendi yatırımlarıyla açmış olduğu ana ve montaj sanayi fabrikalarını daha verimli kullanarak hem ülkede orta sınıfın teşekkülüne zemin hazırlamış hem de orta sınıfla bağlarını güçlendirmiştir. Kentleşmeden kenarda kalan köylüleri de bu sürece katmak için şahı “Beyaz Devrim” denilen toprak reformu yapmaya ikna etmiştir. 1963 yılında ülkede toprak ıslahatı başlatılmıştır. Bu toprak reformuyla ülke nüfusunun yaklaşık %70’ini oluşturan köylülerin özgür hâle gelmesine ve dolayısıyla kentlere göç etmelerine yol açmıştır. ABD bununla yakın ve uzak vadeli iki hedefe odaklanmıştır:
ABD bu süreçte sadece birinci amacına ulaşmıştır. Çünkü kentlere akın eden köylülerin kesin çoğunluğunu Fars dilini bilmeyen köylüler, özellikle Türkler oluşturuyordu. Çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bu urbanizasyon (şehirleşme, kentleşme) kurbanlarının kent hayatına alışmakları hayli zor olmuştur. Türk dilinin kesin yasak olması, Türklere yönelik düşmanca tavırların sergilenmesi, dil sorunlarının çözülememesi, kentleşme kurbanlarının adaptasyon sürecine katkıda bulunacak enstitülerin olmaması, olanların da sadece Fars dilini bilenlere yetecek kadar olması, o zaman diliminde istenilen sonuçları vermemiştir.
O dönem bir taraftan Türk düşmanlığının, diğer taraftan ülkedeki ekonomik, sosyal ve siyasal sorunların yaratmış olduğu muhalif halk kitleleri kurtuluş yolunu işçi partilerinde ve din adamlarında görüyorlardı. Bu iki kesim hâkim zümrenin aksine açık Türk düşmanlığı yapmıyor ve insanların kendi dillerinde konuşmasını sağlamakla cazip bir ortam oluşturuyorlardı. Nitekim kentlere yeni göç etmiş şehirleşme kurbanları kentlerde ya sol teşkilatlara katılıyor ya da din adamlarının yanında kalmayı tercih ediyorlardı.
ABD, ülkedeki Fars dilli olmayanlara, özellikle ülkenin çoğunluğunu oluşturan Türklere yönelik zorba ve diktacı tutumun ne kadar ağır sonuçlar doğuracağını anlıyordu. Buna göre de ülkede sosyal, siyasal ve özellikle millî zemindeki sorunların gerçekçi bir yaklaşımla giderilmesinin kaçınılmaz olduğunu görüyordu. ABD biliyordu ki ülke üzerinde denetim alanı oluşturmaya ve gerektiğinde ordu sevk etmeye bile imkân veren bu sömürgeci antlaşmayı akteden SSCB ile İngiltere’nin toplumsal tabanları, yani iç dinamikleri çözülmediği takdirde ülkede varlığını uzun süre koruyamayacaktı. Bu sebeple ABD, İngiltere ile SSCB’ye ayrıcalık tanıyan ve ABD’nin ülkedeki varlığını kabul etmeyen antlaşmanın ortadan kalkmasını istiyordu. Bu antlaşma ortadan kalkarsa SSCB ile İngiltere ABD ile eşit fırsat ve serbest rekabet ortamında baş edemeyeceklerdir. Nitekim ABD ülkede istediği ortamı sağlamak için kolları sıvadı. Cumhurbaşkanı Richard Milhous Nixon, 1970li yılların başından itibaren Muhammed Rıza Şah’ın karşısına çeşitli demokratik reform paketleri ile çıkmaya başladı. Mevcut siyası durumu eleştirerek “ Değişip Gelişmenin” kaçınılmaz olduğuna vurgu yapmaya ve Şah’ı buna ikna etmeye çalıştı. Şah, Türk milletinin millî talepleri hariç, diğer bazı konularda reform yapabileceğini düşünüyordu, ama ne kadar başarılı olacağından emin değildi. ABD’ye göre bu reformla hem “İran’ı Taksim Antlaşması” ortadan kalkacak hem kendi serbest faaliyet alanı genişleyecek hem de İran böyle bir sömürgecilik antlaşmasından kurtulmaktan memnun kalacaktı. Ama SSCB ile İngiltere’nin bu süreci sesiz sedasız izleyeceklerini düşünmek acemilik olurdu.
İngiltere kendi ile aynı istikamette yürüyen din adamlarını kullanarak “Ayetullah Ruhullah Humeyni’nin” liderliğindeki kitlevi itaatsizlikleri destekledi. Diğer yandan SSCB kendi iradesine tabi kıldığı sol teşkilatlarını daha fazla mücadeleye teşvik ve tahrik etmiştir. İran’ın bütün hayatında en hassas yere ve öneme sahip olan Tebriz kenti Pehlevi sülalesine muhalif tavrıyla biliniyordu. Nitekim eylemciler ilk kez kitlevi biçimde Tebriz’de yönetime baş kaldırdılar ve Şah’ın acemi reform siyasetini ezip geçmişlerdi. Bu kitlevi isyan 1978 yılının Şubat ayında gerçekleşmiştir.
Konuyla ilgili Mustafa Öztürk, Tayyar Arı’ya dayanarak şöyle diyor: ‘1963 olayları, toplumun bütün kesimlerinden Şah’a karşı bir hoşnutsuzluğun giderek büyümesine sebep oldu. Şah’ın Modernleşme-Batılaşma yolunda yaptığı reformları zorla uygulama eğilimi, bu hoşnutsuzluğu derinleştirdi. 1979’larda toplumun hemen her kesimi “Şah’ın gitmesi” noktasında birleşiyordu. Sağcı, Solcu, Komünist, Liberal, İşçi Köylü, Öğrenci, zengin, fakir herkes Şah’ın gitmesini istiyordu. Ulema, sadece halka dini bilgiler veren kimseler değil, aynı zamanda toplumu yönlendiren, idare eden insanlardı. Üstelik, ulemanın halk üzerinde çok büyük etkisi vardı. Toplumun diğer kesimleri, toplumsal bir hareketin ancak ulemanın önderliğinde mümkün olabileceğinin bilincindeydiler.[9]
Tebriz’in 1978 tarihli kitlevi isyanından bir yıl sonra Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ayetullah Ruhullah Humeyni Fransa’da SSCB, İngiltere, Fransa ve ABD temsilcilerinden oluşan bir toplantıya katıldıktan sonra basın toplantısı yaparak ülkeye dönmek istediğini açıklamış ve 1979 yılı Şubat’ında Tahran’a dönmüştür. Devrim başarıyla sonuçlanmıştır…
[1] Kronoloji bilgi için: F. Armaoğlu, a.g.e. 2. Cilt, s.190
Antlaşmanın metni için: Shapiro, “Seviet Treaty Series”, C. 1, s.340-341
[2]Geniş bilgi için: R. Cavadbeyli, henuz yayımlanmamış “İran Türklerini Kapsayan Tebriz Merkezli Türk Düşünce Sistemi” Ve “Kürtlerin Kökeni”, s. 239
[3] R. Cavadbeyli. “Dünden Bu güne Gerçek İran”, Devlet Dergisi, Yıl: 11, Sayı: 452, Mart / Nisan 2014
[4] Geniş bilgi için: R. Cavadbeyli, “Çağdaş Tarihimiz ve Millî Hareketimizin Mübarize ve Maksat Stratejisi”, Azerbaycan ve İran’da Türkçe siteler.
[5]“İran Neft Sanayisi”
http://www.nioc.ir/portal/home/?generaltext/97296/96775/18592/
[6]Geniş bilgi için: “The Great Famine and Genocide in Persia, 1917-1919 -1920”, Dr. Mahamed Macid, ABD, 2003.
[7]“İran Neft Sanayisi” http://www.nioc.ir/portal/home/?generaltext/97296/96775/18592/
[8]“Alalem Şebekesi” Haber Ajansı / Hordad 1392-Haziran 2013/
[9] Mustafa Öztürk, “1979 İran Devriminin Bölge ve Dünya Dengeleri Üzerindeki Tesirleri” başlıklı Makalesi, Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi’ tarafından yayımlanan Derginin 85 numaralı (4. cilt) özel sayısı, s.79,
Devlet Eski Bakanı Sn. Hasan Celal Güzel’in başkanlığını yaptığı YTSAM’ın 5000 bin sayfadan oluşan bu 6 ciltlik “Orta Doğu Özel Sayısı”nın İran’la ilgili 4. Cildi R. Cavadbeyli’nin koordinatörlüğünde çalışılmıştır.