Yükleniyor...
Klasik bir tabirle başlarsak çağımızda insan(!) olmak, hatta yaşamak zor zanaat. Kadın olarak yaşamaksa hepsinden daha zor zanaat. Peki dünyaya gelmemizde, aile seçimimizde, cinsiyet seçimimizde yetkili ol(a)madığımız bir doğada, bu doğal zanaati kim, nasıl zorlaştırıyor, hep birlikte bakalım mı? Öyle ya kadın ve erkek olarak yaratıldığımız şu dünyada erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğünün genel kanı haline gelmesinde ve bu kanının da toplumsal bir yaraya dönüşmesinde hepimizin bir rolü olmalı. Aile dediğimiz toplumun en küçük ve en temel yapısı bile her iki cinsiyetten de oluştuğuna göre, böylesi toplumsal bir sorundan sadece erkeği veya sadece kadını sorumlu tutmak haksızlıktır.
Kadının ve erkeğin toplum içindeki konumunun(anaerkillik ya da ataerkillik şeklinde de düşünülebilir) belirlenmesinde kültürel miras ve farklı kültürlerle etkileşim etkilidir denilebilir. Özellikle kültürel etkileşim sonucu edindiğimiz, aslında bize uygun olmayan davranış biçimleri, yanlışlığına bakılmaksızın nesilden nesile aktarılır. Yani bizden önceki nesil neyi doğru kabul ettiyse bize de o şekilde aktarmıştır.
İslamiyeti kabulümüzle başlayan Arap milleti ile yoğun etkileşimimiz şüphesiz kadının toplumdaki konumunu da olumsuz etkilemiştir. Zira Arap milleti ile Türk milletinin kadına verdiği değer arasındaki fark hepimizce malumdur. Kadının hiçbir demokratik hakka sahip olmadığı devirlerde bile Türk kadını hükümdarlığa varana kadar yöneticilik yapabiliyor, savaş meydanında erkekle birlikte savaşabiliyordu. Ana, babanın aile içinde çocuklar ve mülkiyet üzerindeki haklarının da eski Türklerde eşit olduğu biliniyor.(Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları kitabında “aile ahlakı” bölümü altında bu bilgiler yer alıyor. Ayrıca aynı bölümde “Türk feminizmi” maddesinde Gökalp, “Eski Türkler hem demokrat hem de feminist idiler” ifadesini kullanmış.)
Bu etkileşimden kaynaklanan olumsuz etkiyi, tarihi süreçleri takip ettiğimizde açıkça görmek mümkün. Türk tarihinde kadına verilen kıymetin Osmanlı’nın son zamanlarına doğru giderek azalması, bunun bir göstergesi sayılabilir. Kaybettiğimiz hakları, toplumdaki statümüzü Cumhuriyet ile birlikte geri kazansak da kadının değersizleştirildiği o süreç bizde yıkılması güç bazı kötü miraslar bıraktı. Bu geri plana itilme, pasifleştirilme, toplumdan dışlanma ve eve hapsedilme, zamanla toplumun da ister istemez kabullendiği -aksini düşün(e)mediği- bir durum haline gelmiş olacak ki nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar gelmiş şu sözler ortaya çıkmış:
“kızın mı var derdin var”, “kızını dövmeyen dizini döver”, “saçı uzun aklı kısa”, “kadın milletinin sırtından sopasını, karnından sıpasını eksik etmeyeceksin”, “kadın başına”, “elinin hamuruyla erkek işine karışma”…
Bir çırpıda aklıma gelenler bunlar. Yöreye göre okuyucular “şu da vardı” diye ekleme yapabilir.
Sadece sözler değil kavramlar da bu değişimden(yozlaşmadan desek daha doğru olur) nasibini almış elbette. Mesela namus kavramı. Bir genelleme yaparsak, toplumumuzda namus ile ilgili bir konudan bahsederken akla hemen kadının yaptığı yanlış bir hareket gelir. Ya da bir erkek karısını öldürdüğünde sebep ne olursa olsun gerine gerine “namusumu kurtardım” diyebilir. Daha acı bir örnek verelim; tecavüze uğrayan kadın kötüdür, namussuzdur, tecavüz eden ise “erkektir(!). Böyle bir olayda kızını vuran baba, ablasını vuran küçük kardeş ailenin namusunu korumuş olur. Tecavüzcününse kahraman ilan edildiği bile görülmüş şeydir! Gencecik kadınlar gençliğinin baharında öldüğüyle kalır. Bunun bir çarpıtma, yüzyıllardır süregelen yanlış ve yıkılması gereken tehlikeli bir algı olduğunu anlamak için “namus” kelimesinin Türk Dil Kurumu Sözlüğündeki anlamına bakalım:
Namus 1:Bir toplum içinde ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet
2: Dürüstlük, doğruluk
Görüldüğü gibi sözlükteki anlam kadının ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılığı demiyor, ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık diyor. Sözlükteki anlam net olsa da TDK bile yukarıda yaptığımız genellemeyi doğrular bir örnek vermiş “namus” kelimesinin birinci anlamı için:
“Fakat durup dururken, kendi yağıyla kavrulan bir genç kız namusuna bu kadar namussuzca iftira olur mu?” – Etem İzzet Benice
Bu çıkarımdan hareketle şöyle bir çözüm geliyor aklıma: namus kelimesi kadınla eşdeğer görülüyorsa ve bunun için en büyük tehdit namus düşmanı(!) erkeklerse, kız çocuklara utanmayı, saklanmayı, kaçmayı, suçlanmayı; erkek çocuklara ise utanmamayı, saldırmayı, suçlamayı öğretmek yerine, ayrım yapmaksızın tüm çocuklara namus kavramının doğru anlamını, cinsiyetlerinin değil, davranışlarının onlara değer katacağını öğretmekle başlayabiliriz mesela. Doğayı ve insanı sevmeyi, sevilmeyi, saygı duymayı, vicdanlı olmayı, sahiplenmek ve sahip olmak arasındaki farkı, “hayır”ın anlamını, sevdikleri insanların onların bir eşyası olmadığını, insanca yaşayabilmek için gerekli olabilecek yemek yapma, temizlik, ev işlerine katılımın bir ayıp olmadığını vs. gibi konularla listeyi uzatmak mümkün, fakat konuyu dağıtmamak adına biz burada bırakalım.
Yukarıda nesilden nesile aktarılan doğru bilinen bazı yanlışlardan bahsettik. Bu yanlışları düzeltebilmek için “dünün doğrusu bugünün yanlışı olabilir” düşüncesini zihinlerimizde yeşertmekle ve doğru bildiğimiz yanlışları sorgulamakla işe başlayabiliriz. Bu düşünce üzerinde ilerlersek basit bir örnekle fikrimizi somutlaştırmakta fayda var:
Bir kuşak öncesi nesilde erkekler, ev işi yaptıklarında ya da kendi evlatları ile ilgilendiklerinde hemcinsleri içinde(en acısı da kadınlar içinde bile) “kılıbık”, “hanım köylü” vb. etiketler ile yaftalanırken; kadının çalışma hayatına katılımının artması ile bu durum bu çağda normal, hatta olması gereken haline gelmiştir. Fakat yine de genel kanı değişmemiştir. Basılı olmayan, fakat toplum içinde önemli ölçüde kabul gören “erkekliğin kitabında” “erkek adam yemek yapmaz”, “erkek adam temizlik yapmaz”, “erkek adam çocuk bakmaz” gibi birçok basmakalıp cümle yer alır. Bu kitapta(!) yer alan buna benzer sözler ev işlerinde eşlerine yardım eden erkeklerin psikolojik şiddete maruz kalmasına yol açabilir. Bu maruziyetin etkisinden kurtulamayanlar ev işlerinden ve çocuklarından ellerini çekerler ve kitabı ezbere bilenlerden bir aferini hak ederler(!) Böylece erkekliğin kitabı, yaşam yükünü sadece kadının omuzlarına yıkan ve her haliyle toplumun zararına işleyen bir algılar bütünü haline gelir. Bu etkiye maruz kalmayan ya da kalıp da kulak tıkamayı başaranlar ise kadının yükünü omuzlayıp, hayatı her ikisi için ve tüm aile fertleri için daha yaşanabilir kılabilir.
Verdiğimiz örnekte olduğu gibi bir önceki kuşağın yaygın şekilde kabul ettiği doğrular, bu çağ için geçerli değildir. Eğer hala 1. genel kabulü savunanlar varsa ve bunu atalarımıza dayandırıyorlarsa biz de o zaman bir iki kuşak ötesine değil, çağlar ötesine gidip -kurşun işlemez zihniyetlerine fikrin işleyebileceği umuduyla- tarihimizde kadınların hükümdarlık yapabildiğini, ülke yönetiminde söz sahibi olduğunu, zarafetinin yanında savaş kabiliyetini, ailenin temel direği olduğunu vs. dilimiz döndüğünce anlatırız. Bu hatırlatma karşısında bu zihniyet temsilcilerinden şu cümleleri duymamız kaçınılmaz gibi: “saçı uzun aklı kısa”, “kadın başına bilmediğin işlere karışma”, “elinin hamuruyla bana ders mi vereceksin”…
Toplumda kadını ve erkeği yanlış yönlendiren bazı yazılmamış tehlikeli kurallardan ve bu kuralları sürekli besleyen deyim haline gelmiş kabullerden bahsettik. Bu kabullerin toplumu nasıl etkilediğini 3.sayfa haberlerini takip etmesek de sosyal medyada hemen hemen her gün görüyoruz. Bir şey yapmalıyız, hem de kadın erkek el birliği ile hiçbir ferdi ayırmadan, topyekûn. Bir zaman makinemiz yok. Bu yüzden çağlar ötesine gidip kadının altın çağını yaşadığı dönemlere dönemeyeceğimize göre; yaşadığımız çağın acı da olsa gerçeğini kabul edip bir an önce yanlış algılarımızı, kavramlarımızı değiştirmemiz gerekir.
Konu psikolojik ve sosyolojik bir analiz gerektirecek nitelikte derin olsa da bir kadın olarak gözümün gördüğünü, aklımın süzdüğünü dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Umarım zihinlerde bir kaç ışık yakmaya vesile olur.