Yükleniyor...
Ormanlar, okyanuslardan sonra ikinci büyük oksijen kaynağı. Kökünden yaprağına ekosistemde çok önemli rolleri var. Sincabından kelebeğine, bakterisinden, arısına; geyiğinden, irili ufaklı envaiçeşit böceğine kadar durup dinlenmeden çalışan doğa işçilerinin sığınağı, evi, yurdu… Ormanların ekosistemdeki önemli rolünün yanı sıra tüketim malzemesi anlamında da oldukça geniş kullanım alanı var.
İnsanlığın varoluşundan bu yana birçok amaç ile kesilip biçimlendirilen ormanların fertlerini, kâh üzerine oturduğumuz sandalye, kâh okuduğumuz bir kitap, kâh yazı yazdığımız bir kalem ya da sinirlendiğimizde hınçla çarpabildiğimiz bir kapı olarak görebiliyoruz.
Dünya nüfusunun hızla artması, plansız kentleşme, hızlı ve plansız sanayileşme gibi birbirine bağlı gelişmeler, ormanların bu hayati fonksiyonlarından öte kapladığı alanın da kullanılabileceği düşüncesini doğurdu şüphesiz. Kesildiğinde kütüğü, yok olduğunda arazisi kıymetlenen ormanlar, kapitalizmin her yerimizi sardığı bir dünyada paraya/ranta eşdeğer görülmeye başlandı. Öngörülü müteahhitlerin, “abi var ya, burası yakında nasıl değerlenir biliyor musun?” diye girdikleri muhabbetlerin sonu nerelere çıktı tahmin etmek zor değil.
Şehirlerdeki nüfus arttıkça böyle böyle değerlendi bu dağlar, tepeler(!)… Hadi biraz daha açalım: Şehirler gitgide kalabalıklaşıp, havası, suyu, toprağı kirlenince, insanlar “şehrin kalabalığından uzak, doğa ile iç içe” yerlere gitme ihtiyacı hissetti. Bu ihtiyaç, inşaat firmaları için önemli bir fırsattı. Derhal ormana yakın, hatta ormanla iç içe doğal yaşam alanları oluşturulmalıydı. Seçkin, ayrıcalıklı, doğa manzaralı yeni yaşam alanları büyük büyük kampanyalarla tanıtıldı. Kapış kapış da satıldı. Sonra ne mi oldu? Hepimizin bildiği gibi “çamlı tepeler”, hızla “çamlı rezidanslar”a dönüştü. Ülke genelinde gittikçe kalabalıklaşan, hemen hemen tüm şehirlerde adı anıldıkça insanın içini ferahlatan tüm tepeler, “doğayla iç içe”, “orman manzaralı” lüks yaşam alanlarına dönüştü: Çamköy Sitesi, Kayın Rezidans, Gürgen Blokları… Hep birlikte kirlettiğimiz şehirlerden imkânı olanlar hızlıca bu yaşam alanlarına doğru kaçarken, yerleşim alanları da gitgide ormanların varlığını tehdit eder hale geldi.
Anlatmaya çalıştığım kentleşme ile ortaya çıkan sonuçlar, orman kaybımızın sadece bir yüzüydü. Bir de ormanla iç içe deniz manzaralı otel meselesi var ki, bu da en az onun kadar kötü. Uzun yıllardır ülkemizin güzide kıyılarında, geniş ormanlarında, ne hikmetse bir otellik yangınlar çıkıyor! Ne acıdır ki, bu sene Muğla’da bir orman yangını haberi duysak, seneye o yerde bilmem kaç kişi kapasiteli lüks otel yapıldığı haberini duymamız şaşırtmıyor bile hiçbirimizi. Yani en azından çoğumuzu…
Sadece kentleşme için mi ormanlarımızı yok ettik? Hayır, tabii ki… İşin bir de maden tarafı var. Karayoluyla seyahat ettiğinizde birçok yerde zirveleri tıraşlanmış, yarısına kadar taraçalandırılmış, delik deşik birçok dağ, tepe görmeniz mümkün. İrili ufaklı maden projeleri pek gündem oluşturmaz, fakat Kaz Dağları ya da nokta atışı tanımlamak gerekirse Kirazlı*, öyle böyle değildi. Burada altın aramak amacıyla yapılan talan hepimizce malum. Yine genelleme yaptım, düzeltiyorum: en azından çoğumuzca…
Çanakkale Belediyesi’nin drone görüntüleriyle ortaya çıkmıştı büyük kıyım. Bu görüntüler ve uydu görüntülerinde, zengin bir ekosisteme sahip Kirazlı’da on binlerce ağacın kesildiği açıkça görülebiliyor. Eski ve yeni fotoğrafları yan yana koyduğumuzda karşımıza içler acısı bir manzara çıkıyor. Peki, Kirazlı’daki bu katliamdan kim sorumlu? Kanadalı Alamos Gold firması! Firmanın Doğu Biga kolunun Türk yetkilisi Ahmet Şentürk, Mart ayında verdiği bir röportajda toplum vicdanını rahatsız eden açıklamalarda bulunmuştu. Şentürk’ün yaptığı açıklama, Türkiye’nin maden rezervinin yabancı sermayedarların iştahını nasıl kabarttığını da gösteriyor. Şentürk, Çanakkale Belediyesi’nin yayımladığı hava çekimlerinde görülen manzaranın sosyal bir tepkiye yol açtığını, arama faaliyetlerini bu durumu açıklamak için durdurduklarını söylemiş, şöyle devam etmişti: “Ben bir maden profesyoneliyim. Bu manzaraya baktığımda adamlar inşaata başlamış derim. Eğer sıradan bir vatandaş olsaydım ben de tepki gösterirdim.” (Sonradan arama faaliyetlerinin ruhsat uzatma işlemlerinden dolayı durdurulduğu açıklandı).
Sadece bununla da kalmayıp, alanın ruhsatının altmış yıllığına kendilerine verildiğini, bu iş için otuz yıl beklediklerini, üç-beş ay daha bekleyebileceklerini aktardı. Su ve vicdan nöbetine saygı duyduğunu belirten Şentürk, kendilerini halka doğru ifade edemediklerini söyledi. Bu sözler kamuoyunda tepkiye yol açtı.
Bizler, birer maden profesyoneli değil, vatandaşlar olarak konuya Ahmet Bey gibi yaklaşamıyoruz. Bu konuda şirket yetkililerine şu şekilde seslenmek isteriz:
Bizim toprağımızın altı da, üstü de değerlidir. Değil dağlarımız, derelerimiz, ormanlarımız, tek bir ağacımız bile kimsenin, hele ki yabancı sermayedarların ticari hırslarına kurban edilemez. Bu anlayış er geç topraklarımızda hâkim olacaktır. Binlerce yıldır yetişmiş orman varlıklarımızın, oksijen kaynaklarımızın, yani akciğerlerimizin katledilmesine müsaade edilemez. Hatırlatmak isteriz ki, atalar sözünde şöyle denir: “Yaş kesen, baş keser!”
İlgili röportaja aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:
Bir de Rize’ye bakalım. Bu kez fail yerli fakat millî midir şüpheliyim. Vakti zamanında millete galiz küfürler eden, son yıllarda yapılan tüm büyük projelerin yüklenicisi bir şirket desem… Yeterince ipucu verdim sanıyorum.
Karadeniz’in birçok yerinde yapılan protestoları zaman zaman duyarız. Yıllardır bu bölgede gürül gürül akan tüm dereler, HES’lerin elinde mahvoldu. Vatandaşın tepkisi bunaydı. Bazı davalar kazanıldı, bazılarına ise engel olunamadı. Bu süreçte Karadeniz epey tahribata uğradı. Bu kez çıkan sesler, HES’ler için değildi. Cengiz İnşaat tarafından yapılması planlanan taş ocağı içindi. İnsanlar, Türk bayrakları astıkları protesto alanında kepçelerin çalışmasını durdurmak için mücadele ettiler.
Proje alanının çoğu orman, bir kısmı ise şahıs arazisi. İnsanın doğduğu toprakta, elleriyle diktiği ağaçları, suyunu, tarlasını, geçimini sağladığı arıcılık için gerekli olan bitki örtüsünü korumak adına mücadele etmesi gayet doğal bir refleks. Burada çoğu şey, belli ki yine vatandaşla birlikte değil, vatandaşa rağmen yapılıyor. İşin kötü taraflarından biri de, vatandaş yine polisi ve askeriyle karşı karşıya getiriliyor. En son 1 Mayıs’ta kepçeler çalışmaya başlarken vatandaşlar kendilerini ağaçlara zincirlemişti. Bunun üzerine gözaltına alındılar.
Bu olaylar üzerinde düşündüğümde, kısa vadeli kâr amaçları ile milyarlarca yılda oluşmuş ekosistemin hunharca katledildiği sonucuna varıyorum ve sonuçlarından ülkem adına endişe duyuyorum. Klasiktir, klişedir fakat derin anlam yüklüdür, Kızılderili reisine ait olduğu söylenen şu sözler, yâd etmeden geçemiyorum:
“Beyaz adam, annesi olan toprağa ve kardeşi gökyüzüne, alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulamaz. Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!”
Su gibi aziz olunuz.
*Çanakkale’deki bu bölgeden bahsedilirken, yapılan işi savunanların ilk savı, bölgenin Kaz Dağları’nda olmadığı, kırk kilometre uzaklıkta Kirazlı’da olduğu. Kirazlı ya da Kaz Dağları ne dersek diyelim, yukarıdaki manzara değişmiyor.