Yükleniyor...
Edebiyatın medeniyeti doğurduğunu göstermek için edebiyat yapmak gerekmiyor.
Sosyoloji ve psikolojide geçen asrın son çeyreğinden itibaren yükselmeye başlayan bir görüş var. Adı sosyobiyoloji. Evrim psikolojisi de deniyor. Bizim bunu anlamamız çok kolay, çünkü kültürümüzdeki “fıtrat” kavramının aynı gibi.
Sosyobiyoloji, toplumların birçok özellik ve davranışının, birçok kurumunun aslında insanın fıtratından kaynaklandığını gösterdi. Toplumların kurumları ve davranışlarından kültür önemliydi ama kültürle birlikte genetik de önemliydi. Kültürü belirleyen etkilerden biri ve en önemlisi insanın genetiğiydi zaten. İsterseniz fıtratı deyin… Bu yüzden dünyanın hemen her yerinde insanlar, ahlâk gibi, din gibi, aile hayatı gibi hususlarda bir birine pek yakın davranışlar gösteriyordu.
Genetiğin önemi ortaya çıkınca sorular ve araştırmalar da oraya yöneldi. Sosyolojide ilkel toplumların davranışı, çağdaş toplumun davranışlarını çözmek için eskiden beri önemliydi. Afrika’da, Pasifik adalarında hâlâ izole kabileler varken sosyologlar araştırma yapmak için oralara üşüşürdü. Bugün öyle toplumlar bulmak imkânsız gibi.
Sosyobiyoloji ile birlikte araştırma ilkel toplumlardan da eskiye, insan öncesi zamanlara uzandı. Öyle ya. Madem genetiğin topluma etkisi önemliydi, genetik akrabalarımıza, meselâ şempanzelerin toplumlarını da incelemeliydik. Hem benzerlikleri hem farkları görmeliydik. Sosyoloji ve psikolojideki bu gelişmeler siyaset bilimci Fukuyama’yı son eserlerinden birine şu başlığı koymaya sevk etti: Siyasi Düzenin Kökenleri – İnsan Öncesi Zamanlardan Fransız İhtilali’ne. Araştırmaya insan öncesinden başlamaya!…
Toplumu toplum yapan nedir? Toplumu bir arda tutan nedir? Şempanzeler, sohbet edemiyorlar. Onun yerine birbirinin üstünü başını temizleyip düzeltiyor, tımar ediyorlar… Bu onların sosyal münasebeti ve bu sınırlı sosyal münasebet ancak kendisi kadar sınırlı toplumları ayakta tutabiliyor: genellikle 50-60’lık gruplar. En çok 100- 150’ye çıkıyor fakat birlikte avlanma gibi daha ciddî işlere kalkışıldığında sayı 5-15 kişiye düşüyor. Tımarla ancak bu kadar…
İnsan hem çok farklı hem değil. İnsanlar birbirini tımar etmiyor ama onları bağlayabilen başka bir unsur var: Lisan. Ve en küçük insan grupları tımar işini lisanla yapıyor. Sohbetle. Bu sohbetin de çoğu zaman dedikodu şeklinde vuku bulduğu belirlenmiş. En küçük insan cemiyetlerini bir arada tutan şey dedikodu… Dedikodu deyince edebiyatın ayak seslerini duyar gibi olduysanız, haklısınız.
Şu Hayatta Kaç Arkadaş Lazım? Bu bir kitap başlığı. Hayatını bu soruya ve evrimin sonuçlarını araştırmaya vakfetmiş bir bilim adamının, Robin Dunbar’ın kitabı. Başlık şöyle devam ediyor: Dunbar Sayısı ve Diğer Evrimsel Acayiplikler. Dunbar sayısı az önce verdiğimiz 150 rakamı. Tımar gibi dedikodu da ancak 150 kişiyi bir arada tutabiliyor. İşte göçebe kültürlerde, kabileden küçük, Türkçe’de sop dediğimiz, hani şu “soy-sop”taki sop, 7. asır Arapçası’nda da “kavim” denilen, kabileden küçük toplum biriminin boyu bu. 150 kişi…
Dunbar sayısının sırrı ne? Bir hesaplayın. 10 kişilik bir topluluktan 45 ikili ilişki vardır. Kim, kimin nesidir? Bu sayıda ilişkiyi akılda tutmak çok zor değildir. Fakat sayı büyüdükçe ilişki sayısı neredeyse sayının karesi kadar büyür. Araştırmalar, sosyal ilişkileri akılda tutmakta kadınların erkeklerden daha başarılı olduğunu gösteriyor fakat kim ne kadar başarılı olursa olsun, 150 kişilik bir toplulukta ikili ilişki sayısı 11 100’dür ve bu artık insan algısını aşar. O insanlar ve o insanların ilişkileri yabancılaşmaya başlıyor.
Son yıllarda çok popüler olan Yuval Noah Harari’nin 2015’te yayınlanan Sapiens eseri de Dunbar sayısından yola çıkarak şu tahlilleri yapıyor:
Fakat 150 bireylik eşik aşıldığında artık işler eskisi gibi yürümez. Binlerce askeri olan bir tümeni bir takım gibi yürütemezsiniz. Başarılı aile şirketleri büyüyüp daha fazla insan çalıştırır hâle gelince genellikle kriz çıkar. Kendilerini yeniden icat edemezlerse batarlar.
Peki Homo Sapiens bu kritik eşiği aşmayı nasıl başardı? Nasıl oldu da on binlerce insanın yaşadığı şehirleri ve sonra da yüz milyonluk imparatorluklar kurabildi? İşin sırrı, galiba, edebiyatın doğuşudur. Çok sayıda yabancı ortak mitlere inanarak başarıyla iş birliği yapabilir.[1]
Sosyobiyolojiden, Dunbar’dan ve Dunbar’ın sihirli sayılarından önce de medeniyet için edebiyat gerektiği belliydi. Sosyobiyoloji ancak bu gerçeği bir daha gözlerimizin önüne serdi ve perçinledi.
Medeniyet bir milletin varlığıyla mümkündür. Millet ise ancak edebiyatla doğup ayakta durabilir. Millet teorisyeni sosyolog Gellner, milleti yaratan en önemli unsur, “ortak yüksek kültür”dür der. Bundan kastettiği de dille taşınan kültürdür, yufka, tarhana, folklor değil. Bakın şu ifade de Gellner’in: Dil, kültürün bir unsuru değildir; dil kültürdür! Gellner’in ortak yüksek kültür dediği Dunbar’ın 150 kişisinin konuştuğu, bir mahallenin, bir obanın lehçesi değil, milyonların konuştuğu millî dildir ki bu da ancak sözlü veya yazılı edebiyatla mümkündür.
Sosyolojide milleti inceleyen bir başka sosyolog, Etnosembolizm denilen ekolün kurucusu Anthony Smith’tir. Smith, milletleri yaratan şey, tarihin derinliklerinden bugüne gelen ortak dildir, fakat asıl, o ortak dille taşınan mitler, destanlar ve hikâyelerdir diyor.
Dilin milleti, milletin devleti ve devletin de dönüp, millî eğitim vasıtasıyla tekrar dili nasıl yükselttiğini başka yerde ele almıştım[2].
Edebiyatın milleti yaratmasına başka yazarlar da şahittir. Sosyolog ve tarihçi, Hayal Edilen Toplumlar müellifi, Marksist İrlanda milliyetçisi Benedict Anderson, milletlerin “basın kapitalizmi” sayesinde teşekkül ettiğini söyler. Basın kapitalizmi ise haber ve edebiyatın taşıyıcısı olduğu için bu etkiyi gösterir. İnsanlar artık kendilerine kolayca ulaşan gazete, dergi ve kitapları okuyarak, köy ve kasabalarının dışında, daha geniş bir dünyanın; ortak bir medeniyetlerinin bulunduğu şuuruna ulaşıyorlar. İşte bu ortak medeniyet, edebiyatın yarattığı milliyet hissinden başka bir şey değildir.
Ernest Renan, bizim Balkan hezimetimizden sonra, Türkler eski vatanlarını geri alacak diye endişelenmeyin diyordu, çünkü:
Bir devleti kurtaran kuvvet manevi bir uyanıştır. Bu milli ve romantik bir edebiyat demektir. Türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. Türk romantikleri hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? Türkiye’de öyle bir şey yoktur. Türk edebiyatı sükûnet ve tasvir edebiyatıdır.
Atatürk de 1918’de yayımlanan Zabit ve Kumandanla Hasbihal kitabında, Bulgar Kralı’nın yayınladığı bir genelgeden bahseder. Genelgede, Meriç’in batısında mevzilenen 38’inci Bulgar Piyade Alayı’na kral, “Senin adın Edirne’dir!” diye seslenmektedir. Atatürk, bu söylemin bizim tarafta yokluğundan şikâyetçidir.
Renan’ın ve Atatürk’ün işaret ettiği edebiyat yokluğunu Yahya Kemal, Yahya Kemalce, daha derinden anlatır:
Kalbi olanların dili yok; dili olanların kalbi yok Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu; bu devir bir taraftan ağrılarıyle, sızılarıyle, acılarıyle, ölümleriyle, mâtemleriyle, hasretleriyle, bir taraftan da atılışlariyle, isyanlariyle, ümidleriyle, emelleriyle, hârikalarıyle o kadar feyyaz bir devirdir. Büyük millet şerefli zamanlarındaki lisanını Yunus Emre ve Süleyman Çelebi gibi, Fuzulî, Bakî gibi, Nef’î ve Nedîm gibi, saz şairleri gibi öz oğullarına emanet etmişti… O şâirler öldüler. Milletten emanet aldıkları lisânı keşke berâber götürselerdi, götürmediler; kâtiplere terkettiler.
Bu satırları yazdığım masanın üstünde üç kitap duruyor… biri de Muhâcirîn Müdüriyyet-i Umumiyyesi’nin son günlerde neşr ettiği siyah kaplı bir kitap… Elime alıp okudukça, gözlerim ateş karşısındaki gibi hârelendi. Kaç defa elimden bıraktım… Nihayet sonuna kadar, bir acı ilacı içer gibi okudum. Bu siyah kitabın lisanı bu nama lâyık bile değil, çetele gibi âdî bir tarif vasıtası, lâkin içindeki bu âdî vasıtayla, derme çatma bir kılıkta tasvir edilmiş bir âlem var ki bütün bir devrin şiirini, nesrini, musikisini, resmini canlandırabilir. Hem de zannedersem bu siyah ciltte bu milletin yalnız bir kısım ağrıları var… [3]
… düşündüm ki bu siyah kitabın sahîfeleri gibi nice sahîfeler okudum ki zâikam reddetmedi, bilâkis acılıklarının tadına doyamadım. O sergüzeştler bir değil, dâimâ mâbaatli, bin cild olsaydılar bırakamazdım, o kadar lezzetliydiler, hâlâ da tadları damağımdadır. Dostoyevski nâmında bir Rus’un, bu siyah kitap kadar siyah bir kitabını okudumdu; içinde vücutları ve kalbleri ağrıyanlar, benim kanımdan, dînimden, dilimden değildiler, bir zaman o Rus’un kitabında görüp de sevdiğim ve acıdığım o insanlara kendi milletimden daha yakınım…[4]
Bu satırları okuduktan sonra “Duydumsa da zevk almadım Islav kederinden” mısraının bir şair yalanı olduğun anlıyorsunuz. Hoşgörülür bir yalan. ..
Yahya Kemal başka yerlerde de şikâyetini sürdürür:
Açtığın ülkede, yoktan yaratış kudretini,
Azminin kurduğu yüzlerce şehirden fazla,
İri firuzeye benzer nice gök kubbeyle,
Dehre aksettiriyor, gerçi, büyük mimari;
Bu eserler seni göstermeğe kafi diyemem.
Şi’ re aksettirebilseydin eğer, dinlerdin,
Yüz fetih şi‘ri, okundukça, çelik tellerden.
Resm’e aksettirebilseydin eğer, ömrünce,
Ebedi cedleri karşında görürdün, canlı.
Gönlüm isterdi ki mazini dirilten san’at,
Sana tarihini her lahza hayal ettirsin .
Evet. Medeniyet edebiyattır. Dil ve edebiyat kültürün unsurları değil kültürün ta kendisidir. Yetik Ozan’ın dediği gibi:
Yüce surları ören taş değil, düşüncedir.
Kişiye uzluk veren, yaş değil, düşüncedir.
Suç onun eseridir, yasa onun eseri;
Darağacına giden baş değil, düşüncedir.
Düşüncenin medeniyete dönüşmesi, ilk defa rahmetli Samiha Ayverdi Hanımefendi’den okuduğum bir anekdotta ne güzel anlatılır… Üç işçi taş kırmaktadır. Ne yapıyorsun sorusuna sırayla şu cevapları verirler:
– Görmüyor musun taş kırıyorum!
– Temel taşını yontuyorum.
– Katedral inşa ediyorum!
Dil- millet- devlet helezonu yükselirken oraya çıkan ortak yüksek kültüre medeniyet diyoruz. Edebiyatsız dil, dilsiz millet, milletsiz devlet ve devletsiz medeniyet olmuyor. Bunlar ya birlikte yükseliyor, ya da birlikte çöküyor.
[1] Yuval Noah Harari, Sapiens, Signal/Random House 2014, s. 58, 59.
[2] İskender Öksüz, Millet ve Milliyetçilik, Panama Yayıncılık, 2016, s. 308 ve Bilim, Din ve Türkçülük, Panama Yayıncılık, 2018, s. 292.
[3] “Kalble Dil”, Dergâh, 16 Mayıs 1337 (1921). “Edebiyata Dair”, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 2. Baskı (1984), s. 151, 152.
[4] Aynı kitapta “Acıların Tadı”, s. 155.