Yükleniyor...
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimine en geç bir buçuk yıl kaldı ve bundan sonraki gündemin hep ilk sırasında olacak. Cumhur ittifakının (doğal) adayı belli. Millet ittifakının Cumhurbaşkanı adayının kim olacağından önce; adayda olması gereken özellikler sıralanıyor. Adayın isminden önce ortaklığın ilkeleri ve demokrasi programı ortaya konulmalı deniyor. Durum bir yönüyle peşreve, ısınmaya, nabız yoklamaya benzerken diğer yönüyle de muhtemel adayın kim olacağı konusuna bir giriş, tanıtım, olgunlaştırma; bir örtülü işaret. Genel arzunun da ifadesi olarak okunabilir.
Cumhurbaşkanı adayında olması gereken bazı özellikler sıralandı. Aslında düzinelerle özellik sıralanabilir. Dünyadaki gelmiş-geçmiş devlet adamlarından, askerlerden, siyasetçilerden ve özellikle kendi tarihimizden, kültürümüzden, Türk milleti içinden çıkmış önderlerdeki baskın ve belirgin özellikler sıralanıp bunlar arasından seçilecek özellikler de sıralanabilir. Tüm bu özellikleri şahsında toplamış insanımız da çok. Birçok milletlere göre bu alanda çok zenginiz. İnsanüstü özellikler taşıyan, sanal önder arayışlarına ve takımlarına da ihtiyacımız yok.
Peki günümüzde cumhurbaşkanlığı adaylığı arayışındaki bu kısırlık neden? Mevcut siyasi atmosferin ve kilitlenmenin ortaya çıkardığı bir durum mu? Siyasetin örtülü olarak kişiselleştirilmesi mi? Sorunu böylesi liderler ve takımlar çıkaramayan toplumda mı, toplumu bu duruma getiren liderler ve onların takımlarında mı aramalı? Zihniyette ve ideolojide mi, sistemde mi aramalı? Yoksa daha başka sebeplere ve bunların ortak etkilerine mi bakmalı? Retorik olarak hepsi ve daha fazlası ifade edilebilir. Ayrı ayrı hiçbiri sorunumuzun çözümüne katkı sağlamaz.
Siyasal, ekonomik, sosyolojik gerçekliklerin yanında dış dünyayla ilgili gerçeklikler var. Birçokları yönetilebilir, bazıları Türkiye’nin müzmin baş ağrıları olmaya devam edecek. Gerçeklikler üzerinden inşa edilecek; kabul edilebilir, uygulanabilir, farklı düzey ve oranlarda da olsa Türk milletinin büyük çoğunluğunca desteklenebilir bir siyasete ihtiyaç var. Mevcut sistemde cumhurbaşkanının seçilmesinde ilk turda %50+1 oy oranı mecburiyeti, beklenmeyen gelişmelere yol açtı ve yeni sorunlar ortaya çıktı. Oy potansiyeli %0.5 olanlar ile bölücülerin, bozguncuların oy potansiyeli de denklemde önem kazandı.
Türkiye’nin bu sıkışmışlıklardan çıkmasında katalizör olacak bir cumhurbaşkanı adayına ve bu adayı belirleyecek toplumsal iradeye ve bu iradeyi temsilen aday belirleyecek siyasilere ihtiyaç var. Ve bu aday, seçilmesi durumunda geçici bir dönemde tarihi bir misyonu yerine getirecek ve haklı olarak “devlet adamı” vasfı ve unvanını da alacak biri olmalı.
Geçmişimizde ve günümüzdeki siyasi liderlerin aynı konu üzerine farklı zamanlarda ve farklı ortamlardaki birbiriyle çelişen ve birbirini yalanlayan ifadeleri, tavırları; anlayış vurguları, yazı, resim ve videolarla sosyal medyada dolaşımda.
Siyasetçinin esnek ve fırsatçı olması siyasetin özelliklerindendir ancak fırsatçılıkla ilkesizliği karıştırmamak gerekir.
Birilerinin diğerlerine açıkça, meydanlarda bağıra çağıra, kısık gözlerle söyledikleri, burada tekrar edemeyeceğimiz sıfatlarla hakaret etmeleri… sonra bir araya gelmeleri… ve bunu “ülkenin, milletin, devletin, millî ve manevi değerlerin, halkın, demokrasinin çıkarları ve bekası gereği olarak…’’ yaptıklarını söylemeleri. Bunlara internet ortamından sayısız örnek bulunabilir.
Bir liderin bir konunun aynı yönüyle ilgili, birbiriyle tamamen çelişen beyanlarını bulup çıkarmak arama motorlarında sadece birkaç dakikamızı alabilir.
Bu videoları dinlerken insan ne düşünür? Ne hisseder? Siyasete ve siyasetçiye ne kadar güvenir, ciddiye alır, ümit bağlar, sözcülüğünü yapar? Ve neden yapar? Her insan gibi lider yanılabilir, yanlış yapabilir, hata yapabilir; günün şartlarını ve içinde bulunulan durumu öyle okumuş ve değerlendirmiş olabilir ve hatta durumu anlayıp kavrasa bile siyasi olarak farklı davranmış da olabilir. Bunlar siyasetin doğasında olan ve toplumca da bir ölçüye kadar tolere edilebilen durumlar… Ya yalan söylüyorsa? Hata, yanlış, yanılgı, bir konuyu abartma veya önemsizleştirme hoş görülebilir ancak yalan söylemek başka bir şey!..
Evet onlarca düzine liderlik ve devlet adamlığı özelliklerinden birisi olan “yalan söylememek” listenin en başında olmalı… “Yalan söylememek” listenin başında olunca da özellikler listesini istediğiniz kadar kısaltın buna uygun bir tane siyasi lider ismi çıkaramazsınız. Ya da yalan söylemeyen siyasetçi bulunur ama diğer kriterleri karşılamaz. O hâlde? “Yalan söylemek siyasetin doğasındandır.” mı demek gerekiyor?
Uzun süredir toplumun farklı kesimlerinde süren çok yönlü tartışmalardan söz edecek değiliz. Konu açılmışken biz bir başka ortak arzumuzu ifade etmek isteriz.
Adayın, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu iradesine, felsefesine, mevcut Anayasada ifade edilen Türk kimliğine ve demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti ilkelerine bağlı olması zaten temeldir. Diğer özellikler bu temel üzerinde bir anlam ve değer ifade eder.
Toplumsal gerilimi absorbe edecek, patlamaları, çatlamaları önleyecek ve yumuşak bir geçişi nezaketle ve zerafetle, erdemle ve sağduyuyla sağlayacak gerçek bir kişiden söz ediyoruz. Siyasette böyle kişilere ve kişiliklere alan açılmasının zor olduğunu; bu kişilerin tüm hedeflerinin kendilerine alan açma olmadığını da biliyoruz. Ancak bazen bazı dönemlerde toplumun genel arzusu ve iradesi böyle insanları ortaya çıkarır ve o insanlar da işlevlerini, görev ve sorumluluklarını yerine getirirler.
Netice itibariyle siyasetin çarklarında sıkışmış ve “ya hep ya hiç” durumunda kalmış siyasetçiler için de bu bir çıkış ve tekrar sağlam ve düzgün bir siyaset zemininde hareket etme imkanı sağlayabilir. Toplum ve siyaset için de kendisiyle hesaplaşma süreci yaratır.
Böylesi bir aday var mı? Var! Epeyce var. Ancak iki yıla yakın bir süredir birçok kamuoyu araştırmalarında hep öne çıkan biri var. Bu durum aslında siyasi gerçeklik yanında sosyolojik bir gerçekliği ve toplumsal arzuyu da ortaya koymuyor mu?
Bilimsel olarak, hiç bir sistem tüm potansiyeli ile kullanılmadan, uygulanıp işletilmeden yeterli veya yetersiz olarak değerlendirilemez. Peki potansiyel nasıl değerlendirilir ve potansiyeli kısıtlayan bileşenler (faktörler) nelerdir ve nasıl giderilir? Ayrıca sistemlerin potansiyelinin tamamen kullanıldığı örnekler de çok azdır. Bundan dolayıdır ki uygulanabildiği kadarıyla Türkiye’deki yönetim biçiminde sistem tartışmaları yapılageldi.
Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık da öyle Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem de öyle. Eski sistem tam potansiyeli ile kullanılamadı. Çözüm olarak şimdiki Cumhurbaşkanlığı Hükûmet sistemine geçildi. Ancak eskisinden daha iyi olmadığı yaygın kanaat. Eskisi aranır oldu. Eskisi gözden geçirilerek tekrar Güçlendirilmiş Başbakanlık ve Parlamenter Sistem ihdas edilmeli görüşüne biz de katılıyoruz.
Tarihi olarak, kültürümüzde, örfümüzde ve sosyal yapımızda, isimleri farklı olsa da, başkanlığın da başbakanlığın da güçlü ve derin izleri ve örnekleri vardır. Doğrudur. Ancak iyi işlemediği dramatik ve trajedik örnekler de vardır.
Konunun bir diğer ana bileşeni de sistem ne olursa olsun onu işletecek olanın, kişiler, kurumlar ve demokrasi kültürü olduğudur. Ortada bir Atatürk ve arkadaşları yoksa sistemin daha iyi olacağının garantisi nelerdir? Aslında Türkiye’de genel olarak bir demokrasi kültürü altyapısı vardır. Tüm bu arayışlar da bu kültürel olgunluğun belirtileridir.
Sistemi insanlar kurar, insanlar işletir ve geliştirir. İnsanları toplumlar yetiştirir. Toplumda böyle bir ortamın olması gerekir. İyi sistemi kötü operatörler (liderler, takımlar, siyaset, iktidar ve hatta muhalefet…) sıkıntıya sokar, yıpratır. İyi operatörler kötü sistemi bile belli düzeyde çalıştırabilir. Kısaca sorun tek boyutlu değil. Toplumsal gelişme ve ortamın da iyi olması gerekir. Her belirleyici faktör iyi ve uygun, sadece sistem sorunu varsa ; sistem konusu da düşünülebilir, arayışlara gidilebilir. Türkiye’nin yanılgısı sorunu sadece sistem yetersizliğine bağlamak oldu. Sorunu eskide görüp sistemi değiştirdik ama yeni sistemin de eskisini aratır olduğuna tanıklık ettik. Kimi bunu kişiye bağlıyor kimi sisteme bağlıyor. Ancak çoğulculuğun ve açık istişarenin önemi ve gerekliliği bir kere daha ortaya çıktı (başta TBMM olmak üzere).
Ancak dünyanın hiçbir ülkesinde mükemmel çalışan sistemler yok. Her toplumun / devletin kendine göre sistemi var ve her birini geliştirme arayışları da devam etmektedir. Bu, dinamik bir tarihsel süreçtir. Durumun ekonomik ve demokratik gelişmişlik seviyeleri ile yakından doğal ilgisi vardır ve gereklidir ancak yeterli değildir.
Türkiye’nin sorunu, kişi ve sistem konusunun ötesinde sorunlar yumağıdır. Toplumdaki ‘hayranlık’ ve ‘nefret’ çekişmesindeki enerjiyi, ülkeyi düzlüğe çıkaracak bir siyaset inşa edebilmek için kullanmak da sorunlar yumağının bir parçasıdır.
Türkiye’de seçmenin önemli bir kısmının ifade ettiğimiz hususlarla ilgili düşüncelerden ziyade ekonomiyle, hayat pahalılığıyla, geçimle ve işle ilgili kaygılar taşıdığını da biliyoruz. Bu sorunların aşılması da aslında sistem ve sistemin işleyişiyle doğrudan ilgili.
Türk milleti bu potansiyele sahiptir ve bu potansiyeli kullanma fırsatı vardır. Türk milliyetçiliği düşüncesi, anlayışı ve tavrı olan ve kısaca ifade etmeye çalıştığımız hususlarda tarihi sorumluluğu taşıyacak bir cumhurbaşkanı adayını Türk milletinin büyük çoğunluğu destekler.
Türk milliyetçiliği hiç bir siyasi partinin fikri mülkiyet hakkı olmamalı ve hatta tüm siyasi partilerdeki ana fikri hatlardan biri olmalı. Ülkücü-milliyetçiler de birçok siyasi partilerde dağılmış durumda ve fikriyatlarına uygun sinerjik bir etki üretemiyorlar. Ülkücü-milliyetçiler Türkiye için bir kaynaktır ve sayıları yanında nitelikleriyle de potansiyeldir. Bu kaynağın da zamanında ve ağırlıkları oranında siyasete yansıması belki de bir dönümün başlangıcı olabilir.
Türk milliyetçileri mevcut siyasi partilerdeki partili kimliklerini muhafaza da ederek böyle bir cumhurbaşkanı adayının çıkmasını siyasetten talep ederlerse bu talep siyasette muhatap bulur mu? Bulur ve bu talep dikkate alınır kanaatindeyim; en azından öyle olmasını gerekli görüyorum. Çeşitli siyasi partilerde olan veya herhangi bir siyasi partiyle doğrudan / organik bağı olmayan Türk milliyetçileri bu süreçte tarihi fırsat ve sorumluluğu yerine getirmiş olurlar. İçimizde ve dışımızdaki milletimiz, devletimiz ve ülkemizle ilgili aleyhimize tasavvurları olanlara da topyekûn bir karşılık olur.