Yükleniyor...
Atatürk, henüz Cumhuriyet ilân edilmeden önce açılan TBMM’nin çalışma esasını, ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesine bağlamıştı. Bu bağlamda, siyasi ve iktisadi demokrasinin temelinin, kişi hak ve özgürlükleri ile cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık ve toplumsal adalet gibi düşüncelere dayandığına işaret etmişti.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı kitabının Yedinci Bölümünde; Türkçülüğün geleceğe yönelik siyasi ideallerinin gerçekleştirilmesinde, çağdaş halkçılık akımıyla birlikte hareket edebileceğini savunur. Gökalp, Halk Fırkasının (Partisinin) anası sayılan “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin”, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın rehberliğinde ülkeyi düşman istilasından kurtarmasının yanında, ‘Devletimize Türkiye, halkımıza Türk’ adını verdiğini hatırlatmaktadır. “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin”, hiç haberi olmasa bile siyasi Türkçülüğün programını uyguladığını, “hakikatin” bir tane olması nedeniyle farklı yollardan gidenlerin yolun sonunda aynı hedeflerde buluşacaklarını ifade eder. Türkçülük ve halkçılığın, kavramsal ve olgusal olarak benzer programlarda birleşmek suretiyle ülkeyi kurtuluşa ulaştırmasını över. Gökalp’e göre, “Türkiye’de, Allah’ın kılıcı halkçıların pençesinde ve Allah’ın kalemi Türkçülerin elinde idi”. Gökalp, Türk milletinin ve Türk devletinin, iki akımın birleşiminden doğduğunu düşünmekte ve gelecekte de halkçılıkla Türkçülüğün her daim el ele vermesi zorunluluğuna işaret etmektedir: “Her Türkçü, siyaset sahnesinde halkçı kalacaktır, her halkçı da kültür sahasında Türkçü olacaktır” (Gökalp,2017, 202-203).
Atatürk’ün öncülüğünde, Türkiye Cumhuriyeti’nin o günkü yönetici kadrolarının önemli bir kısmının da içinde yer aldığı CHP, 9 Eylül 1923’te kuruldu. Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünden hemen on gün sonra 26 Kasım 1938’de CHP’nin parti kurultayında İsmet İnönü “millî şef” ilân edildi. Atatürk ilke ve ülkülerine yakın isimler, hızla yönetimden uzaklaştırıldı. Bu uygulama, Atatürk’ün çok önem verdiği ‘milliyetçilik’ ve ‘halkçılık’ ilkelerinden uzaklaşılacağının açık göstergesiydi (Aydoğan, 2013, 923- 926).
Atatürk’ün ölümünden sonra en dikkat çeken değişim, Türk kimliği alanında ortaya çıktı. “Türk kimliği” yerine, topluma amacı belli olmayan soyut bir “hümanizm” anlayışı dayatıldı. Atatürk’ün kurduğu Türk eğitim ve öğretim sistemi, milliyetçilik ilke ve ülküsünden hızla uzaklaştırıldı (Turgut, 2005, 461).
Atatürk sonrasında devleti yöneten üst düzey siyasi ve bürokratik kadroların Türk kimliğine yönelik olumsuz müdahaleleri, Türk milliyetçiliği üzerinde bir psikolojik savaş sürecini başlattı. Sözgelimi, 3 Mayıs Olayları diye tarihe geçen ve sol görüşlü Sabahattin Ali ile Türkçü Nihâl Atsız davası, dönemin sözde ‘halkçı iktidarı’ tarafından, “Türkçülük-Turancılık” davasına dönüştürüldü. 1960’lı yılların sonuna doğru, halktan kopan CHP, kendisine yeni bir genç ve devrimci kuşağı taban yapma niyetiyle, aşırı solcu örgütlere sahip çıkmaya başladı. CHP’nin üst düzey yöneticileri, etnik bölücü kalkışmaların işaret fişeği olan ve 1969’da Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının kurulmasına yol açan Doğu Mitinglerini destekleyici konuşmalar yaptılar.
Atatürk sonrası yöneticiler, Avrupa’daki yönetimlerin saldırgan tutumları ve azgın Sovyet rejiminin talepleri karşısında, sıkıntılı zamanlar yaşamaya başlamıştı. Türk Bağımsızlık Savaşına katılmış kişilerin yönetici kadrolarında yer aldığı yönetim, dışarıda hangi ideolojik güç yükseliyorsa, yurt içinde toplumun bir kesimine karşı onların hoşuna gidecek baskı yapıyordu. Bir bakmışsınız, sol görüşlülüğü ve sosyalistliği öne çıkanlar baskı altına alınmakta ve hapsedilmekte (söz gelimi, Nazım Hikmet); bir de bakmışsınız Turan ülküsünü dile getiren Türkçüler (söz gelimi, Nihal Atsız) hapsedilmektedir. Bu haksız baskılar, nihayetinde bu insanların sosyal tabanlarını oluşturan halk kesiminde ciddi incinmelere yol açmıştı.
Ayrıca, II. Dünya Savaşının ülke ekonomisine yaptığı olumsuz etkiler yüzünden, halkın hayal kırıklığının artışı, iç siyasette gerilimi artırmıştı. Ülke yöneticileri, halkın sorunlarını çözecek ve huzursuzluğunu giderecek önlemler almak yerine, devletin güvenlik ve yargı gücünü muhalifleri susturmada kullandılar. Adında, ‘halk’ olmasına rağmen, arkasında yeterince halk desteği kalmayınca, halkın gözünde kent kökenli ve varlıklı, rahat kazanan ve yaşayan mutlu bir azınlığın desteklediği siyasi anlayış olarak algılandılar.
Atatürklü yıllarda Türkçü eğilimlere sahip halkçılık, daha sonraki dönemlerde çeşitli etnik ve sol düşünceler ile yurtsuz liberallerin sığınağı haline geldi. Yeni halkçılık anlayışında ve tutumunda çok ciddi çelişkiler ve tutarsızlıklar ortaya çıkmıştır. Bunlardan en belirgini, halkçılık akımın temel ilkelerinden birinin ‘milliyetçilik’ olmasına rağmen, ülkedeki diğer azınlık milliyetçiliklerine ilgi gösterilip siyasi destek olunurken, Türk milliyetçiliğinin sürekli suçlanmasıdır.
Ziya Gökalp’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin geleceği için son derece önemli gördüğü Halkçılık-Türkçülük dayanışması, ne yazık ki daha sonraki dönemlerde çok ciddi ayrışmalara maruz kaldı. Bu ayrışmada, Atatürk’ün tasarladığı halkçılık düşüncesinin öncüsü olarak CHP’nin, kendi kuruluş felsefesine aykırı biçimde, daha sonradan ideolojik bir dönüşüm yaşamasının büyük etkisi olmuştur.
Türkiye’de, 12 Eylül darbesinden sonra, küresel sömürgeciliğin neo-liberal ekonomi politikaları, neo-muhafazakâr hükümetler tarafından pekiştirilmeye çalışıldı. Hatta muhalefet partileri de bu yönde tasarımlanmaya başlandı. İşçi hakları ve sendikal hareketler konusunda etkili bir siyaset geleneğine sahip sol düşüncelerde, sözde demokrasiyi savunma görüntüsü altında etnik bölücülük ön plana çıkartıldı. Demokratik hak ve özgürlükler, halkın bütünü için istenmiyordu. Bu düşünceler, üniter ve millî devlet yapısını çözme çabasındaki etnik bölücü ve terörist öğelerin güçlendirilmesi maksadıyla savunuldu. Kendilerini liberal sol olarak adlandıranların, Güneydoğu Anadolu’daki feodalite veya ‘ağalık’ ile ilgili hiçbir eleştirisi olmadı. Oysa bu düzen, birçok sorunun kaynağıydı. Ama sürekli Türklük ve Cumhuriyet değerleriyle kavgalıydılar. Aslında, bu liberal solcular gerçekte solculuk yapmıyorlardı. Aksine Türklük ve Cumhuriyet karşıtı takıntılarını solculuk kavramlarıyla perdelemeye yöneldiler.
Siyasi, ekonomik ve kültürel bir öğreti olarak, bireylerin çıkarlarının ve kazanma arzularının istenildiği kadar genişletilmesini, buna karşılık devletin ve toplumun tayin ettiği sınırların ise oldukça daraltılmasını temsil eden anlayışa “Liberalizm” denir (Bolay, 1996, 359). Liberalizm, 19. yüzyılda ekonomik ve ticarî faaliyetlerin tamamen serbest biçimde yürütülmesi gerektiği teziyle ortaya çıkmış; günümüzde de küreselleşmenin neo-liberal ideolojisi hâline gelmiştir.
Normal şartlarda, aynı anda hem liberal hem de halkçı ya da solcu olunamaz. Neo-liberal politikalar açısından, emeğin sömürülmesi, millî tarımın ve sanayinin çökmesi, işsizliğin artması, yoksulluğun ve yolsuzluğun çoğalması hiç önemli değildir. Oysa halkçılık, emekten ve halktan yana olmaya, sosyal adalete ve yolsuzlukları ortadan kaldırmaya odaklanır. Bu durumda, ‘liberal solculuk’ adıyla ortaya çıkan siyasi görüş ve düşünceler ile halkçılık arasında mantıkî bir bağ kurmak şizofrenik bir bilinç yarılmasıdır. Ayrıca, liberal solculuğun en belirgin çelişkisi, dışarıya yönelik, küresel güçleri hiç eleştirmezken; içeride Türklük düşmanı ama her türlü etnik, dinî ve ayrılıkçı hareketlerin en büyük destekçisi olmasıdır.
Atatürk’ün önderlik ettiği halkçılık anlayışı ile neo-liberal anlayışın küreselci ekonomi yaklaşımları birbiriyle asla bağdaşmıyor. Bu arada neo-halkçılık, Türk milliyetçiliği ile Atatürk tipi halkçılığın birlikteliğini neredeyse imkânsız bir hâle getiriyor
Türk kimliğine dayalı bir devlet ve toplum inşa edilmesi sürecinde çok önemli bir dayanışma gösteren iki etkili akımın, birbirleriyle zıtlaşan tutumlar sergiledikleri görülmektedir. Bu zıtlaşma, özellikle Atatürk sonrası dönemlerdeki uzantılarında baş gösteren eksen kaymaları kaynaklanmaktadır. Bir zamanların, destansı ‘halkçılık-Türkçülük’ dayanışması, şimdilerde ‘neo-halkçılık’ ile ‘neo-milliyetçiliğin’ zıtlaşmasına dönüşmüş gibi görünüyor.
Neo-milliyetçilik, Türk düşüncesine; neo-halkçılık, ‘‘Atatürk halkçılığına’ dönmelidir. Milliyetçilik ve halkçılık, ‘Kuvayı millîye’ mayasıyla yeniden mayalanmalı; Türk kimliği, millî-üniter- laik- sosyal ve hukuk devleti, toplumcu ekonomik düzen, sosyal adalet, orta sınıflaşma vb. konularda ortak politikalar geliştirilmelidir.
Aydoğan, M. (2013). Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler, Birinci Cilt, Resse, İzmir.
Bolay, S. H. (1996). Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, 6. Baskı, Akçağ Yayınları: 182, Ankara.
Gökalp, Z. (2017). Türkçülüğün Esasları, Ötüken Neşriyat: 1078, İstanbul.
Turgut, M. (2005). Dün, Bugün ve Geleceğin Güçlü Türkiye’si, 2.Cilt, Boğaziçi Yayınları, İstanbul.