Yükleniyor...
Şah rejimi, İran’ın diğer bölgelerinde olduğu gibi Azerbaycan’da da tam ve eşi benzeri görülmemiş bir kontrole sahipti. Ancak baskı aygıtı, yukarıda belirtildiği gibi, 21 Azer Hareketi ve Millî Hükümet’in lağvından sonra burada kendini daha sert, aynı zamanda üstü kapalı göstermekteydi. Yerel yetkililer Azerbaycan’daki durum hakkında bilgi sızmasına imkân vermemeye, buradaki gerçekliği İran ve dünya kamuoyundan gizlemeye mecburdu. Tesadüf değil ki, 1971 yılında Tahran’dan gelen muhabirlerin ve yerel gazete mensuplarının Tebriz Belediye’sinin toplantılarına katılması bile yasaklanmıştı.[1] Buna rağmen, basına sızan bilgiler gösteriyordu ki, gizli polis örgütü SAVAK‘ın yerli işbirlikçileri, polis ve jandarma Azerbaycan’da aktif ve amansız çalışıyordu.
Bu bağlamda Ettelaat’ın haberi dikkat çekicidir. Gazetede, 10 Şubat 1964’te hükümet komisyonunun iki üyesinin macerası hakkında şunlar yer alıyordu: “Tebriz’in tarihi-kültürel yerlerini gezerken onları nerden geldikleri bilinmeyen resmî şahıslar tutuklayarak askeri esirler gibi karakola götürdüler. Durum biraz açıklığa kavuşturuldu. Anlaşıldı ki, yönetim iki yabancı kişinin fotoğraf makinesiyle resim çekmesinden haber alınca, idare reisi adamlarını onların ardınca göndermiş. Soruşturma başladı. Kendi ismimizi ve görev yerimizi söylememize rağmen, kimliğimizi netleştirmeden bizi serbest bırakmadılar. Serbest bırakıldığımızda arkadaşımın fotoğraflarına da el koydular.”
Çeşitli sosyal sınıfların Azerbaycan’daki duruma, genelde Azerbaycan/Türk meselesine yaklaşımı aynı değildi.
Tarihsel olarak milletleşme sürecinin başladığı ve geliştiği dönemde Azerbaycan kökenli yarı feodaller ve sermaye sahipleri merkezî yönetimde (Tahran’da) geniş temsil olunmuşlardı. Bu kesimlerin temsilcileri bazen en yüksek devlet pozisyonlarına sahiptiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, absenteist yarı feodallerin çoğunluğu Azerbaycan’la nominal bağlarını bile koparmış, ülkenin hâkim çevreleriyle daha sık ilişki içersinde idiler. Bu sınıfın temsilcileri, hâkim monarşiye loyallığını göstermek için her fırsatı kullandılar. Bakan, senatör, meclis üyesi, general, profesör ve benzerlerinin üye olduğu ‘Cemaete Azerbaycaniyane Moğime Tahran’ (Tahran’da Yaşayan Azerbaycanlılar Toplumu) adlı teşkilat bu açıdan daha aktif idi.
Azerbaycan’ın büyük ticari ve sanayi burjuvazisinin sermayesi giderek daha artan şekilde ‘İranlılaşıyordu’. Önceki yazılarda bahsedildiği gibi, Azerbaycan kökenli burjuvazi ülkenin büyük sanayi merkezlerinde çok önemli bir konuma sahipti. Tahran’da ve ülkenin diğer bölgelerinde bulunan Türk burjuvazisi, derinleşen kapitalizm şartlarında ihtiyaç duyulduğunda Türklerin lideri olacak kadar güçlüydü. Aynı dönemde Azerbaycan’daki burjuvazi buna kıyasla daha zayıftı. Dahası, 1960-70’lerde, yerel sermayenin Tahran ve özel yabancı sermaye ile entegrasyon süreci devam ediyordu. Tam da bundan dolayı Azerbaycan burjuvazisi genel İran resmî veya muhalif ideolojiden farklı olarak kendi ideolojisini kurmaya özen göstermedi. Ezilen Azerbaycan halkı arasında savunmacı bir akımın oluşmaması kısmen bununla izah edilebilir.
Bürokratik burjuvazinin üst katmanlarında, ordu ve polisin yüksek makamlarında Türkler’in sayısı az değildi. Oldukça önemli sosyal güce sahip bu kesimler, Şah sarayının tam kontrolünde ve emrindeydi. Bu alanlarda ‘yükselmenin tek yolu asimile olmaktan geçiyordu.’[2] Onların çoğunluğu soylular ve diğer egemen sınıflardan seçiliyorlardı. Belki bundan dolayı millî meseleye karşı tutumları, büyük burjuvazinin ve soylu kesimlerin konumuyla tam bir uyum içinde idi. Böylece, İran’daki Türklüğün millî hareketinin aktif gücü olabilecek üst sınıfların ve kesimlerin sosyo-ekonomik çıkarları, onların millî (milliyetçi) düşünceleri değil, Pan-İranist fikirlere sadakati ve güçlü merkezkaç eğilimi söz konusuydu.
Kendi karakterine ve bilinen konumuna göre (onların çoğunluğu Azerbaycan’ın dışında idi.) Türk aydınlarının büyük kısmı Pan-İranizm fikrinin yayılmasına ilgi göstermekteydi. Resmî ideolojinin biçimlenmesinde Kesrevi, Rızazade Şafak, Mahmud Efşar gibi Türk kökenli, ancak Türklüğe kin besleyenlerin aktif rol alması tesadüf sayılmamalıdır. İran’daki Türk aydınlarının siyasi-millî ruh halinin kendine has göstergesi, onların kendi millî tarihi, dili, kültürünün nesnel bilimsel araştırılmasına çekingen münasebetleri sayılabilir. Burada şunu da ilave etmek gerektir ki, bu tarz araştırmaları yapmak ve bu eserlerin baskısını yaptırmak Pehlevi İranı’nda oldukça zor idi. Ancak böyle eserler var olsaydı, onları ülkenin kendinde illegal ya da yurtdışında legal şekilde neşr etmek mümkün olurdu. Böylece İran’daki Türk aydınları küçük istisnalarla Azerbaycan/Türk millî hareketinin ideolojisini hazırlamaktan uzak durdular. Bu misyonu millî harekette yer alan millî aydınlar zümresinin yerine getirmesi dünya tecrübesinden bilinen durumdur.[3]
Türk aydınlarının siyasi açıdan daha aktif olan kesimi Millî Cephe’ye, hatta dini muhalefete yakındı. Millî Cephe siyasi programında kendisini millî özgürlük hareketlerinin, özellikle Yakın ve Orta Doğu’daki hareketlerin taraftarı gibi göstermesine rağmen, İran’ın çok milletli yapıya sahip olması gerçekliğine, uygun olarak İran devleti çerçevesinde millî özerklik taleplerinin mümkün olabileceğini dahi kabul etmiyordu. İran’ın yeni tarihinin çeşitli dönemlerinde İran’daki Fars olmayan bazı halkların millî özerklik uğrunda yaptıkları mücadele, özellikle 1945-1946’da Azerbaycan ve Kürdistan’daki hareketler komşu devletlerin güç savaşının bir sonucu olarak tanımlanıyordu.[4]
Bünyesinde Türkler’in sayısının az olmadığı din adamlarına gelince, onlar İran’ın Müslüman nüfusunu bölünmez bir bütün olarak kabul ederlerdi. ‘Millet’ anlayışı onların yorumuna göre etnik birlik değil, konfesyonel (dini) birlik idi. Ruhaniyete yakın olan sağ terörist ‘Fedayane-İslam’ (İslam Savaşçıları) teşkilatı aşırı şovenist pozisyonda durmaktaydı; ‘İran milletinin müstesnalığını’ ve İran’ın bölgede lider rolünü savunuyordu. Bir diğer örgüt – ‘Hezbe Mellete Eslam’ (İslam Milletinin Partisi) da aktif şekilde Şiilik faktörü dolayısıyla Pan-İranizmfikrini savunuyordu. Şah rejimine muhalif fikir adamları arasında Ali Şeriati’nin (1932-1976) eserleri inanılmaz bir popülerlik kazanmakta idi. Meşhed’de geleneksel bir ailenin ve çevrenin yetiştirmesi olan Şeriati, Sorbonne’da öğrenim görmüş, Batı metodları ile geleneksel İran değerlerini güncelleştirmiş, İran/Fars milliyetçiliğinin sembollerinden olan Şiiliğe dönüşü tebliğ etmiştir. Onun Bazgeşt Be Xişten (Kendine Dönüş) konseptinin temelinde de kuşkusuz Şiiliğe dönüş çağrısı bulunur.[5]
Fedai ve Mücahid örgütlerinin millî meseleye yaklaşımı dahi kendiliğinden özel ilgi doğurur. Bu teşkilatların Azerbaycan’da oluşan yerel grupları, 1960’lı yılların ortalarında öğrencilerin, orta kesimden olan aydınların ve küçük burjuvazinin içinden çıkmıştı.
Tebriz’de Fedailer grubu 1965 yılında kuruldu. Oluşumunda Behruz Dehgani, Eşref Dehgani ve Ali Rıza Nabdel) yer aldılar. Behruz Dehgani (1971’de öldürüldü) ve onun küçük kız kardeşi Eşref fakir bir Türk ailesinde doğmuş, köy okullarında öğretmenlik yapmışlardır. Babaları 1940’lı yıllarda Tude’nin aktif üyelerindendir. Ali Rıza Nabdel, Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okumuş, orta okulda ders vermişti. O’nun da babası 40’lı yıllarda Tude ve Demokrat Fırkası’nın aktif üyesi olmuştur. Mücahidler grubunun teşkilatlanmasında Azerbaycanlı gençler Muhammed Hanif Nejad, M. Askerzade, M.Bazargani ve A.Mihendust-Hanif Nejad aktif rol oynamışlardır.[6]
Bu yıllarda Türk gençliğinin millî meselelere ilgisinin arttığı görülmektedir. Nabdel bu bağlamda şunları yazmaktadır: “1960’lı yılların başlarında, İran’da yeni fikirlerin meydana çıktığı dönemde, Azerbaycan gençlerinin bilincinde millî zulmün gerçek yüzü benzersiz güç ve apaçık bir şekil aldı. Millî meseleyi yakından anlayabilmek için onlar millî medeniyeti, ilk önce ise ana dillerini, edebiyatlarını ve müziklerini öğrenmeye başladılar.”[7] İran’da popüler çocuk kitabı yazarı olan Samed Behrengi ve Behruz Dehgani folklor materyallerini topladılar ve Azerbaycan/Türk halk yaratıcılığı örneklerinden ibaret 5 mecmua yayımladılar; Dehgani edebiyatın toplumda etkisi üzerine yaptığı araştırmayı yayımladı.
Bu araştırmaların içerisinde en önemlisi Ali Rıza Nabdel’in Azerbaycan ve Mesele-yi Melli [Azerbaycan ve Millî Mesele] başlıklı kitapçığı oldu. Bu eser 1960’lı yıllarda yazılmıştı, ancak onun ölümünden çok sonra yayımlandı. Ali Rıza Nabdel, ‘Oktay’ mahlası ile Türkçe ve Farsça şiirler yazmış, aydın kesimin genç, ümit veren görkemli bir temsilcisi olmuştur. O, aynı zamanda ‘Sazemane Çerikha-ye Fediyan-e Halk-e Iran’ın (İran Halkının Fedayi Savaşcıları Teşkilatı, Fedailer) seçkin liderlerinden biri idi. 1350 (1971/72) yılında Şah cellatlarının eline geçen Ali Rıza Nabdel’in işkenceler sonucunda örgütüne zarar verebileceği endişesi ile polis hastanesinde intihar etmesi olayı sol kesim içinde dillere destan olmuştur. Bu fedakar ve yetenekli insanın ölümünden sonra adı geçen kitap yayınlanmıştır.[8] Bu kitapta yer alan fikirler sadece Ali Rıza Nabdel’in teorik yaklaşımı değil, sol teşkilatların ülkedeki millî meselelere, özellikle Azerbaycan meselesine ilgisinin açık bir işaretidir.
İran’da Azerbaycan meselesinin oluşmasında tarihî konulara başvuran yazar, daha ilk adımda çıkmaza girer. Azeri dili ve edebiyatı nasıl meydana geldi? başlıklı bölümde O, meseleye coğrafyaya dayalı Pan-İranist kimlik kavramı üzerinden yaklaşır. ‘Fars-Ariya şovenizmi’ olarak tanımladığı resmî İran tarihçiliğinin zayıf kanıtlarını çürütmeğe çalışır. Resmî tarihçiliğin Azerbaycan hakkında esas tezlerini sırasıyla tekrarladıktan sonra Nabdel) şöyle yazar: “Şovenistler, Azerbaycanlıların diyelim ki 800 yıl önce Fars dilinde konuştukları konusunda iddia ediyorlar ve bunu kanıtlamayı düşünüyorlar, böylelikle devrin en büyük problemini çözmüş olacaklarını sanmaktadırlar. Hâlbuki bu konunun kanıtlanmaya hiç ihtiyacı yoktur, onu çok kolayca kabul etmek mümkündür.”[9] Yazara göre, ‘yüzyıllarca bu topraklarda yaşayan milyonlarca insanın dilinin’ yaşama hakkı vardır. Prensip itibariyle bu, mantıklı bir yaklaşımdır. Ancak bize göre bu yeterli değildir. Nabdel’in bazı İran tarihçilerinin tarihe aykırı şekilde ‘Safeviler’in zorla ahalinin dilini Türkleştirdikleri’ iddialarını da ‘hatta günümüzde de devlet memurlarının ayakları bazı köylere değmiyor’ kinayeli tespiti ile çürütmesi de bu türdendir.
Ali Rıza Nabdel, millî tarih hakkında diğer alternatife sahip olmadığından, daha doğrusu farklı teorik yaklaşımdan muhtemelen habersiz olduğu için Pan-İranist bakışa karşı anlamlı bir cevap ortaya koymamıştır ya da koyamamıştır. Dolayısıyla mensup olduğu etnik birliğin (Azerbaycan halkının) adı ile ilişkili Nabdelin’in bilime dayalı bir fikri yoktur, aynı sayfada bile Azeriler, Türkler, Türkdilli Azeri halkı, Azerbaycanlılar etnonimine rastlanır. Türkler ve Türk dili’nin eş anlamı olarak bolca kullanılan Azeriler, Azeri dili terimi de bilimsel ve nesnel değil, sık sık vurguladığı üzere Fars-Ariya şovenizminin uydurmasıdır.
Nabdel, İslam’dan sonraki dönemde Fars Şüubiye hareketi, Şahname konusuna işaret ederek, onu ‘gövmgerai’ (ırkçılık) olarak tanımlar ve Azerbaycan’da bu tür eğilimlerin (ırkçılığın) olmamasından memnun olduğunu kayd eder. 20. yy. başlarından itibaren Pan-İranizm’in özellikle Azerbaycan’ın Türk halkına yönelik gerici bir karakter almasını, Türkleri zorla Farslaştırma çağrılarını görmüyor veya görmek istemiyordur.
Nabdel aynı zamanda Türklerin siyasi alandaki fedakârlığına rağmen, Fars unsurunun Meşrutiyet İnkılabı’ndan daha karlı çıkmasını (örneğin, Fars dilinin devlet dili ilan edilmesini) bilmiyor ya da bilmek istemiyor. Şeyh Muhammed Hiyabanî’nin İran’ın bağımsızlığı uğrunda mücadelesinden, Kuzey Azerbaycan’dan teorik olarak farklı olmak adına Güney’in adını ‘Azadistan’ koymasını hayranlıkla vurgulayan yazar, Tebriz Ayaklanması sırasında ‘Azerbaycan’ın Türk yurdu olmasında’ ısrar edenleri ‘İran demokratik hareketine tefrige ve ayrılıkçılık salanlar’ olarak kötülemektedir.[10]
Rıza Pehlevi diktatörlüğünün İran’ın başına getirdiği belalardan geniş bahseden Nabdel, millî dillerin boğulmasından yalnızca bir cümle ile bahseder. Solun Kesrevisi – Taki Arani ve onun faaliyeti Nabdel’in yüksek beğenisini kazanır. O, Mirza Ali Möcüz’ün hayat ve yaratıcılığını araştırarak şunları ortaya koymuştur: “Möcüz Azerice yazmıştır, ama bu onun milliliğinden değil de halkçılığından ileri geliyordu, çünkü Azerice yazmasaydı sıradan insanlar onu anlayamazdı.”[11]
Ali Rıza Nabdel’in 21 Azer Hareketi’ne bakışı da olumsuzdur. Azerbaycan Demokrat Fırkası ve liderlerine karşı bazı haklı eleştirileri olsa da bu hareketin karakteri hakkında yazarın verdiği yanlış değer (bölücülük) kendinin de ifade ettiği gibi ‘Fars şovenistleri ve Ari ırkçılarının’ değerlendirmesinden farklı değil. Onun düşüncesine göre, İran’ın söz konusu dönemdeki antagonizmleri arasında (feodaller-köylüler, büyük burjuvazi-proletarya ve şehir emekçileri) millî problemler yoktu. Azerbaycan demokratlarının millî dil sloganını Nabdel ‘ahmaklık’ olarak nitelendirmekteydi.[12]
Ali Rıza Nabdel eserinin Yeni Aşamada Millî Eğilimler başlıklı bölümünde 1960’lı yıllarda İran fikir hayatında yeni değişikliklerin meydana çıktığını kaydeder. Yazar Azerbaycan’da bu eğilimin esasen millî dil ve edebiyata ilginin artmasında kendini gösterdiğini vurgular. Buna ek olarak da “bu yıllarda yerli milliyetçilik (‘nasyonalizme velayeti’) Fırka aydınlarının tekelinde idi.”[13] Bundan hoşnut olmayan Nabdel’e göre, millî sloganın temelinde durduğu hiçbir program Azerbaycan işçisi, köylüsü ve küçük burjuvazisini İran işçi-köylü-küçük burjuvazisi ile ittifaka yönlendiremezdi.[14]
İlginçtir ki, Kürtler arasında devrim coşkusunun yaşanmasından rahatsız olmayan yazar, bunu Irak Kürdistanı’ndaki siyasi süreçlerin etkisi ve onlara ‘Safevi ve Kacarlar döneminde yabancı kavim olarak yaklaşılması’ ile açıklamaktadır.[15] Türkçe edebiyat örneklerinin yayımlanmasının zorluğu ve polis kontrolünün artmasını gerçek olgularla betimledikten, yani millî zulmün varlığını kabul ettikten sonra, Nabdel 1960’larda edebi hayatı canlandıran şahısların yaratıcılığını araştırmaktadır. Onların eserlerinde sosyal motiflerin zayıf olması nedeniyle bu şahısları küçük burjuvazi milliyetçileri sayar. Habib Sahir, Fethi, Coşkun, Ferzane’yi Türkçü milliyetçi oldukları için eleştirir. En sert eleştiri ise Ali Tebrizli’nin payına düşer. Bütün İran Türklerini birliğe çağırdığı için Ali Tebrizli onun gözünde Pan-Türkist ve karşı-devrimcidir.
Ali Rıza Nabdel eserinin son bölümünde 1960’larda Azerbaycan gençleri arasındaki yeni eğilimleri araştırmaya çalışmıştır. Araştırmasının sonucunda şunları yazar; Sovyet Azerbaycan’ından gelen ‘Kruşçevci revizionizm’in etkisi ile ‘bölgeci gençlik’ (‘cevanane velayetgera’) gitgide ‘ayrılık hastalığına’ tutulmaya başladılar. Onlar bu ‘bölgeciliği’ samimi olarak ilerici bir olay, hatta Marksizm’e uygun addettiler. Nabdel’e göre, onlar iki problem karşısında kalıyorlar: 1. Marksizm taraftarı olan aydınlar ve işçiler arasında milliyetçilik eğilimleri; 2. ‘Azeri kitleler, özellikle Azerbaycan’daki Azeri kitleler arasında millî meselenin mevcut olması.’[16] Nabdel’in yazdığı bu olay aslında 1960’larda Azerbaycan’da ve dışında yaşayan Türkler arasında millî bilincin oluşması sürecinden ibarettir. Onu Nabdel ‘bölgecilik virüsü’ olarak tanımlar. ‘PanTürkizm virüsü’nün de bu ortamda artabileceğine inanmaktadır. Kendi milleti arasında millî bilincin ve milliyetçiliğin artmasından rahatsız olan bu zihniyet sahibi devamında şöyle yazar: Stalin ve Mao Tse-dun’un öğrettikleri gibi, hem yönetici milletin şovenizmi, hem de mahkûm milletin aşırı milliyetçiliği aynı tezatın iki tarafıdır. Bu çelişkiyi düzeltebilecek tek kuvvet proletaryadır. Eser dünya proletarya devriminin, ‘İran Marksist-proletarya mücadelesinin’, İran halkının özgürlük mücadelesinin şanına yönelen sloganlarla, ‘emperyalizm ve onun İran köpeklerinin’, Fars şovenizminin ve ‘bölgecilik‘in kötülenmesi ile biter. Ali Rıza Nabdel’in vardığı sonuca göre, Şah rejimine karşı mücadelenin güçlenmesi sürecinde Azerbaycan meselesinin gündeme getirilmesi doğru değildir.
Daha sonraları Fedailerin devrimci-demokrat doğrultusunda özel evrimi gidişatında millî meseleye bakışı göreceli olarak değişti. Fedailerin ve Mücahitlerin bazı belgeleri 70’li yıllarda onların bu probleme biraz daha dikkatle yaklaşmaya başladıklarını gösterir. Fedailerin fikir babalarından Bijen Cezeni İran toplumunun başlıca çelişkileri arasında millî azınlıklar ve zalim rejimarasındaki çelişkileri kaydederek, azınlıkların hareketlerini ‘genel özgürlük mücadelesinin bir bölümünü teşkil eder’ şeklinde ifade ediyordu.[17]
İran Halk Partisi (İHP, Tude), program belgelerinde defalarca ülkede millî meselenin önemini vurgulamıştı. 1973’de İHP MK Riyaset Heyeti’nin millî mesele hakkındaki tezlerinde şu ifadeler yer alır: “İran’ın halkları uzun tarihi devirler boyunca aynı kader ile kendi ortak vatanlarının özgürlüğü ve bağımsızlığı uğrunda mücadele ile, ortak kültürü ile birbirine bağlıdırlar. İHP İran’da yaşayan tüm milletlerin, millî grup ve azınlıkların tam eşitlik haklarını ve onların ülkenin toprak bütünlüğünü koruması esasında tek vatan çerçevesinde gönüllü ittifakını savunur. Millî zulmün kökünün kazınması bu amacın sağlanmasının ilk şartı ve temelidir. Bunun için esaret altında olan bütün milletlere ve millî gruplara özerklik verilmelidir. Ülkenin idari yapısının temelinde millî grupların çıkarı yer almalıdır. Millî bölgelerde eyalet, vilayet ve nahiye encümenleri tek İran vatanı çerçevesinde özerklik ilkesini hayata geçiren organlar olmalıdır.”[18]
Azerbaycan Demokrat Fırkası, 1950’li yıllarda zayıf da olsa kendi gücünü yeniden kurmaya çalıştı. Ancak Şah rejiminin baskıları güçlendikçe Fırkanın eski üyeleri faaliyetlerini kültür sahasına taşıdılar. 1960’da Azerbaycan Demokrat Fırkası Moskova’nın baskısıyla Tude ile birleştirildi.[19] Ancak formaliteden kendi adını ve merkezî komitesini korudu. Sonraki onlarca yıl muhaceret hayatına mahkûm edilmiş bu teşkilat gittikçe güç kaybetti.
Özetle, rejime muhalif olan sol güçler millî meselenin çözümünü İran halkının sosyal kurtuluşu ile ilişkili görmekteydi. Millî mesele anti-diktatör ve demokratik mücadele doğrultusunda çözülmeli idi, yani onlar Azerbaycan meselesinin proleter odaklı çözümünü teklif etmekteydiler. Ancak 1960-70’li yıllarda İran’da oluşan siyasi durum içerisinde Şah diktatörğüne karşı bütün güçlerin birleşmesi zorunluluğu, onların düşüncesince, millî mücadeleyi ikinci plana bırakmaktaydı. Burjuva ve dini muhalefete gelince, kaydedildiği üzere, onlar millî problemleri, bu bağlamda Azerbaycan meselesinin varlığını bile kabul etmiyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Azerbaycan/Türk hareketi esas itibari ile kültür sahasındaki faaliyetlerle sınırlı kaldı. Türk kültürü üzerine konmuş olan tabuya bakmaksızın, millî medeniyet örnekleri meydana çıkmaktaydı. Bu anlamda ilk olarak hem tarihi bakımdan hem de fikir-sanatdeğerine göre Muhammet Hüseyin Şehriyar’ın Haydar Baba’ya Selam şiirini (1954) göstermek gerekir. Defalarca yayımlanmış olan bu eserden önce yalnızca Farsça yazmış (Behcetabad Hatırası gazeli istisnadır) görkemli şairin bu eseri Fars ırkçılığına anlamlı bir cevap oldu.
Millî demokratik hareketin bastırılmasından sonra Türk kamuoyunda ve kültür hayatında oluşan kötümser atmosferin ortadan kalkmasında bu muhteşem eserin rolü paha biçilmezdir. Çok sonraları yazar Genceli Sebahi bu konuyla ilgili şunları aktaracaktı: “Haydar Baba’ya Selam sessizlik saltanatında bir top gibi ses getirdi, susmuş vicdanları, uykuya dalmış yetenekleri uyandırdı.”[20] Millî Hükümet’in önderlerinden biri olan Dr. Salamulla Cavid ise bu olaya şöyle önem vermiştir: “Şehriyar’ın Türkçe yazdığı Haydar Baba’ya Selam şiiri edebi harekette yeni bir velvele yarattı, bizleri millî harekete doğru yeniden yönlendirdi.”[21] Şehriyar’ın bu eserine yazılmış sayısız nazireler yukarıda söylenenlere kanıttır. Habib Sahir, Kerim Meşruteçi Sönmez, M.H. Sehhaf, Hasan Mecidzade (Savalan), Hosrov Mirza, Genceli Sebahi, Bulut Garaçorlu Sehend, Hüseyin Sadık Düzgün, Muhammed Ali Ferzane, Dr. Salamulla Cavid gibi orta ve yaşlı nesle ait, Tebrizli Ali, Ali Rıza Nabdel) (Oktay), Haşım Terlan, N. Berahani gibi genç şair ve yazarların ana dilinde kaleme alınan, ancak çoğunun yazıldığı dönemde (bazılarının bundan sonra da hiç) yayınlanmayan eserleri İran’da Türk edebiyatının fikir-sanat açısından gelişme kaydettiğini göstermektedir.
Şairlerin yayınlanabilen birkaç şiir toplusu her iki taraf Azerbaycan şairlerinin şiirlerinden düzenlenmişti.[22] Sovyet Azerbaycan’ında yayınlanan edebi eserler ve basın organları İran’da da yayılıyordu. Bazı bilgilere göre, Güney Azerbaycan’da radyo alıcısı olan şehir halkının %90’ı Bakü radyosunu dinlemekteydi.[23]
Türk dili ve millî hayatın diğer taşıyıcılarının varlığını bilinçlere taşımak, Panİranist fikirlerle mücadele açısından sözlü halk edebiyatı örneklerinin (bayatı, efsane, masal, bilmece, şiir, atasözü vs.) toplanıp basılması büyük önem arz ediyordu. Muhammed Ali Ferzane, Samed Behrengi, Behruz Dehgani, Salamulla Cavid, E. Müctehidi, Hasan Mecidzade vb. aydınların Farsça ve anadillerinde özellikle 1960’lı yıllarda bastırdıkları folklor örnekleri topluları Türkler arasında son derece popüler olmuştur.
Türk aydınları halk arasında millî hayata, ana diline ve millî kültüre artan bu ilgi sürecinde millî meseleye bakış açısını belirlemek, bu işi düzenlemek için çeşitli edebi ve edebi-sanat birliklerinde birleşmeye başladılar. Bu birliklerden biri Garaçorlu Bulud’un (Sehend’in) girişimi ile 1953/54 yılında Tahran’da oluşturulmuş ve 60’lı yılların ortalarına kadar faaliyet göstermiştir. Sehend, Hüseyinkulu Kâtebi, Ferzane, Sebahi, Cavid, N. Fethi, M.M. Etimad, M.E.Mahzun, Savalan, Nur Azer, İbrahimpur vb. aynı birliğin üyeleri idiler. Birliğin amacı Türkçe yazılmış eserlerin, sözlü halk edebiyatı ürünlerinin basımına yardım etmekti. Topluların çoğu birliğin çabası ile hazırlanarak yayınlanmışlardır.[24]
Türk aydınlarından Tebrizli Ali 1957/58 yılından başlayarak 1963/64 yılına kadar birkaç defa edebi birlik (mehfel) oluşturmak için girişimlerde bulunmuştur. Onun organize ettiği kısa ömürlü edebi derneklere Etimad, Şerieti-Eheri, Hasanoğlu, Hemin Şahid, Receb İbrahimi, Salamulla Cavid, N. Fethi, A. Azeri vb. katılmışlardır.[25]
Sosyal hayatın nispeten liberalleştiği 1960’lı yıllarda Türk diline adanmış bilimsel araştırmalar ve bu eserlerin basılıp yayılması millî aydınların büyük önem verdiği meselelerden biri oldu. Bu kitaplar genellikle ‘Azeri dili’ hakkındaki Pan-İranist kurama karşı yönelmişti ve giriş bölümlerinde bu kuramın asılsızlığı âdeta üstü kapalı şekilde ifade ediliyordu. Azerbaycan halkının eski dilinin ‘Azeri’ olduğu ve Fars dilini burada yaymanın tarih tarafından şartlandırıldığını iddia edenlere cevap olarak Salamulla Cavid, Muhammed Ali Ferzane, Ali Rıza Nabdel) (Oktay) ve diğerlerinin kayd ettiği gibi, Türk dili tarihinin tartışmalı taraflarına, bir kısım Türk şairlerin Farsça yazmalarına rağmen, bu dil kaç yüzyıldır Azerbaycan halkının konuşma ve yazı dilidir ve bu sebeple de onun anadili olduğu şüphe uyandırmamalıdır. Kelime alıp verme dillerin karşılıklı ilişkisi için gerekli olduğundan, Türk dilindeki alıntı sözleri bahane ederek onu Altay dilleri grubundan ayırma girişimi nafiledir. Muhammed Ali Ferzane bu konular üzerine şunları yazmıştır: “Türk-Azeri dilinin Azerbaycan’da revaç bulması ve pekişmesi meselesi uzun zamandan beri söylentilere ve tartışmalara sebep olmuştur. Çeşitli, hem de birbirine ters fikirler dile getirilmektedir. Ama bu söylentilere ve birbirine aykırı bakış açılarına bakmaksızın tek olgu şüphesiz ve tartışmasızdır: Geçmişte ne olursa olsun, hali hazırda bu dil kaç asırdır bu diyarın halkınının yüreğinin, düşüncesinin ve duygularının dilidir.”[26]
Türk aydınları Arap alfabesindeki yazının reform ihtiyacına da işaret ettiler. Bu bağlamda Türkçe yazılarda edebi dil kurallarına riayet edilmesi için küçükhacimli kitaplar yayımlandı. [27] Millî aydınlar şunun idrakinde idiler: “Her bir halkın dili aynı halk için özel öneme sahiptir; buna bağlı olarak dilleri istila altında olan milletler yapabildikleri zamanlarda kendi dillerini dış istiladan kurtarmışlardır.”[28]
1960-70’li yıllarda millî aydınların ruh halini göstermek, onlar arasında dolaşan ve tartışılan fikirleri ifade etmek açısından tanınmış şair Tebrizli Ali’nin (19291998) aynı dönemde bölüm bölüm yazdığı, ancak sadece İslam devrimi sürecinde bastırabildiği kitabı vazgeçilmez bir kaynaktır. On yıllarca İran’da Türk’ün varlığını yok sayan, onu küçük gören Pan-İranist ve ırkçı propagandaya karşı bu ülkede yazılmış onlarca eser arasında Tebrizli Ali’nin Edebiyat ve Milliyet kitabı [29] özel konumuyla farklı bir yerde durmaktadır. Bu kitap gerici-ırkçı suçlamalara İran Türklüğünün ilk kapsamlı ve anlamlı cevabıdır.
Kitabın içeriğinden de anlaşıldığı üzere, Tebrizli Ali, Fars şovenizmi ve Ariya ırkçılığının sistemli-akademik, ilmi-bağımsız eleştirisini karşısına amaç olarak koymamıştır. Yazar milletinin tanınmış şairi ve haksızlığa tahammül edemeyen mücadeleci evladıdır. [30] Nitekim kitabın bazı bölümlerindeki fikirler duygulara dayanır, yazar fikrini gerekçelendirmek için ispatı da gerekli görmüyor. Eksisi artısı ile birlikte bu kitap kendini idrak etmek isteyen Türklüğün 20.yy’ın 1960-70’li yıllarında imdat çığlığı olması bakımından vazgeçilmez kaynaktır.
Yazar kitabın başlarında amacına açıklık getirir. İran’ın siyasi tarihinde sürekli olarak aktif rol oynayan soydaşlarının sağ veya sol fikirlere aşırı bağlılığından (‘sola vurgun, sağa meftun’ olmasından) ve kendisini unutmasından dolayı tedirgin olan yazar, millî sorunların araştırılması ve ortaya konulmasını millî görev olarak addetmektedir. Tebrizli Ali Fars şovenistinden daha çok Türk mankurtlarına öfkelenir, feryadını şu sözlerle ifade eder: “Yüzyıllarca, milyonlarca koyun gibi doğmuş, koyun gibi yemiş ve koyun gibi dışkılamış ve sonra koyun gibi ölmüş gidenlerimiz ve onların yerini tutanlarımız, her şeye karışmış, her oyuna baş vurmuş, tarih ve coğrafyayı okumuş ve yazmış, her şekilde diğer diller öğrenmiş ve öğretmiş, hâkim ve mahkûm olmuş, zengin-fakir olmuş, dünya milletlerini ve dillerini tanımış ve her türlü boyaya bulaşmış, ancak kendisinin ve milletinin kim olduğunu ve kim olacağını tanımamış ve hâlâ da tanımak istememekte ısrar etmektedir. [31]
Yazar, millî bilinç sürecinin ilk aşamasının “Kim imiş ve kimdir?” sorusuna cevap vermekten geçtiğini bildiğinden dolayı tarihî sorunlara özel bir yer ayırmıştır. Tebrizli Ali ve millî benliğini arayan her bir soydaşı için ‘millet olarak nerede yanlışımız oldu ki, şimdi bu güne kaldık?’ sorusuna cevap bulmak olağanüstü büyük bir öneme sahiptir.
Bu soruya cevap vermek için Tebrizli Ali tarihî geçmişin bilinen gerçeklerini hatırlatır. Tebrizli Ali’ye göre, İslamiyet öncesi dönemde Fars edebiyatı sadece bir kaç eserden ibaret idi: “İslamdan önce Acemlerin [Farsların] hiçbir edebi, nazmi, roman kitapları yoktur ve hâlâ bir kaç yırtık pırtık yer altında bulunan Sanskrit, Avesta, Mozdesna, Yeşt adlı kitapçıklar varsa da hürafeler ve bağnazlıklar için yazılmışlardır.” [32] Bu kitapların dili ile çağdaş Fars dili arasında alaka yoktur veya ayrı ayrı sözler benzese de şimdiki Farslar onları anlamazlar. Pan-İranistler’in İslamiyet öncesi İran/Fars tarihini yüceltmesini, yalan kuramlar uydurmasını Tebrizli Ali şiddetle reddetmektedir: “… bugünkü yalak Acem, o günün, o çirkin ve kanlı günün millî dil ve millî edebiyatından bahsettiğinde ve salaklayanda kendini gülünç duruma düşürür ve bütün dünyayı kendine güldürür.” [33] Tebrizli Ali, Arap ve Türkleri ‘zalim, yabani ve dilbilmez’ gibi tanıtanların ırkçılığına ititaz eder. Şöyle yazar: “Firdevsi Arap alfabesiyle ne için Türk şahı Mahmud Gaznevi’ye Şahname’yi yazmış? Bu uzun çağlar boyu Hekim Ferruhi Sistani, Ünsüri, Enveri, Geani Şirazi, Hafiz Şirazi, Vüsal Şirazi, Sadi Şirazi, […] Kemaleddin İsmail İsfehani, Meliküşşüara Bahar Horasani ve yüzlerce, binlerce şairler ve meddahlar hünerleri ve yeteneklerini Arap, özellikle Türk için nesar [kurban, hediye] takdim etmişler.” O, Türk hükümdarlarını yerli yersiz aşağılayan, Türk diline tiksintiyle yaklaşan ırkçı yazarları insaflı olmaya çağırmaktadır. Tebrizli Ali ırkçı yazarları eleştirdiği kadar, Türk hükümdarlarının millî dil ve edebiyata kayıtsızlığına da içten içe veryansın etmektedir. ‘Kuzeyden-güneye, doğudan-batıya olmak üzere büyük büyük imparatorluklar kuran’, ‘diğer milletlere dil ve milliyet tehmil etmeyen’ Türk sülalerinin siyasetinin bedelini çağdaş soydaşları ödüyorlar. Tebrizli Ali aynı Türk sülalelerini şu sözlerle kınar: “Kulluklarında yüzlerce küçük şahlar, hükümetler; tarih yazanlar, edipler ve şairler, mimarlar ve tabipler olan ata ve babalarımız, gelecek nesil için, yani bizler için hiçbir güzel millî miras, millî dil ve edebiyat, millî tarih bırakmamışlardır. Fakat günün nakti olan kudret ve gücüne tatmin olmuş, zamanı ve dünyayı küçük ve kısa görmüşlerdir.” [34] Orta çağlarda Türk seçkinleri içinde etnik taassubun olmaması (Nevai şaşırtıcı istisnalardan biridir) 20.yy’da ağır sonuçlar verdi. Tebrizli Ali şöyle yazar: “enginliğe ve servete, kudrete ve güce, güzel yiyip ve içmeye, bunun gibi ev bezeklerine ve yüzlerce böyle şeylere ve işlere kıymet ve değer verilirdi, ancak dile, edebiyata, millî kültüre, millî vicdana, kendini ve milletini tanımaya öyle bir gönül ve alaka verilmiyordu. Şimdi de bugünkü neslin elinde böyle bir millî kaynak yoktur, olmuş ya da kalmış olan varsa da ya gözlerden kaybolmuş ya da zamanın pası ve tozu ile örtülmüştür. [35]
Tebrizli Ali, orta çağlarda Türk-Fars ilişkilerini açıklığa kavuşturmak için Mahmud Gaznevi-Firdevsi hikayesini örnek göstermektedir. O, şair Firdevsi’ye elde olan kısıtlı kaynakları, özellikle şair Esedi’nin yazmış olduğu şiirleri bir yerde toplayıp ‘Sultan Mahmud Gaznevi’nin imparatorluğunda olan milletleri vahdete ve birliğe çağırmasının’ tavsiye edildiğini hatırlatır. Ancak hazırladığı Şahname ile ‘Firdevsi vahdet ve birlik yerine millî ayrılıklar ve kavmi düşmanlıklar türetmiştir.’ [36] Firdevsi dilsiz (acem) Farslar’ı yaşatmak için ‘baştan sona boynuzlu yalanlarla dolu bir çuval’ oluşturdu, Fars olmayanları aşağıladı. İşte buna göre de Firdevsi’ye vaad edilmiş para verilmedi. Sonraları Farslar, Firdevsi’nin Mahmud Gaznevi’ye yazdığı hicve dayanarak yalandan masallar uydurup yaydılar. Bu tarihî olaya açıklık getiren Tebrizli Ali, Farsların ana kitabı sayılan Şahname konusundaki fikirlerini özetler; bu eserde asıl konuların Balkan Albanya’sının [Arnavutluk] millî destanlarından alındığını (1); onu birkaç adamın, özellikle şair Esedi’nin yazdığını (2); Firdevsi’nin yazılmış hazır işleri değiştirerek ona düşmanlık katmış olduğunu (3) vurgular; Firdevsi ‘teyid etmiştir: Farslar, heman dilsiz Acemler imiş, o onları diriltmiştir (Ecem zendekerdem)’ (4); Firdevsi, şahı yeryüzünün tanrısı ve milletleri onun kulları saymıştır’ (5) diye kaydeder.
Tebrizli Ali’nin bu eserinde dikkati çeken diğer bir husus da Azerbaycan’da ilk defa Türkçü tarih konseptinin yer almasıdır.
Tebrizli Ali eserinin bir kaç bölümünü tarihî geçmişe adamıştır. Bu bölümlerin ana gayesi Fars şovenizmi ve Ari ırkçılığının tarihle alakalı uydurma tezlerini çürütmek, soydaşlarına doğru, inandırıcı bir tarih bilinci vermektir. Yazar, ‘Türk kimdir?’ başlıklı bölümde insanlığın oluşum alanının Orta Asya, Kuzey Çin, Altay dağları, Aral gölü sahilleri olduğunu vurgular. Ateş ve alevden ilk defa işte buralarda istifade edildiği fikrini ileri sürer. Dünya biliminin on yıllarca mücadele ve münakaşa ettiği bu meseleden sonra şimdiki Türklerin ve onların ecdadlarının yaşama alanı, onların sayısı meselelerine geçer. Bize göre, yazar bu meselelere duygusal yaklaşır, bir sürü abartılı anlatıma başvurur.
Türk Türeyiş destanının, eski Türk tarihinin izahı Türkoloji bilimine dayanır. Bu, İran şartlarında cesaret isteyen bir iş olmak dışında, aynı zamanda soydaşlarına gerekli akademik bilgiyi aktarmak bakımından da dikkat çekicidir. Eski Türk tarihinin Hunlar, Teoman, Mete, Atilla gibi konularının incelenmesi aşağılık kompleksinde olan soydaşlarının bilgi eksikliğini tamamlama açısından çok önemlidir. Burada dikkati çeken özelliklerden birisi de yazarın Moğol sorununa yaklaşımıdır. Resmî İran tarihçiliğinde nefretle söz edilen Moğollor, İran’a huzursuzluklar getiren asıl sebep olarak gösterilmektedirler. Tebrizli Ali, TürkTatar ve Moğolları aynı halk olarak görür ve onların kahramanlıklarla dolu geçmişini, etnografik özelliklerini gururla betimler. Yazarın okuyucusuna ve soydaşına verdiği mesaj şudur: Resmî İran tarihçiliğinin iddialarının aksine, senin gurur duyacağın bir millî tarihin vardır; bu, İran tarihinin bir parçası değil, genel Türk tarihinin bir bölümüdür.
Tebrizli Ali bütün çok milletli devletlerde büyük önem taşıyan millet anlayışına da yaklaşımını açıklıyor. O, milleti teşkil eden geleneksel unsurları (coğrafya, ekonomi, siyaset, medeniyet, kanun ve medeni hukuk birliği) sıraladıktan sonra onların ülkeden ülkeye, yerli şartlara göre değiştiğini kaydeder: “Milliyet, herkesin gözünde ve düşüncesinde ve kendisine mahsus olan ruhun ve inancın tesiri altında farklılık gösterir.” [37] Bu unsurların hepsi olsa bile onlar ülke insanlarını tek millete dönüştürmek için yeterli değildir, çünkü ‘dil ve ona bağlı olan edebiyat, folklor, adab ve rüsum, millî duygular ve millî vicdan (bilinç) ve bunların başında millî kültürü’ gözardı etmek mümkün değildir. Buna göre de “Fars kültürü içinde eritilen bilinçsiz Türkler, Türk kültürünün elli yıl boyunca zalimane şekilde istismara maruz kaldığını bilmedikleri halde, kendilerini tamamen Farslığa vurup gözden kaybolanlar da [dâhil] küçük bir dikkat ile [onların] Fars kavminden olmadıkları göze çarpar.” [38] Farslar ve Türkler arasında bu sahada ciddi farkların olması onların ayrı ayrı milletler olduğunu göstermektedir. Tebrizli Ali şöyle yazar: “Türkler ile Farslar’ın din birliği, yönetim birliği, coğrafya birliği, ekonomi birliği zorunlu olsa bile, hâlâ millî kimlik ve millî kültür birliği, millî özellik ve millî vicdan birliği olamaz, çünkü toprak (coğrafi) ve ekonomi ve rejim bir ola ola millî psikoloji, millî kültür ve dil, ruh hali bir değil ve bir olamaz. Çünkü her birinin kendine mahsus haysiyet, tarz, ruh hali, ahlak, sinir ve hatta geni vardır. Yani, bütün kavmi özellikleri ayrı ayrı olan iki milletin toprağı, ekonomisi, [siyasi] rejimi, toplumsal yapısı bir olsa da, ancak bu iki farklı milletleri bir millet edemez ve son aşamada her unsur kendi aslına döner.” [39]
Bilimsel bakımdan genellikle nesnel olan bu bakış açısı kitabın devam eden bölümünde (Milliyet ile Kavmiyet Farkı) karıştırılmakta, birbirine ters fikirler ileri sürülmektedir. Yazar burada kavim (etnos, etnik birlik) anlayışını tanımlar: “Her kavim diğer bir kavimden ayrı dil, edebiyat, tarih ve kültürü” ile farklılaşır. [40] Tebrizli’ye göre, ‘İran’ kelimesi belli bir kavime ait değildir, İran’da Araplar, Türkler, Beluçlar, Kürtler, Türkmenler ve Farslar yaşıyorlar ve ‘bunların çoğuna İran milleti ve İran devleti diyorlar.’ [41] Ancak birisine (Farslar’a) ev sahibi, başkasına (mesela Türklere) kiracı statüsü verilmesini yazar reddeder, İran’ı bütün milletlerin müşterek vatanı sayar. Anlaşıldığı üzere, Tebrizli Ali’nin millet ve kavim anlayışıları, uygun olarak Türk milleti ve İran milleti anlayışları bir birine karışır ve somut anlamını yitirir.
Yazar, Azerbaycan halkını (daha doğrusu onun çoğunluğunu) ‘Azerbaycanlı’, ya da ‘Azeri’ olarak tanımlamanın doğru olmadığını dile getirir: “İran Türklerini yalnız Azerbaycan adındaki kafeste tutsak edenlerin hilesini şimdilik bütün İran’da olan Türk kardeşlerimiz açıkça göze almamışlar ve bu gün Rusya’da [Sovyetler Birliği’nde], Avrupa’da, İran’da bize Türk yerine Azerbaycanlı adını zorla ve ısrarla dayatanların hedefi şudur, bize telkin etsinler ki, Türk sadece Azerbaycan’da olabilir, yalnız o yerde olduğu zaman da Türk değil, belki Azeri adını alabilir.” [42] Kitabın diğer bir yerinde yeniden bu konuya dönen Tebrizli Ali içi yana yana şunları yazar: “Başkaları bize Türk demekten çekinmiyorlar, bizimkiler cin bismillahtan korkar gibi korkmaktalar, çünkü ya kendilerine itimatları yoktur ya da diğer yerlerden destur veya emir almaktadırlar.” [43]
Tebrizli Ali’nin bu kitapta üstünde durduğu asıl fikirlerden birisi de millî bilince sahip soydaşlarının eski siyasi tecrübelerden ders alması gereğidir. Yukarıda da kaydedildiği gibi, Tebrizli Ali’yi bu kitabı yazmaya sevk eden sebeplerden birisi soydaşlarının popüler olan ideolojilere takıntısı ve kendi millî problemlerini unutmasıdır. Yazar bununla birlikte sağ ya da sol partilerin faaliyetine katılmama gibi bir isteği ileri sürmemektedir: “Herhangi biri hangi inanç ve mezhepte ve hangi yolda olmak istediği konusunda özgürdür ve hiç kimsenin filan gaye ve filan din adına skolastik devrinde olan kilise istibdadını yeniden kurmaya hakkı yoktur.” [44] Ancak ‘inançlar, meslekler ve kanunlar milletin hizmetindedir, neinki milliyet meramların ve kanunların hizmetindedir.” İşte bu bağlılık ve millî bilincin olmaması yüzünden yüzyıllarca İran Türklüğü milletler yarışında kaybetmektedir. Tebrizli Ali feryat eder; Bu kadar faciadan sonra hiç olmazsa şimdi tarihî tecrübemizden ve yanlışlarımızdan ders alalım.
Tebrizli Ali’ye göre, tam anlamıyla millî bilincin oluşamamasından dolayı devrimler ve ayaklanmalar döneminde Türkler’in millet olarak çok yanlışları oldu. “Meşrutiyet döneminde kendi elimizle Türk töresi olan Kacar’ı yıktık, bunun yanı sıra da Fırka’da millî namıyla üzerimize Rus kıyafetinde komünistler çıktı ve sonra Ruslar bizim üstümüzde Amerikalılar ile muamele edip, bizi eski düşmanımızın eline bıraktılar.” [45] Tebrizli bir diğer ifadesinde meselenin dramatik yanını ortaya koymuştur: “Meşrutiyette biz yorğa [rahvan] gittik, onlar [Farslar] bindiler, partilerde ve ittihadiyelerde bizler aza [üye] olduk, onlar rüesa [reis].” [46]
Pehlevi hâkimiyeti döneminde (1925-1979) Güney Azerbaycan’ın ve Türklüğün durumunu özetliyecek olursak birkaç önemli konunun altını çizmek gerekir.
Pehlevi rejiminin kurulduğu 1920’lerden sonra Güney Azerbaycan ve Türklük yarım asır boyunca dramatik bir dönem yaşadı. Milletleşme sürecinin taleplerine itina göstermeyen ve teşebbüsü Fars etnosuna bırakmış olan Türklük, bu yanlışlığın bedelini fazlasıyla ödemek mecburiyetinde kaldı. Tarihinde ilk defa mazlum millet durumuna düştü. Irkçı Pehlevi rejimi Türklüğün varlığını reddetti, onunla ilişkilerinde katı bir asimilasyon siyaseti yürüttü. Türklük, İran’ın bütünlüğü, Pehlevi hâkimiyeti için asıl tehlike sayıldı. 50 yıldan fazla süren bu eritme siyaseti hangi sonuçları doğurdu? Her şeyden önce, ülke halkının en az üçte birine veya %40’a yakın bir kısmını oluşturan Türkleri Farslaştırma siyaseti ırkçıların arzu ettiği sonucu vermedi. Farslardan farklı bir etnik birlik oldukları, farklı dili, kültürü, örf âdetleri, tarihî geçmişi olan çok milyonlu bir halkı asimile etmek mümkün olmadı. Rıza Pehlevi döneminde uygulanan Türklüğü inkâr, Azerbaycan’ı ezme siyaseti doğal olarak direnişle karşılaştı. 1941 yılından sonra Azerbaycan’da millî-demokratik hareket, özellikle 1945-1946’lı yıllardaki Millî Hükümet’in faaliyeti İran’da Türklüğün ayrıca millet olarak şekillenme azmini, kendi hakları uğrunda mücadele etme iradesini ortaya koydu. Millî-demokratik hareketin kanla boğulmasına rağmen, 21 Azer olayı İran’da Azerbaycan meselesinin millî-arazi özerkliği prensibine uygun olarak çözüm modelini ortaya koydu.
İran yazarı Celal Ale-Ahmed İran hükümetinin Azerbaycan’ı ‘kültür açısından kendi sömürgesi’ saydığını belirterek, İran yönetiminin dil siyaseti konusunda şunları söylemiştir: “Şimdi kırk yıldır ki, İran hükümetlerinin çabasıyla bu dili sadece sınırlamaya değil, hatta onu mahvetmeye çalıştılar. Onu ‘Azeri’ olarak tanımladılar, ona ‘zorla kabul ettirilmiş’ bir ad koydular, Azerbaycan’ın şehir ve mahallelerinin adını değiştirdiler, Türk asker ve memurunu Farsların yaşadığı bölgelere yolladılar ve aksine, ancak Türk dilini mahvetmek işinde küçük bir başarıya bile nail olamadılar.” [47] İran’ın eski Eğitim Bakanı Amuhte de bu başarısızlığı itiraf etme mecburiyetinde kalmış, 1953-62 yılları arasında devletin eğitim sistemi karşısında koyduğu amaca ulaşamadığını açıklamıştı: “Aynı yıllar boyunca Azerbaycan’ın kültürü ve eğitimi sahasında önemli bir gelişme görülmemiştir. Fars dili Azerbaycan ahalisi arasında yayılmamıştır.” [48] Ahalinin büyük bölümünün eğitimsiz olduğu bir ülkede Farslaştırma siyasetinin başarısı Pan-İranist siyasetçilerin ve yazarların arzusu olarak kaldı. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi, 1970’li yılların ortalarında Doğu Azerbaycan ostanında 6 yaşından büyük ahalinin yalnız %36,2‘si, Batı Azerbaycan’da %25,4’ü, Zencan’da ise %30,3’ü okuma-yazma biliyordu.
Pehlevi rejiminin Farslaştırma siyasetinin sonuçlarını değerlendirirken, Celal Ale-Ahmed’in verdiği bu olguya da dikkat çekmeye değer. Azerbaycan’da Türk ahalisi ile çevrilmiş İran dilli ahali grupları hızla Türkleşmek üzere idi. Milliyetçe Tat olan İran’ın bu demokrat yazarı şu ilginç sonucu ifade ediyor. Son zamanlara kadar Zencan ostanındaki eski Zehra bölüğünün 28 köyü Tat dilinde konuşurken, günümüzde yaklaşık 9 köyde Tat dili konuşuluyor. Yazar konuyu şu sözlerle vurguluyor: “Zencan ve Marağa’dan gelen Türk dili kasırga gibi yoluna çıkan İran lehçelerinin hepsini süpürüp götürmekteydi.” [49]
Pehlevi rejiminin asimilasyon siyasetinin başarılı olduğu alanlar da vardı. Bu siyaset Azerbaycan’ın sosyo-ekonomik bakımdan geride kalmasına, halkın büyük bölümünün kendi vatanını terk etmesine, buranın medeni açıdan gerilemesine neden olmuştur. Bu siyasetin en önemli sonuçlarından birisi de Türkler arasında milletleşme (millet inşaası) sürecinin son derece geciktirilmesi oldu. Bu aşamada da milli konsolidasyonun önemli şartları oluşamadı. İslam devrimi arefesinde resmî Pan-İranist, ırkçı tarih anlayışını şüphe altına alabilecek millî geçmiş anlayışı oluşamadı, Azerbaycan’ın geleceği ile bağlantılı gerekçelendirilmiş kavramlar ortaya atılmadı, farklı sebeblerden milletin ve dilin adı ile bağlantılı çeşitlilik (Türk, Azerbaycanlı, Azeri) oluştu.
Türkler’in eğitimli kesimi içinde etnik kökenini inkâr eden, Farslaşmış mankurtlar sayıca arttı. Yeni Kesreviler, Rızazade Şafaklar, Kazımzadeler, Mahmud Afşarlar meydana çıktı. Celal Ale-Ahmed’in kaydettiği gibi, devletin Türklüğe münasebette yürüttüğü siyasetin en hassas sonuçlarından birisi de ülkede Türkler ile Farslar arasında nifakın oluşması oldu. [50] Bir zamanlar Farsların Türkler hakkındaki saldırgan etnik yaftalama ve latifelerine Farslar hakkında stereotipler [kalıp yargılar] ilave edildi. Bu yeni durumun göstergesi olarak Tebrizli Ali’nin yukarıda gözden geçirdiğimiz kitabındaki Farslar hakkında çeşitli aşağılayıcı ifadeleri kaydedebiliriz.
Türkler arasında milletleşme sürecinin gecikmesi negatif durumunu, Türk millî hareketi ideolojisinin şekillenememesini, bu hareketin yeteri kadar teşkilatlanamaması tamamlamakta idi. Bu eksiklik de Azerbaycan’ın ve ülkedeki Türklüğün Pehlevi rejiminin buhranını hazırlıksız karşılamasına sebep oldu.
Dipnotlar
1 Azərbaycan (ADP MK-nın – Tudənin Azərbaycandakı yerli təşkilatının qəzeti), 29.12.1971.
2 Fred Halliday, İran: Dictatorship and Development, New Zealand, 1979, p. 216.
3 Örneğin bkz:В.И.Козлов, Динамика численности народов (Методология исследования и основные факторы), Москва: Наука, 1972, с.49; Формирования наций в Центральной и Юго-восточной Европе. Сборник статей,Москва: Наука, 1981, с. 247-251, 323-328.
4 Örneğin bkz: Mahmud Pənahiyan (Təbrizi)), Fərhənge coğrafiyaye melliye Torkane İranzəmin, c.3, (yersiz), s.34-35.
5 Bkz: Ali Şeriati, Bazgəşt, Tahran: Hoseyniyeyi-ərşad, 1357; Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, Ankara:Fecr, 2009.
6 MERİP Reports, Washington D.C., no 3, 1980, p.6-9.
7 Ali Rıza Nabdel, Azerbaycan və meseleyi melli, s. 38.
8 Bazı iddialara göre, baskıdan önce el yazması elden geçmiş, yazarın fikirleri tahrif edilmiştir. Bu, zayıf bir ihtimal sayılmalı, çünkü eserdeki fikirler yazarın üyesi olduğu teşkilatın program belgelerindeki hükümlere uygundur.
9 A.g.e., s. 4.
10 Ali Rıza Nabdel, Azerbaycan və meseleyi melli, s. 11.
11 A.g.e., s. 16.
12 A.g.e., s. 20.
13 A.g.e., s. 28.
14 A.g.e., s. 29.
15 A.g.e., s. 29-30.
16 A.g.e., s. 39.
17 Bijan Jazani, Capitalism and Revolution in İran, London, 1980.
18 Nokate gerxi dər bareye məsəleye melli dər İran və həlle an əz nəzəre Hezbe Tudeye İran, (yersiz, yılsız), s. 8-9.
19 Ervand Abrahamian, ‘Communism and Communalism in İran: The Tudah and the Firqah-i Dimukrat’, p.315-316.
20 Azerbaycan, N 7, 1983, s. 125.
21 Doktor Salamulla Cavid, O günün hasreti ile…Hatiralar, Bakü:Yurt, 2003, s.109.
22 Samed Behrengi, Pare-pare, Təbriz, 1342; Hüseyin Sadık, Asari əz şoərayi Azərbaycan, Tahran, 1352; Hüseyin Sadık, Vaqif – şaere zibai və həqiqət, Tebriz, 1347.
23 Celal Ale-Ahməd, Dər xedmət və xəyanəte rouşənfekran, c. 2, Tahran:Harezmi, 1357, s. 314.
24 Nəsib Nəsibzadə, Bölünmüş Azerbaycan, Bütün Azərbaycan, Bakü: Ay-Yıldız, 1997, s. 202203.
25 Tebrizli Ali, Edebiyat ve milliyet, s. 115-116.
26 Muhammed Ali Ferzane, Məbaniye dəsture zəbane Azərbaycan, Tebriz, 1344, s. 1-2.
27Azerbaycan dil bilgisinde yazım kuralları, Tahran, 1344; Muhammed Tagi Zehtabi, Ana dilimizi nasıl yazalım? [yersiz], 1360; Z.M. (Zehtabi), İran Türkçesinin sarfiyatı, [yersiz], 1955; Muhammed Ali Ferzane, Azerbaycan dilinin grameri, Tebriz, 1965; N. Vezinpur, Saxtemane fel dərzəbane Torki əz dideqane zəbanşenasi, Tahran, 1348.
28 S.M.Cad [Salamulla Cavid], Azerbaycan diline mahsus sarfiyat və nəhv,[yersiz, yılsız], “cim” sayfası.
29 Tebrizli Ali, Edebiyat və milliyet, Tahran: Atropat Kitabevi,[yısız]. Bu kitabın İranda son çapı 2010 yılında Dil ve Edebiyat adında, Güneş dergisi emekdaşlarının çalışmaları sonucunda, Səid Muğanlı’nın editörlüğüyle gerçekleşmiş. Kitabın ilk baskısındaki kapağında Dil ve Edebiyat, sayfa başlığında ise Edebiyat ve Milliyet. Birinci Cilt yazılmışdır. Yazar, galiba Dil ve Edebiyat’ı iki ciltte yayınlamayı planlamış, ancak tek birini yayınlayabilmiştir. Biz ilk baskının başlığını daha uyğun gördük.
30 Bkz: Abdullah Ağcaköylü, ‘Bilinmeyen Büyük Bir Türkçü ve Türkçeci Tebrizli Ali’, Türk Kültürü, sayı 1, yıl 1, Kasım 1962, s. 41-45; Abdullah Ağcaköylü, ‘Tebrizli Aliden Seçme Şiirler’, Türk Kültürü, sayı 2, yıl 1, Aralık 1962, s. 29-34; Н.Л.Насибзаде, ‘А.Р.Набдель и А.Табризли: Два уклона в идеологии национально-освободительного движения азербайджанцев в Иране’, Azərbaycan SSR Elmlər Akademiyasının Xəbərləri, Tarix, fəlsəfə və hüquq seriyası, 1988, N 2, s. 60-66.
31 Tebrizli Ali, Edebiyat və milliyyet, s.3. Alıntılarda orijinalın üslubunu mümkün olduğu kadar korumaya çalıştık.
32 A.g.e., s. 18.
33 Tebrizli Ali, Edebiyat və milliyyet, s. 18.
34 A.g.e., s. 101.
35 A.g.e. Türk sülalelerinin Fars kültürünü himayə etmesi, ancak Türk dil ve edebiyatına bigane kalmaları mevzusunu Ahmed Ağaoğlu və M. Emin Resulzade de incelemişler. Bkz: Nesib Nesibli, Ahmed Ağaoğlu İran hakkında, http://www.gunaz.tv/aze/14/articleCat/1/articleID/2260-RESULZADENIN-CAGDASNIZAMI-SI.html/inner/1; Nesib Nəsibli, Rəsulzadenin çağdaş “Nizamisi”, http://www.gunaz.tv/aze/14/articleCat/1/articleID/2260-RESULZADENIN-CAGDASNIZAMI-SI.html/inner/1
36 Tebrizli Ali, Edebiyat və milliyet, s.137.
37 Tebrizli Ali, Edebiyat ve milliyet, s. 87.
38 A.g.e., s. 90.
39 A.g.e., s. 89.
40 A.g.e., s. 91.
41 A.g.e., s. 92.
42 A.g.e., s. 88.
43 A.g.e., s. 130.
44 A.g.e., s. 95.
45 A.g.e., s. 104.
46 A.g.e., s. 54.
47 Celal Ale-Ahmed, Dər xedmət və xəyanəte rouşənfekran, c. 2, s. 138.
48 Xandəniha, 11.09.1962, s.9.
49 Celal Ale-Ahmed, Tatneşinhaye boluke Zəhra, Tahran, 1958, s. 43.
50 Celal Ale-Ahmed, Dər xedmət və xəyanəte rouşənfekran, c. 2, s. 139.