Yükleniyor...
Rusya, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Seçkinler Milliyetçiliği Hâlâ Yanlış Anlıyor
Yazan: Stephen M. Walt
Çeviren: Mustafa Çağrı Parmaksız
Herhangi bir ülkenin devlet başkanı ya da dışişleri bakanı, olmaz da hadi oldu ya naçizane tavsiyelerime başvurmak istese – durun canım telaşa kapılmayın hemen, böyle bir şeyin gerçekleşmesi pek ihtimal dâhilinde değil ama hadi diyelim ezkaza oldu – onlara ilk önce şunu söylerdim: “Milliyetçiliği hafife almayın, onun gücüne saygı gösterin!”
“Neden?” diye ses yükselttiğinizi duyur gibiyim. Hemen söyleyeyim! Çünkü geçtiğimiz yüzyılın büyük bir kısmına şöyle dönüp baktığımızda ve son günlerde neler olup bittiğini etraflıca düşündüğümüzde, milliyetçilik olgusunu kavramada, milliyetçiliğin gücünü takdir etmedeki acizlik, birçok siyasi lideri (ve tabii ki ülkelerini) altından kalkılmaz maliyetleri olan siyasi, ekonomik felaketlere sürüklemiş görünüyor. Bu hususa daha önce de değindiğimi hatırlıyorum. Bakmak isterseniz 2019[1], 2011[2] ve 2021 [3]yazılarım burada ancak son olaylar ışığında yeniden bir hatırlatma dozu uygulamakta, dersimize çalışmakta fayda var.
Soru: Milliyetçilik nedir?
Bence, cevabın iki veçhesi var.
İlki, dünyanın – ortak dil gibi, tarih gibi, ecdat gibi, coğrafi köken gibi – önemli kültürel özellikleri paylaşan sosyal gruplardan oluştuğunu kabul etmek ve belirli bir zaman içerisinde, bu gruplardan bazılarının kendilerini eşsiz, parçalanmaz bir varlık olarak görmeye başladıklarını ve artık kendilerine “millet” dediklerini hatırlamamız. Unutmayın, bir milletin kendi ana özellikleri hakkında ileri sürdükleri, kendisini tanımlama şekli, diğerlerine karşı ortaya koyduğu iddiaları ne biyolojik ne de tarihsel açıdan kesin olarak doğru olması gerekmez. Aslında, ulusal anlatılar, çoğunlukla geçmişin çarpıtılmış versiyonlarıdır. Fakat bunun hiç bir ehemmiyeti yok; esas önemli olan, bir milletin mensuplarının samimiyetle o millete ait olduklarına inanmalarıdır.
İkincisi, milliyetçilik doktrini, her milletin kendi kendini yönetme hakkına sahip olduğunu savunur ve o milletin yabancılar tarafından yönetilmemesi gerektiğini vurgular. Bu kapsamda, milliyetçi bakış açısı, ulusal sınırlarına girmeye ve kendi topraklarında ikamet etmeye hevesli başka kültürlerden göçmenler veya mülteciler başta olmak üzere, kendi sosyal gruplarına ait olmayanlara karşı, var olagelen uluslarını ihtiyatlı ve tedbirli hâle getirme eğilimindedir. Elbette göç binlerce yıldır devam ediyor. Birçok ülke içerisinde birden fazla ulusal grup barındırıyor ve bu grupların kaynaşması, iç içe geçmesi veya doğrudan asimilasyonu ancak ve ancak zaman içerisinde olabilecek bir şey. Mamafih, o milletin bir parçası addedilmeyen insanların o ülkedeki varlığı çoğu zaman önemli bir sorun, sıcak bir gündem meselesi oluyor. Ayrıca, göçmen sorunu ülke içerisindeki fikir ayrılıklarının, münakaşa ve anlaşmazlıkların itici gücü olabiliyor.
Şimdi gelin, milliyetçiliğin, onun değerini yeterince önemsemeyen liderleri nasıl zora soktuğuna, nasıl onları yoldan çıkardığına bir bakalım.
İlk örneğimiz, tahmin edebileceğiniz üzere, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, hızlı ve başarılı bir askerî harekât yoluyla Ukrayna’daki Rus etkisini yeniden kurma girişimini, Ukrayna milliyetçiliğinin nasıl engelleyebileceğini kestirmekteki başarısızlığı. İlk günden itibaren Rusya’nın giriştiği askerî harekât hataya ve yanlışa açık olmakla birlikte, Ukraynalıların cesurca ve beklenmedik direnişi Rusya’nın yolu üzerindeki en önemli engel oldu. Putin ve kurmayları, milletlerin yabancı bir işgal kuvvetine karşı durmaya, büyük kayıplar vermeyi göze alarak aslanlar gibi can vermeye her zaman hazır olduğu gerçeğini görmezden geldiler. Ve doğrusu, bugün, Ukraynalıların yaptığı tam olarak bu. Aslanlar gibi direniyorlar.
Fakat unutmayın, Putin, bu yanlışa düşen ilk siyasi lider değil! 20. yüzyılın büyük bir bölümünde, geniş sömürge imparatorluklarının Avrupalı yöneticileri, huzursuz/isyana hazır milletleri emperyalist tesirlerinin içerisinde tutmak için uzun, maliyetli ve beyhûde mücadeleler yürüttüler. Bu çabalar neredeyse her yerde -İrlanda, Hindistan, Çinhindi, Orta Doğu’nun birçok yerinde ve Afrika’nın büyük bir bölümünde- başarısızlığa uğradı ve dehşete düşüren insani maliyetlerle sonuçlandı. Japonya’nın 1931’den sonra Çin’i işgal etme ve burada bir nüfuz alanı kurma çabaları da aynı şekilde başarısız oldu.
Milliyetçiliğin değerini kavramak söz konusu olduğunda, diğerleri gibi ABD de iyi bir imtihan veremedi. ABD’li diplomat George Kennan başta olmak üzere, bazı ABD’li yetkililer, milliyetçiliğin komünizmden daha güçlü olduğunu ve “abidevi komünizm” korkusunun abartıldığını kabul etmiş olsalar da, ABD’li yetkililerin çoğunluğu, sol hareketlerin mensubu oldukları ülkelerin ulusal çıkarlarını feda edeceğinden ve ideolojik nedenlerle Moskova’nın arzularını yerine getirmekten çekinmeyeceği hususunda endişe etmeye devam ettiler. Vietnam Savaşı sırasında, milliyetçiliğin gücüne dair benzer bir körlük, ABD liderlerinin Kuzey Vietnam’ın ülkeyi yeniden birleştirmek için ödemeye hazır olduğu bedeli hafife almasına sebebiyet verdi. Sovyet Rusya altta kalır mı? Sovyetler Birliği, 1979’da Afganistan’ı işgal ettiğinde, Afganların yabancı bir işgal gücünü püskürtmek için şiddetle mücadele edeceklerini önceden kestiremediği için belasını buldu.
Ne yazık ki ABD’yi yöneten elitler, yukarıda değindiğim hadiselerden gereken dersleri çıkaramadılar. 11 Eylül saldırısından sonra, George W. Bush yönetimi, Iraklıların ve Afganların herkes gibi “özgür” olmayı arzuladıklarını ve ABD askerlerini âdeta “kurtarıcı” gibi karşılayacaklarını varsaydığı için, mevcut rejimleri devirmenin ve yerine göz kamaştıran “yeni bir demokrasi” getirmenin kolay olacağı zannına kapıldı. Beklentilerin aksine, Bush yönetiminin karşı karşıya kaldığı durum, Batı değer ve kurumlarını benimsemek istemeyen veya işgalci bir ordudan emir almayı reddeden yerel bir nüfusun inatçı, sonuç alıcı ve başarılı direnişiydi.
Milliyetçiliğin gücünü takdir edememek sadece savaşlar ve işgaller ile sınırlı değil. Avrupa Birliği, kısmen ulusal bağlılıkları aşmak, ortak bir Avrupa kimliğini teşvik etmek ve Avrupa’daki tekrar edegelen yıkıcı savaşlara sebebiyet veren rekabetçi baskıları azaltmak için kuruldu. Diğer faktörlerin daha önemli olduğunu iddia etsem de, AB’nin başarılı, rekabeti yatıştırıcı ve uzlaştırıcı sonuçlarının olduğu söylenebilir. Ancak millî kimlikler Avrupa’nın siyasi manzarasının kalıcı bir parçası olmaya devam ediyor ve millî kimlikler elitist yüksek beklentileri boşa düşürmeyi her daim başarıyor.
Öncelikle, AB’nin bizatihi yapısı, Brüksel’e çok fazla yetki devretmek istemeyen ulusal hükümetlere bazı ayrıcalıklar tanıyor. Bu meyanda, az önce bahsettiğim durum, AB’nin “ortak bir dış ilişkiler ve güvenlik politikası” geliştirmeye dönük tekrar edegelen girişimlerinin niçin büyük ölçüde ölü doğduğunu açıklıyor. Ve en önemlisi, herhangi bir kriz meydana geldiğinde, Avrupa milletlerinin her birinin krize karşı ilk tepkisi Brüksel’e değil, seçimle iş başına gelmiş yöneticilerine yönelmek oluyor. 2008’deki Avrupa Ekonomik Krizi (Euro-zone Crisis) ve yakın zamandaki COVID-19 salgını esnasında, Avrupa Birliği bariz bir biçimde ortalıkta görünemedi; bunun yerine, her ülke kendi başının çaresine bakmaya çalıştı.
Ayrıca, milliyetçiliğin kalıcı cazibesini takdir etmedeki başarısızlık, neden bu kadar çok insanın Brexit’i öngöremediğini veya aşırı sağ partilerin beklenmedik şekilde ortaya çıkışını ıskaladığını anlamamızı kolaylaştırıyor. Polonya’da iktidara gelen Hukuk ve Adalet Partisi (PİS) ve Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın Fidesz Partisi (Macar Yurttaş Birliği), AB’nin liberal değerleriyle doğrudan çelişen bir şekilde, kendi ülkelerinin milliyetçi duygularına seslenerek zafer kazandılar.
Nihayet, önemle adının zikredilmesi gereken kişi Donald Trump… Eski ABD Başkanı Trump’ın beklenmedik siyasi kariyeri, kendisini ateşli bir Amerikan milliyetçisi etiketiyle pazarlama kabiliyetine ve ülkeyi uçurumdan aşağı atmakla suçladığı güya çökmekte olan küreselci yozlaşmış seçkinler ile arasında karşıtlık kurma becerisine çok şey borçlu. Siyasi söylemi ve kamuya dönük yüzüyle, Trump, – “ Make America Great Again!”( Yeniden Büyük Amerika!) sloganıyla, “America First!” (Önce Amerika!) çıkışıyla veya göçmen karşıtı politikalarıyla- biraz da geçmişe özlem duyan bir Amerikan milliyetçiliğini siyasetinin en önüne ve merkezine yerleştirdi. Trump’ın bu ölçüde bir siyasi cazibe elde edişi karşısında hâlâ şaşkınlık yaşayanlar, onun milliyetçiliğin gücünü günümüz ABD siyasetinde herkesten daha etkili bir şekilde kullandığı gerçeğini kabul ederek işe başlamalılar.
Milliyetçiliğin kalıcı değerine dair bol miktarda kanıtı gözler önüne sermiş olmamıza rağmen, neden pek çok zeki lider, milliyetçiliği hafife almaya devam ediyor? Çok fazla emin olmasam da, bir yazılım hatasına benzer şekilde, milliyetçiliğin temel özelliklerinden birisi sorunun esas parçası olabilir. Misal, milletler kendilerini sadece eşsiz ve özel hissetmezler, ayrıca kendilerini diğerlerinden üstün görme eğilimindedirler. Tam da bu nedenle, herhangi bir çatışma çıktığında, kaderlerinde zafer yazılı olduğu serabına kapılırlar. Bu cehalet, bu büyüklük hissi, başka bir milletin onun dengi ya da hafazanallah ondan daha üstün olabileceği ihtimalini fark etmeyi zorlaştırır. Bazı Amerikalılar için VietCong’un veya Taliban’ın ABD’yi nasıl bozguna uğrattığını anlamak çok zor görünüyor. Aynı şekilde, Putin nazarında zavallı hükmündeki Ukraynalıların bir Rus işgaline karşı ayağa kalkması ve direnmesi, Putin açısından pek de tahmin edilebilir bir şey değildi.
Seçkinler, eğer hayatlarını ulus-ötesi, kozmopolit bir fanusun içinde sürdürmeye devam ediyorsa, milliyetçiliğin gücünü böylesi bir çevrede fark edemeyebilirler. Örneğin, her yıl İsviçre’nin Davos şehrindeki Dünya Ekonomik Forumu’na katılıyorsanız, dünyanın dört bir tarafıyla ticaret anlaşmaları yapabilecek durumdaysanız, birçok farklı milletten size benzer kafa yapısındaki insanla düşüp kalkıyor veya yurt dışında en az ülkenizdeki kadar rahat yaşayabiliyorsanız; kendi sosyal çevrenizin dışındaki insanların, bir memlekete, mahalli değer ve kurumlara ve en önemlisi bir millete ait olma hissine nasıl şiddetle bağlandıklarını kolayca fark edemeyebilirsiniz. Ayrıca, Liberalizmin bireye ve onun bireysel haklarına yaptığı vurgu, bir başka kör noktayı teşkil ediyor. Çünkü liberalizm, bakışımızı bireysel haklara çekerek; birçok insan ve topluluk için ait olduğu toplumla kurduğu bağın ve mensup olduğu milletin hayatta kalmasına dönük taahhütlerinin, bu gruplar açısından, bireysel özgürlüklerden daha önemli olduğu gerçeğini görmekten, bizleri uzaklaştırır.
İşte bu yüzden, eğer bir siyasi lider tavsiye almak için bana gelirse veya yakın zamanda uygulamak üzere tasarladığı bir dış politika hamlesi hakkında ne düşündüğümü sorarsa, o siyasiye ilk önce milliyetçiliği hesaba katıp katmadığını sorarım, daha sonra da milliyetçiliği görmezden geldiğinde, hesaba katmadığında büyük güçlere ne olduğunu ona hatırlatırdım. Ve Marksist ihtilalci Lev Troçki’nin sözlerini birazcık değiştirerek ona şunu söylerdim: Siz milliyetçilikle ilgilenmiyor olabilirsiniz ama milliyetçilik sizinle hâlâ ilgileniyor.
[1] You Can’t Defeat Nationalism, So Stop Trying
https://foreignpolicy.com/2019/06/04/you-cant-defeat-nationalism-so-stop-trying/
[2] Nationalism Rules
https://foreignpolicy.com/2011/07/15/nationalism-rules/
[3] Nationalism Is Underrated by Intellectuals
https://foreignpolicy.com/2021/08/03/nationalism-underrated-intellectuals-olympics-covid/