22.03.2023

Selefi Terör: İdlib krizinin tarihçesi

Günümüzde Türkiye'yi de etkisi altına alan İdlib Krizi ve sığınmacı akını hangi aşamalardan sonra bu duruma gelmişti? Arap Baharı, aslında Orta Doğu'nun merkezine atılmış bir bombaydı ve Arap ülkeleri baharın gelmesinden çoktan ümidini kesmişti.


Değerli okuyucularımız yazarımızın kaleme aldığı
Selefi Terör ve IŞİD’in ortaya çıkışını ele alan diğer yazılarının devamı niteliğindedir.
Önümüzdeki haftalarda da bu yazı dizisi devam edecektir.

 

Orta Doğu’nun son yıllardaki, nispeten en huzurlu dönemi  2006’da Zerkavî’nin öldürülmesi ile 2010 arasında geçen kısacık dört yıldır muhtemelen. Arap Baharı ile iyi gidiyor gibi görünen her şey ters yüz olacaktı. 2011’de başlayan Arap Baharı’nın en şiddetli vurduğu ülke olan Suriye’de 2020’de de iç savaş hâlâ sürmekte. Türkiye için bugün sığınmacı akını ve İdlib krizine dönüşen olaylar birdenbire olmadı. Bugün İdlib, kuzeyinde sıkışan Selefî gruplarla adeta patlamaya hazır, pimi çoktan çekilmiş ve dünyanın neredeyse tüm süper güçlerinin adeta birbirini yediği kanlı bir tiyatro sahnesine dönmüş durumda.

Suriye’de olayların nasıl başladığına ve hemen yanı başındaki Irak’ta bitti sanılan bir kâbusun şiddetlenerek nasıl geri döndüğünü hatırlayalım…

Yeni yüzyıla girerken Türkiye – Suriye ilişkileri

Göreve geldiğinde Hafız Esad’dan çok daha farklı, batıyla yakın, reformist ve eşi Esma Esad’la sıra dışı bir Arap lider profili çizen Beşşar Esad’dan herkes bir hayli umutluydu. Esad’ın bu imajını pekiştirmesinde Türkiye’nin rolü büyük oldu. Hafız Esad döneminde PKK ve buna bağlı hücre yapılanmalarına ev sahipliği yapması sonucu 1998 senesinde neredeyse savaşın eşiğine geldiğimiz Suriye ile ilişkiler, 10. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in Hafız Esad’ın cenazesine katılmasıyla düzelmeye başladı. Beşşar Esad’ın göreve gelmesiyle artarak sürdü. Baba Esad’ın da yakın dostu ve yardımcılığını yapan, Beşşar Esad’ın da vazgeçmediği Abdulhalim Haddam’ın 2000 Kasım’ında Türkiye’yi ziyareti ile eski defterler resmen kapanıyor, yepyeni bir Türkiye – Suriye ilişkileri dönemine giriliyordu.

 

 

 

Fransa’nın 14 Temmuz Fransa Bastille Ulusal Günü’nde protokolde ezber bozan bir isim; Suriye Devlet Başkanı Dr. Beşşar Esad. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ve AB liderleri ile bir arada. Akdeniz’de 2017’de başlayabildikleri doğalgaz rezervlerine ulaşmak, Irak petrolünü Suriye üzerinden İsrail’e, Lazkiye’den Avrupa’ya sevk etmek, Rusya’nın Orta Doğu’daki kalelerinden birini ele geçirmek, Lübnan başta Orta Doğu’da İran destekli Hizbullah gibi grupların tasfiyesi… Suriye jeostratejik ve jeopolitik anlamda çok değerliydi. Uyumlu bir lider, hayal edilebilecek en iyi şey olurdu batı için.

2004 senesinde Ankara’yı ziyaret ederek Suriye tarihinde Türkiye’yi ziyaret eden ilk Suriye devlet devlet başkanı olan Esad’ın bu ziyaretinden sonra tarihî adımlar arka arkaya geliyordu. Ortak banka kurma projesinden serbest ticaret anlaşmasına iki ülkenin ilişkisi bölgeye umut oluyor, Atatürk’ün Sadabat Paktı ruhuna uygun, çığır açan bir dönem başlıyordu.

 

 

2005 Şubat’ında Lübnan’ın efsanevî politikacısı Refik Hariri’ye düzenlenen suikast dünyanın gözünü Şam ve Tahran’a çevirmişti. Birkaç ay sonra yapılacak seçimlerde yeniden ülkeyi yönetmeye hazırlanan medya patronu, siyasetçi Hariri’nin öldürülmesinden, Esad sorumlu tutuluyordu. Lübnan’da Sedir Devrimi ile sokaklar “Esad defol, Suriye defol” sloganları ile çalkalanırken, Suriye’nin ülkedeki askeri varlığı tüm bölgede artan bir gerilime sebep oluyordu. ABD başkanı Bush, bu dönemde İran ve Suriye üzerinde baskılarını da giderek artırırken devreye giren Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, dünyaya “Suriye’nin en kısa sürede Lübnan’dan çekilmesini tamamlayacağını” duyururken Bush’a verdiği mesajda “İran ve Suriye, Türkiye’nin komşularıdır” diyerek bölgede çıkacak yeni bir krize de adeta bir set çekiyordu. NATO’nun en güçlü üyelerinden Türkiye’nin o güne kadar görülmemiş bir refleksle duruma el koyması ABD’nin pek hoşuna gitmemişse de AB, Türkiye’nin bu girişimini epey olumlu karşılamış, Türkiye’nin bölgede politik istikrarı sağlama konusunda bir ortak olabileceği fikri o dönem benimsenmişti. 2007 senesinde iki ülke, aralarındaki serbest ticaret anlaşmasını duyurmuş, 2009’da ortak bakanlar kurulu toplantısı ve hatta ortak askeri tatbikat ile zirve dönemini yaşamıştı.

 

Türkiye, elinden tuttuğu sert Baas Rejimi’ni dünyaya açıyordu adeta. Yine 2009 senesinde, Beşşar Esad’ın suçlandığı bir suikastla yaşamını yitiren Refik Hariri’nin oğlu Hariri ve Esad, Türkiye’nin çabaları ile bir araya gelmişti. Bu, hayal dahi edilemeyendi. Türkiye, Suriye ile yalnızca birebir ilişkilerini geliştirmiyor aynı zamanda Suriye’nin bölgedeki imajını düzeltmesi için de bir aracı ve Suriye’nin batıya açılan kapısı oluyordu. 2011’e kadar her şey Suriye için rüya gibiydi. Ve tabii Türkiye için de. Benim de okul sonrası profesyonel iş hayatımın başladığı ve Orta Doğu coğrafyasında sık sık seyahat ettiğim bu yıllarda Türkiye ve Türkler, Orta Doğu’nun önceliğe sahip biricik rol modeliydi. Libya, Mısır, Tunus, Katar, Bahreyn, Kuveyt, Suriye, Irak, BAE gibi ülkelerin marketlerinde Türk ürünleri, ekranlarda Türk yapımları, yükselen dev inşaatlarda Türk inşaat şirketlerinin ve tabii ki Türk bayrakları, Türkçe konuşan (konuşmaya çalışan) taksiciler, Osmanlı kıyafetli AVM, restoran, otel çalışanları…

Eğri oturup doğru konuşalım ki o dönem AK Partinin bölgesel politikası ve Erdoğan’ın bu ülke başkanları ile geliştirdiği bireysel ilişkilerini hemen her sektörde ekonomik avantaja çevirerek büyük ticarî anlaşmalarla sonuçlanan toplu iş gezileriyle bizzat ilgilenmesi tüm bunlara büyük etkendi.

Yıkım: Arap Baharı

“Irak’ta olan şey, yani demokrasi ve özgürlük getirmemizin diğer ülkelerdeki dalgalanan etkisidir Arap Baharı…” Dick Cheney – 46. ABD Başkan Yardımcısı – Kasım 2011

Körfez Ülkeleri, birbiri ile sınırlarını “kan ve irfanla” belirlememiştir. İngilizler ve batılılar tarafından “cetvelle” çizilen sınırlar her zaman istikşafî kalırken, aynı dili konuşan, aynı kültürel ve tarihî mirası paylaşan ülkeler içişlerini birbirinden ayırmak için her zaman büyük bir çaba harcamışlardır. Sosyal medyanın insan hayatına girmesiyle batıdaki akranlarını gören gençlerin kafa karışıklığını STK’ler ve medya üzerinden buralarda kemikleşmiş rejimlere karşı bir başkaldırıya dönüştüren batı, birinci ağızlardan defalarca bu devrimlerde(!) rolü olduğunu itiraf da etmiştir. Tunus’ta yanan ateşin kısa sürede Kuzey Afrika’dan Orta Doğu’ya kadar liderleri domino taşı gibi devirmesi işte böyle mümkün olmuştu.

Google Orta Doğu CEO’su Wael Ghonim, Arap Baharı eylemlerinde Mısır sokaklarında, siyah zeminde dikkat çekici kırmızı, turuncu, sarı renklerde sosyal mesaj içeren etiketlerin süslediği özel giysisi ile protestoculara eşlik ediyor. Ghonim, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in hapse atılmasıyla sonlanan ancak daha sonra ülkeyi askeri bir darbeye sürükleyen devrimlerin(!) en renkli simasıydı. Ghonim, şu an ABD’de yaşıyor…

1964 ve 1982 senelerinde Baas Rejimi’ne karşı isyan başlatan ve her ikisi de çok sert biçimde bastırılan ayaklanmalarda başrol oynayan Müslüman Kardeşler, 2011’de Hama, Humus, Halep gibi kentlerde hortlamıştı. Önceleri Suriyeli gençlerin renkli görüntülerle Beşşar Esad’ı protestoları ile başlayan ve tıpkı Mısır’daki gibi çarpıtılmış “onur cuması” gibi sivil itaatsizlik eylemlerine dönüşen gösteriler giderek sokak çatışmalarına dönüşüyordu. Sosyal medyada kusursuz İngilizce ve Arapçası ile gözyaşları eşliğinde halkı sokağa davet eden figürlerin yerini işaret parmağıyla gökyüzünü gösteren, yüzü kapalı Selefi figürler alacaktı Suriye’de. Suriye Hava Kuvvetleri’nde görevli subay olan Riyad el-Esad’ın Suriye Arap Ordusu’nda görevli tüm asker ve subayları Baas Rejimi’ni devirmeye davet ettiği bildirisi ile 2011 Temmuz ayında kurulan Özgür Suriye Ordusu, protestolarla başlayan olaylarda rejime karşı silahlı mücadeleyi başlatan ilk grup olacaktı.

Müslüman Kardeşler için tarihi öneme sahip kentlerden Hama’yı cehennemi andıran bir şiddet ele geçirmeden birkaç ay önce. Sivil protestocular Baas Rejimi’ni protesto ediyor ve hapisteki Müslüman Kardeşler üyesi mahkûmların salıverilmesi, siyasi parti kurma hakkı gibi makul taleplerini dile getiriyordu. Esad, bu protestoları batının oyunu, organizatörlerini de ajan diye nitelendirdi. Protestolar yakında yerini kanlı sokak çatışmalarına, ardından da Suriyeli bile olmayan on binlerce cihatçı ile Baas Rejimi arasında sıkışan sivillerin katliama uğradığı iç savaşa bırakacaktı.

Nusayri mezhebinden olan Esad ailesinin Sünnilere kasıtlı düşmanlık ve kıyım yaptığı söylemleri ve bu söylemlere delil teşkil eden Şam, Hama, Humus, Deyrezzor, İdlib, Halep gibi kentlerde rejimin orantısız kuvvet kullandığını gösteren videolar çok tehlikeli bir şeye kapı açıyordu; Selefî Terör…

El Nusra, IŞİD’e dönüşecek olan Mücahit Şura Konseyi Musul’da yapılanırken aktif rol alan ve örgüt lideri El Bağdadi’nin yakın adamlarından olan Al Julani liderliğinde Suriye Baas Rejimine ilk cihat eden yerel gruplardan biri olmuştu. Suriye’de Sünni bir Şeriat Devleti hedefleyen grup ilk deklarasyonunda Türkiye’yi de dinsiz olmakla suçlayarak hedef listesine koymuştu.

2011 senesi Mayıs ayı geldiğinde şiddetlenen çatışmalardan kaçan ilk Suriyeli sığınmacı grubu Türkiye’ye giriş yaparken, Suriye’de “kimin kime karşı olduğu” kargaşası sürüyordu. Mayıs ayı sonunda Humus’un Kuzeybatısından dünyayı şoke eden bir katliam haberi geldi. Suriye rejimine göre El Kaide unsurları, ÖSO gibi direnişçilere göre ise Baas Rejimine bağlı “Şabbiha” (hayalet) milisleri önce rejim tarafından bombalanan Houla kasabasına girmiş, 108 insanı vahşice katletmişti. Hafif ölçekli çatışmalar şeklinde yükselen gerilim tek bir olayda zirve yapmıştı.

 

Ahmet Davutoğlu’nun hariciye nazırlığı kariyerinin en büyük zarara sebep olan projesiydi Suriyeli sığınmacılar üzerinden Suriye’ye BM güçleri yerleştirme projesi. Davutoğlu’nun nereden tutsanız elinizde kalacak hesabına göre Suriye’den gelen sığınmacı sayısı 100.000’i bulunca bölgeye BM güçleri gelip konuşlanacak, Esad da birkaç ay içinde devrildiğinde Türkiye destekli Müslüman Kardeşler hükümeti Suriye’de yönetime gelecekti. Bugün Türkiye’de sayısı Türk nüfusuna göre 2 kat hızla artan 5.000.000 kadar sığınmacı var ve Davutoğlu’nun bu planının üzerinden 10 yıl kadar geçti… Alanım ve konumuz iç politika olmadığı için burada kesiyorum. Uluslararası İlişkiler 1. Sınıf öğrencisine dahi şunu anlatsanız size güler!

2012 yaz ayında, ülke genelinde son bir yılda 16.000 kişinin yaşamını yitirdiği çatışmaları Uluslararası Kızılhaç Örgütü “iç savaş” olarak tanımladı. Arap Baharı birçok ülkede yapacağını yapmıştı ama Suriye’de her şey yeni başlıyordu. ÖSO, Liwa al Islam, El Nusra gibi gruplar Sünniler adına, PKK’nin Suriye kolu olan YPG ise Kürtler adına Baas Rejimi’ne karşı mücadeleye girişirken, arkasında Rusya’nın desteğini hissetmeye başlayan Şam rejimi de ordu ve milis güçleriyle yangına körükle gitti. Daha kısa süre öncesine kadar Beşşar Esad’la Arap dünyasının dünyaya açılan kapısı ve modern yüzü olma iddiasındaki Suriye’de halk, şimdi Baas Rejimi ile Selefî ve Kürtçü ayrılıkçı terör arasında sıkışıp kalmıştı. Batının yere göğe sığdıramadığı Arap Baharı, Suriye’ye kan, ateş ve yıkım getirmişti.

Kâbus’un dönüşü: “Katiller Şeyhi” Ebu Musab’ın vârisleri!

Arap Baharı, tıpkı Dick Cheney’in dediği gibi Irak işgali ile başlayan sürecin devamındaki yeni bir fazdı. Demokrasinin, tıpkı bir hastalığın aşısı gibi Batı tarafından üretilip enjekte edilen ve diktatörlükleri yok eden bir ilaç olduğuna inandırılan Orta Doğu halkları bu ilaç için sokaklara dökülmüş, neticesinde uğruna bedel ödedikleri şey demokrasi değil tersine gelenin gideni arattığı korkunç yıkımlar olmuştu.

Suriye’de de bu taleplerle sokaklara dökülen halk, tıpkı birkaç sene önce Irak’taki akrabalarının yaşadığı kaderle yüzleşmişti. Dedik ya, sınırları cetvelle ayrılan Orta Doğu Arap halklarının kaderlerini birbirinden ayıran tek şey rejimleriydi. Halkını uluslaştırmaya çalışan Irak Baas Rejimi gittiğinde Iraklıların başına gelen şey şimdi Suriye Baas Rejimi sarsılırken Suriyelilerin kaderi oluyordu.

Şiî ve Sünnîler arasındaki çatışmaları sona erdirmek için başbakanlığa getirilen Şiî Nuri El Malikî, Bush görevde iken adeta bir ABD valisi gibi çalışıyordu. Kürt Talabanî, Sünnî Haşimî gibi yardımcılarla da hükümeti güçlendiren ABD, Mücahit Şura Konseyi (MŞK) saldırılarını da General Patraeus’un Sünnî aşiretlerden oluşan Sahwa Ordusu projesiyle büyük oranda durdurmuştu. Zerkavî’nin yok edilmesinden sonra Irak’ta başlayan yeniden yapılanma dönemi iyi idare edilmişti. Kuzey’de savaş boyunca ABD üssü olarak kullanılan Erbil merkezli bölge başta olmak üzere Anbar, Bağdat, Samarra, Basra gibi yerlerde Türk şirketlerinin konut, kamu binaları, havaalanları,, elektrik santrali, altyapı, köprü ve hatta HES inşaatları ile ülkenin çehresini değiştirecek atılımlar yapılmıştı.

 

İç savaşla harabeye dönen Irak’ı Türk inşaat şirketleri adeta yeniden yarattı. Hemen her kentte onlarca şantiye bölgeye istihdam sağlıyor, mezhep çatışmalarından yorulan Irak halkı ilk defa savaşın bittiğini yükselen yapılara baktıkça görüyordu. 2006 – 2013 arasında binlerce proje bitti. Ama yeniden alevlenen savaşla hem Türkiye büyük bir pazardan oldu hem de huzurun tadı Iraklıların damağında kalmış oldu.

Ama tabii ki her şey sütliman değildi. 2006’da Zerkavî öldürüldükten sonra ABD’nin ana hedefi Şiî lider Mukteda es-Sadr ve milis gücü olan Mehdi Ordusu olunca MŞK Musul’da gözlerden uzakta yeniden yapılanmaya girmişti. Mücahit Şura Konseyi, El Kaide gibi bir örgüt değildi. Diğer hiçbir örgüte benzemiyordu. Liderini, bakanlarını, komutanlarını oylama usulü seçerek belirleyecek bir şura ile gerçekten bir devlet kabinesi gibi görünüyordu. 2010’da, El-Masrî’nin öldürülmesinden sonra geçici olarak başkanlığa atanan Ebubekir el Bağdadî’yi (gerçek adı Ibrahim Awwad Ali al-Badri al-Samarrai) bir oylama ile lider tayin etmişti. Bağdat’ta İslam üzerine akademik eğitim alan ve hatta yüksek lisans, ardından da doktora yapan Ebubekir el Bağdadî, ömrü boyunca sessiz, içine kapanık asosyal bir portre çizmişti. 2003 senesinde silahlı olmayan, Müslüman Kardeşler tezleriyle harmanlanmış bir Selefî çizgiyi benimseyen Ceyşül el Sünni diye bir topluluk kurmuştu. 2004 senesinde CIA tarafından aranan el Nassaif adlı bir dostunun evinde iken ev basılmış, orada bulunan Bağdadî de sorgulanmadan Bukka Kampı cezaevine konmuştu. Bağdadî’nin cezaevi macerası 1 sene bile sürmemişse de, Ceyşül el Sünnî grubu lideri olarak verdiği vaazlar ve öğretilerle cezaevinde bir hayli popüler olmuştu. Hapishane yönetimi de oldukça sakin, işbirliği yapan ve dini sohbetleri esnasında sakinleştiren sohbetlerini gözlemlediği bu adamın koğuşlar arasında dolaşmasına hatta mahkûmları toplayıp sohbet vermesine izin vermişti. Ancak Bağdadî, toplu sohbetler yapmadığı sırada mahkûmların kulağına zehirli sözler fısıldıyordu. Dahası, mahkûmlarla sohbet ettikçe kendisi de etkilenen El Bağdadî, bu süreçte katı bir Selefî ideoloji benimsemişti. Giderek kalabalıklaşan Bukka Kampı’nda, zararlı biri olarak görülmeyen ve zaten Nassaif’in evinde tesadüfen yakalanmış, hakkında bir şüphe, suçlama dahi olmayan El Bağdadî 2004 Aralık ayında tahliye edildi.

Usame bin Ladin ve Ebu Musab el Zerkavî… Afganistan’dan dünyaya yayılan silahlı radikal İslamcılığın iki efsane(!) ismiydi. Zerkavi, bin Ladin’e rahmet okutmuştu. Bağdadî’nin örgütü ise estirdiği terör ve katliamlarla ikisinin toplamını da geçecekti. İçine kapanık, sakin bir tabiatı olduğu bilinen bu adam cihatçıların neredeyse yarım asırdır hayaliyle yanıp tutuştukları şeyi yapacak ve bir Hilafet ilan ederek Selefî ideolojinin hayallerini süsleyen yaşam tarzını ele geçirdiği yerlerde uygulayacaktı. Ebubekir el Bağdadî, Zerkavi’nin Mücahit Şura Konseyi’ni, Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) yapacaktı.

Bush’tan sonra Malikî ve Beyaz Saray’ın arasına adeta bir set çekilmişti. Bush’un adeta bir öğrenci gibi davrandığı ve neredeyse her gün görüştüğü Malikî bu bağın kopması ve 2009’da Obama yönetimi ile imzalanan SOFA (Güçlerin Statüsü Anlaşması) sonrası hem Şiî hem de Sünnîlerin gitmesini istediği ABD’yi ülkeden gönderen adam konumuna gelmiş ve artık kendi politikalarını izlemeye hazırdı. ABD askerlerinin büyük kısmı Irak’ı terk ettikten bir gün sonra Malikî’nin ilk işi Sünnî yardımcısı Haşimî hakkında tutuklama kararı çıkartmak oldu. Maliki, Mücahit Şura Konseyi’nin bastırılmasında büyük rol oynayan Sahwa Ordusunu da lağvedip, muharip komutanlarını farklı gerekçelerle tutuklamaya başladığında ülkedeki Sünnîler hareketlenmeye başladı. Gelen tepkilere aldırış etmeyen Malikî, parlamentodaki Sünnî siyasiler hakkında tutuklama kararları çıkarmaya ve çoğunu istifaya zorlamaya başladı. Ülke yeniden geriliyordu. Sünnîler sokaklara çıktı. Tıpkı 2003 – 2004 senelerindeki gibi protestolar sert müdahalelerle bastırılmaya başladı. Sünnîler yine varlık kaygısına düşmüş sokaklarda öfkeyle Malikî’yi protesto ediyorlardı. Disiplinsiz, acemi, topluluk psikolojisinden anlamayan Irak güvenlik güçleri göstericilere ateş açıyor, yaşlı, çocuk demeden yakalayabildiğini tutukluyor, tutuklayamazsa öldüresiye dövüyor ve göstericilerden karşılık gördükçe şiddetin dozunu artırıyorlardı.

Haşimi hakkında tutuklama kararı, Sahwa Ordusu’nun lağvedilmesi, Sünnî aşiretleri temsilen parlamentoda bulunan vekillerin tutuklanması veya istifaya zorlanması. Bush’un öğrencisi Nuri el Malikî, işleri berbat etmede en az Bush kadar becerikliydi. Komşusu Suriye ateşe düşmüş çırpınırken, Malikî Sünnîleri tedirgin edecek hamleleri korkmadan hayata geçiriyor, sokakları ya da Suriye’deki olayların ülkesine sıçrama olasılığını pek de umursamıyordu.

5 Ocak 2012’de Irak bitti sandığı bir kâbusa tam da orta yerinden uyandı. Bağdat ve Nasıriye kentlerinde Şiîlerin yaşadığı banliyölerde eşzamanlı patlayan bomba yüklü araçların sesleri Bağdat’a “sana bu kadar huzur yeter” diyordu adeta. Saldırı Mücahit Şura Konseyi lideri Ebubekir el Bağdadî tarafından üstlenildi. Kontrol altında tutulduğu sanılan ve Zerkavî’nin öldürülmesinin ardından örgütün başına geçen ve 2010’da öldürülen el-Masrî’den sonrası liderinin kim olduğu bile bilinmeyen –hatta umursanmayan–, Sahwa Ordusu’nun varlığı sebebiyle büyüyemediği düşünülen örgütün devlet olma iddiası alay konusu bile olmuştu. Kargaşadan avantaj elde etmek için pusuda yatan elbette sadece Mücahit Şura Konseyi değildi. Kasım Süleymanî de bu anı bekliyordu. Bombalı eylemlerden sonra Mehdî Ordusu, Irak’ın Şiî halkının hamisi rolü ve iddiasıyla tekrar sokaklara indi. Güvenlik güçleri bu sefer Şiîlerle karşı karşıyaydı. Bağdat yeniden barut, toz, kan, ter ve gözyaşına teslim oluyordu.

Bombalı araç saldırısı Zerkavî’nin imzası gibiydi. Irak’ta o dönem ABD güçlerine karşı yapılan saldırıların yalnızca %12’sini Zerkavî üstlenmişti ama bunların neredeyse yarısı bu tip saldırılar olunca en fazla zararı da Zerkavî vermiş oluyordu. 5 Ocak 2012’de kâbus geri döndü. Mücahit Şura Konseyi’nin üstlendiği ilk büyük saldırıydı ve yalnızca bir başlangıç olarak hatırlanacaktı.

Musul merkezli yapılanan MŞK bunca sene ABD Şiî milislerle uğraşırken muazzam kadrolar kurmuştu. İstihbarat ağı, eğitim medreseleri, sıkı eğitimden geçmiş disiplinli yönetim kadroları, haberleşme metotları, bölgesel ve mahalli yönetici ve teşkilatlar silah, mühimmat, gıda tedarik zinciri, gelirlerini yönettiği yatırımlar ve en önemlisi göreceli laik Baas Rejiminin, intikam ateşiyle yanıp tutuşan subaylarının tecrübeleriyle Irak’a kaos hakim olur olmaz MŞK ardı ardına bombalı araç saldırıları düzenlemeye başlamıştı.

2012 senesinde Tikrit’te çoğu yargılanıp hüküm giymiş El Kaide yöneticisinin bulunduğu cezaevini basarak mahkûmları bünyesine kattığında etki ağını daha da genişletmişti. MŞK karşısında aciz duruma düşen ve örgüte hedef haline geldikçe öfkesi artan Şiîleri koruyamayan Irak hükümeti, gittiği günü bayram ilan ettiği ABD güçlerini mumla arar olmuştu. Aynı sene, bu defa ABD işgalinin sembollerinden olan Ebu Gureyb hapishanesini basan örgüt, yüzlerce tecrübeli militanı daha serbest bıraktığında artık büyük işler yapmaya hazırdı. MŞK’nın kurucusu Ebu Musab el Zerkavî de, 2004 senesinde aynı hapishaneyi basmış, ABD zulmünün merkezi olan Ebu Gureyb tutsaklarının saflarına katılmasıyla Sünnilerin gözünde bir kurtarıcı haline gelmişti.

MŞK’nın ilk lideri Ebu Ömer el-Bağdadî zaten fazla yaşamamış ardından gelen Mısırlı el-Masrî ise öldürüldüğü 2010 senesine kadar pek ortada görülmemiş, yayınlanan birkaç ses kaydında zaten dikkate değer bir şey söylememişti. Bu ses kayıtları içinde önemli sayılabilecek tek bilgi, MŞK’nın yalnızca Irak’ta faaliyet gösteren ve El Kaide’den ayrı “Irak İslam Devleti” adını kullanmasıydı. Açıkçası, 2012 senesine kadar örgüt CIA, İran ve Irak tarafından Mücahit Şura Konseyi olarak etiketlenmişti. Irak İslam Devleti gibi diğer cihatçıların da ilgisini cezbedecek ve Irak Devleti’ni de küçük düşüreceğine inandıkları bu adı, 2012’den itibaren kullanmaya başladılar.

Önce Tikrit, sonra da Zerkavî’nin 2004’te Sünnîler arasında kahraman gibi anılmasına sebep olan Ebu Gureyb hapishaneleri sırasıyla MŞK’nın hedefi oldu. Yüzlerce tecrübeli El Kaide mahkûmu serbest kalarak örgüte katıldı. Tıpkı kâbus olduğunu bildiğiniz halde ne yaparsanız yapın uyanamamak gibiydi Irak’ın içine düştüğü hal. Unutmak için ellerinden geleni yaptıkları Zerkavî kâbusu 8 sene sonra geri dönmüştü, üstelik güçlenerek. Ebubekir el Bağdadî yalnızca askerî değil, psikolojik savaşta da tıpkı Zerkavi gibi düşmanlarına üstünlük kuracak hamleler yapıyordu.

Suriye iç savaşında şiddet sarmalı sivilleri adeta kıyma makinesindeki et parçaları gibi lime lime ederken, insanlık tarihinin en ağır iç savaşlarından biriyle sarsıldıktan sonra toparlanmaya çalışan Irak’ta ortaya çıkan Ebu Musab’ın vârisleri yapacaklarıyla o güne kadar yaşananları bile aratır hale gelecekti.

Yazar

Musa Uçan

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar