Yükleniyor...
Sosyal bütünleşmeden söz edebilmek için, “millet” ve “din” kavramlarının açıklanması gereklidir.
Sosyologlarca, “millet” en genel anlamda, aralarında dil, din ve ülkü birliği olan topluluklar şeklinde tanımlanır. Ülkü ve din iştirakinin birlikte doğurduğu tesir; aynı zamanda tarih, ahlâk, töre, gelenek ve san’at anlayışı beraberliğini de ifade eder.
Bu tanıma göre “millet”; belirli bir manevî kültürle şekillenmiş olan, başka bir deyişle, kültürde birlik ve bütünlük sağlamış toplulukların adı olmaktadır.
Ayrıca bilindiği gibi, kültürün maddî ve manevî olmak üzere iki temel unsuru vardır. Milletin benimsediği din, ahlâk, töre, gelenekler, tarih ve san’at gibi manevî değerler ile hem bu değerlere hem de ihtiyaçlara göre şekillenen maddî mahiyetteki sosyal yapı unsurlarının bütünü, kültürü oluşturur.
Sosyologlar, manevî değerlerin ve bu değerleri ortaya koyan değer hükümlerinin genellikle dinler tarafından getirildiğini kabul ederler çünkü insan hakları, adâlet, eşitlik, hürriyet kavramları ve bunları hedefleyen değer hükümleri –sosyal gelişme bakımından taşıdıkları önem sosyal bilimlerce ispat edilmeden çok evvel- dinî mahiyette olmak üzere ortaya konmuştur.[1]
Diğer taraftan millî birliğin, sosyal bütünleşmenin din birliğinden kuvvet aldığı bilinen bir gerçektir. Bunun içindir ki dinin bir milletin kültürünün temel unsurlarından biri olduğu kabul edilmektedir. Buna göre de Türk kültürünün temel unsurlarının başında din olarak “İslâm” gelmektedir ve İslâm da, Hz. Muhammed tarafından insanlığa tebliğ edilen ve Kur’an-ı Kerîm‘den ibaret olan mesajın adıdır çünkü bizzat Allah, Kur’ân-ı Kerîm ile insanlığa gönderilen mesajın, yani dînin adının “İslâm” olduğunu bildirmiştir[2]
Bu anlamda İslâm, Kur’ân-ı Kerîm demektir. Bu kitap, elbette tektir, ona inananlar için evrenseldir; değişmezdir. Ne var ki bu kitap, yani Kur’an-ı Kerîm, yani İslâm, insanlarla yine insanlar aracılığı ile konuşur. Ona eğilen, okuyan, üzerinde düşünen ve anlayan insana göre şekil kazanır. Onu konuşturan insandır.
Bırakınız “müteşabih” ayetlerini, “muhkem” ayetlerini[3] anlama, yorumlama ve uygulama hususunda bile sayısız denebilecek kadar çok ayrılık ve farklılık yaşanmıştır. Meşru halife Hz. Ali’ye karşı ayaklanan Haricîler de Emevî sultanı Muâviye de ortaya çıkan onlarca fırka da hep İslâm’a, yani Kur’ân-ı Kerîm’e dayandıkları iddiasıyla vücut buldular. O halde önemli olan bu kitabın, ona inananlar, yani Müslümanlar, tarafından anlaşılması, benimsenmesi, samimiyetle hayata geçirilmesidir.
Elbette bu faaliyet, kaçınılmaz bir biçimde, yaşanılan zaman, bulunulan coğrafya, siyasî, tarihî ve iktisadî şartlar ve çok önemli olarak da daha eski kültürlerin etkisiyle son derece değişik, renkli ve hattâ zengin yorumlar, anlayışlar ve biçimler yaratmıştır, yaratacaktır. Başka bir ifade ile bu dine inananlar ya da coğrafyaların kültürlerine dayalı olarak yeni zenginlikler ve cazibe kazanmakta ya da hedeflediği mesaja aykırı tutum ve davranışlar nedeniyle İslâm’ın yüzü kararmaktadır. Burada söz konusu olan töreler ve âdetler değil, bir “zihniyet” meselesidir; doğrudan doğruya Kur’an mesajını, yatay ve dikey boyutlarıyla özünden kavrayıp ortaya koyma tezidir; bir zihniyet temsilidir.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, adı bizzat Yüce Allah tarafından verilmiş olan İslâm dini, karmakarışık ve korkunç tezatlarla/çelişkilerle dolu toplumsal, ekonomik, ahlakî ve dinî anlayışın hüküm sürdüğü, insan şeref ve haysiyetinin sadece kabile şerefi ile eş tutulduğu, her türlü insanî değerin “değer” olma vasfını yitirdiği bir coğrafyada[4], Mekke’de, milâdî 610 yılında Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen ilk vahiyle başlamış ve Medîne’de 632 yılında tamamlanmıştır. Bu yönüyle İslâm, her türlü gelişmesini ve seyrini yakından takip edebildiğimiz Mekke-Medîne coğrafyasının 610–632 yılları arasındaki kesitini tarihsel, siyasal, toplumsal, kültürel ve ahlâkî yönden aksettiren ve bir “model” olarak alınan bir bölgeden hareketle bütün insanları “doğru yol”a ileten ve onları “esenlik yurduna çağıran”[5] bir dindir.
İşte Allah’ın “Oku” emriyle risâlet/ elçilik görevine başlayan örnek ve güvenilir insan Hz. Muhammed, bu çağrısını, dinin kökü ve esası demek olan şu üç esasa dayandırmıştır:
(1) Allah’a îmân; (2) Nübüvvete îmân -Melekler ve Kitaplara îmânı da içine alır- (3) Âhirete îmân. Başka bir deyişle, (1) Tevhîd; (2) Nübüvvet; (3) Me‘âd.
Bunlar, bir Müslümanın inanması gereken inanç esaslarıdır, ana prensiplerdir. Buna göre;
(1) Allah ‘bir‘dir, Tek yaratıcıdır. Gerçi müşrik Araplar, Allah’ın yaratıcılığına inanıyorlardı [bkz. 29. Ankebût, 61, 63; 31. Lokmân, 25; 39. Zümer, 38] ama kendilerini Allah’a yaklaştırsın ve şefaatçi olsunlar diye putlara tapmaktan [bkz. 39. Zümer, 3; 10.Yûnus,18] da geri kalmıyorlardı. Artık Araplar arasındaki puta tapma alışkanlığı tamamen kaldırılmıştır. Putlar, kesinlikle Allah olamazlar. Tek kudret ve rahmet sahibi ve yaratıcı ancak İhlâs Sûresi’nde tanımlanan Allah’tır.
(2) O (Hz. Muhammed), Allah’ın Resulü’dür; bütün insanlara hak yolu anlatmak, teblîğ etmek/bildirmek ve onları mutlak vuku bulacak kıyamet günü karşılaşabilecekleri azabın tehlikesine karşı uyarmak görevi ile görevlendirilmiş bir elçidir.
(3) Araplar Allah’ın yaratıcılığına inanmalarına rağmen, âhirete inanmamakta ve insanın varlığının ölüm ile tam bir yokluğa gömüldüğünü ve tekrar diriltilmeyeceklerini söylemekte idiler (bkz. 6. En‘âm, 29; 36.Yâ-Sîn, 78; 44. Duhân, 34–36; 45. Câsiye, 24). Onlara göre bir kimsenin başına gelenler hep dehr (zaman) yüzündendir. Bu anlayış, aslında, bedevî hayatına çok uygundur. Dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan insanlar, doğanın düzenine, hava şartlarına güven duyabilirler fakat Arabistan’da yağmur yağması gibi doğal olaylar bile oldukça düzensizdir. Onlar için kendi hayatlarına hâkim olan tek şey, dehr’dir.
Oysa Kur’an Araplara, bu dünya hayatından sonra başlayacak ebedî/sonsuz bir hayat olduğunu ve herkesin öldükten sonra diriltilerek dünyadaki hareketlerinin hesabının kendisinden sorulacağını; ameli iyi ve düzgün olanların, yani işini/ mesleğini iyi ve hakkıyla yerine getirenlerin ödüllendirileceğini, kötü olanların ise cezaya çarptırılacağını söylediğinde onlar, Hz. Peygamber’e şiddetle karşı çıkmışlardı. Onlara göre kabilenin dinini inkâr ederek sadece Allah’ın varlık ve egemenliğini kabul etmek, yani tevhîd’e inanmak ve bağlanmak demek, siyasî ve toplumsal açıdan itaatsizlik ve ataların sünneti’ne[6] ihanet demekti.
Öte yandan tevhîd, diğer ilâhî dinlerin olduğu gibi, İslâm’ın da vazgeçilmez şartıdır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah’ın yoluna uymayı”, “çözülüp dağılmamak için birlik içinde olmayı”, insanın doğru yola yöneltilmesini, doğru yolun dışındaki dalâlet/sapıklık yollarından korunmasını buyuran pek çok ayet vardır. Aslında Kur’ân da indirildiği Mekke-Medîne coğrafyasında milâdî 610 – 632 yılları arasında, o günkü Arap toplumunun örf ve âdetleri, tarihsel, toplumsal, kültürel, ahlâkî ve dinî durumu ile ilgili sorunlar ve bu sorunlara doğrudan cevaplar ve çözümler getirmiştir. Hattâ o, “çoğunlukla somut tarihî olaylar içerisinde karşılaşılan belli sorunlara cevap teşkil eden ahlakî, dinî ve toplumsal açıklamaları içermektedir.”[7]
Onun içindir ki indirildiği dönemin ve coğrafyanın bütün şartları tam olarak tanınmadan, Kur’ân’ın muhtevası/ içeriği ve amacı gereğince kavranamaz. Meselâ Mekke ve Medîne’nin şartları birbirinden çok farklı olduğu için, Kur’ân’ın mesajı da Mekke ve Medîne dönemlerinde gerek üslûp gerekse muhteva/içerik açısından farklılık gösterir.
Nitekim Yüce Allah, Mekke’de ilk inen ayet ve surelerde toplumun çözüm bekleyen hayatî meselelerinin şirk /Allah’a ortak koşma, puta tapma, âhirete inanmama, fakirlerin sömürülmesi, ekonomik ve toplumsal ahlâksızlık, topluma karşı sorumsuz davranışlar olduğunu açık ve kısa ifadelerle ama anlamı derin ve düşündürücü bir üslupla sıkça söyler.
Medîne’de ise İslâm, çok kültürlü ve çok dinli bir ortamın dinidir. Burada Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlarla daha yakın bir temas içinde birlikte, iç içe yaşadılar. Hattâ çok kısa sürede Medîne’de kurulan şehir devletinin yönetiminde söz sahibi oldular ve diğer din mensuplarıyla, uzun ömürlü olmamışsa da “Medîne Sözleşmesi” diye meşhur olmuş, birlikte yaşama antlaşmasını hazırladılar ve uyguladılar. Dolayısıyla burada inen ayetler ve sureler, bir şehir devletinde o günün şartlarının gerektirdiği idarî, hukukî, askerî düzenlemelerle ilgili hususları ihtiva eder.[8]
Ayrıca İslâm’da inanma ile bilgi arasındaki ilgi ve ilişki konusu çok önemlidir.[9] Çünkü îmân, her şeyden evvel “görünmeyeni kabul”e dayandığı için, tamamen “soyut”, aklî ve zihnî bir eylemdir; kalb ile tasdîktir. İslâm, insanları inanılacak “temel hakîkat”in Allah olduğunu düşünmeye, araştırmaya, öğrenmeye ve bilgi peşinde koşmaya teşvik edip “ataları körü körüne taklit” anlayışından uzaklaşmaya çağırmakla, yaşanılan dünyada îmân, adâlet ve ahlâkın egemen olduğu bir hayatın var kılınmasını amaçlamaktadır.
Esasen Kur’ân, o günün Araplarına, bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için düşünmeleri ve akıllarını kullanmalarıdır çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülüğü, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir.
Nitekim Kur’ân’da yüzlerce yerde yerde ilim ve ilme teşvîk buyrulmaktadır. Ayetlerde tekrar tekrar gündeme getirilen “düşünme”, “tefekkür”, “görme” ve “ibret alma” ifadeleri, Allah’ın varlığını ispat ya da onunla ilgili delilleri bulmak için çabalamak değil; insanın kendini bütünüyle Allah’a vererek ve O’na olan “bağlılığını” unutmayarak Allah’ı “keşfetmek” ve O’nu “bulmak” yolunda “gayba îmân” idrakini geliştirmesi demektir.[10]
Demek ki Kur’ân’a göre insanlar,
♦ artık zanna uymayı terk ederek akıllarını kullanacak,
♦ Allah’ın nimetleri üzerinde düşünecek,
♦ geçmiş olaylardan ibret alacak ve
♦ tamamını Allah’ın ayetleri olarak vasıflandırdığı “evren”in hakikatini anlamaya ve sırlarını çözmeye yönelecek,
♦ gözlerini ve gönüllerini öğrenmeye ve bilmeye açacaklardır.
Böylece onlar, artık girişecekleri bu ciddî irâdî faaliyetin sonucunda da bilimsel bilgiyi en üst seviyelere çıkararak onu Kur’ân’ın gösterdiği istikamette insanlığın hayrına sunma becerisini göstereceklerdir.
Kur’ân’ın inananları sürekli kendi iradeleri ve gayretleriyle bilimsel bilgiye ulaşmaya teşvik özelliği, her şeyden önce, onun, körü körüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, sorgulayan, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık delilidir. Kur’ân’a göre bilgiye dayanmayan ve dolayısıyla bilimsel bir temeli bulunmayan hiçbir açıklamanın, yorumun ya da söylentinin[11] değeri ve gerçekliğinden söz edilemez.
Ayrıca bu hususlardaki emirler ve tavsiyeler, insanların inanma ve Kur’ân’ı kabul etmede tam bir fikir ve hareket serbestliği içinde bulunuşlarının da ifadesidir; çünkü Kur’ân’ın takip ettiği metod/ yöntem, iknâ ve telkîn metodudur. İknâ ve telkîn, ancak akıl sahibi olan insan için söz konusudur.
Bu sebepten Kur’ân, “düşünmek”, “tefekkür etmek”, “ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl üzerinde ısrarla ve önemle durur.
Kur’ân’a göre akıl, sadece hakem ve doğruyu eğriden ayırmak üzere başvurulan esaslı bir prensip değil, aynı zamanda sürekli işleyen esaslı bir bilgi kaynağıdır. Bu bakımdan akıl, duyulardan gelen verileri değerlendirir, ayıklar, çelişkiden arındırır.
Öte yandan Kur’ân’ın hükümlerindeki amaçlar ve hedefler, yani “makāsıd” araştırılırken teker teker ayetleri esas alarak yorumlamaya gitmek yerine, doğrudan o ayetin kendisi, bağlamı, biçimi, yer aldığı sûrenin ve nihayet Kur’ân’ın temel ve tarihî bütünlüğü mutlaka dikkate alınmalıdır.
Ayrıca ayetlerin anlaşılma ve ifadelerindeki kesinlik yönünden aynı seviyede olmadığı hiç akıldan çıkarılmamalıdır.
Aynı şekilde insanın kolaylıkla kavrayamayacağı soyut konularla ilgili olup da insanların anlayışlarına yaklaştırmak için benzetme ve örnekleme yoluyla ifade edilmiş ayetlerdeki kelimeleri, oldukları gibi, yani maddî anlamlarıyla değerlendirmekten kaçınmalı ve Kur’ân’ın “bütünlüğü” mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Bilhassa Allah’ın zâtı ve sıfatları, cennet, cehennem, âhiret, kıyamet ve benzeri konular ile günlük hayattan söz eden ayetlerin üslûp özelliklerine ve bu ayetlerin Kur’ân’ın bütünlüğü içindeki gaye ve hedeflerine dikkat edilmelidir.
Üstelik Kur’ân-ı Kerîm’in ayetleri, ifadelerindeki sadelik ve kesinlik, anlaşılmalarındaki kolaylık bakımından aynı seviyede değildir. Bu sebepten Müslümanların bu neviden ayetleri anlayış ve değerlendirmeleri, dün de ayrı ayrı olmuştu; bugün de olmaktadır.
İslâm dünyasında pek çok mezhep, tarikat, zümre ve benzeri toplulukların var oluşu, Müslümanların kaçınamayacakları bir durumdur. Özgür aklın, fikir ve vicdan hürriyetinin hâkim olduğu bir çevrede, îmân ve hayat meseleleri ile ilgili birtakım görüşlerin, fikirlerin ve hattâ tartışmaların ortaya çıkması ve farklılaşmaların bulunması da çok doğaldır.
Unutulmamalıdır ki Kur’ân, bir Müslüman için eline alıp okuduğu, üzerinde düşündüğü, yorumladığı ve ulaştığı sonuçları hayata geçirmeğe uğraştığı bir kitaptır ama o, Allah’ın kelâmı’dır, yani “söz”dür. Kelâm, söz ise tamamen mücerrettir, soyuttur.
İşte bir yanda bu “soyut” ve sadece “kelâm”dan, “söz”den ibaret olan Kur’ân’ın her şeyi “Oku!” emri, diğer yanda da akıl sahibi her varlığın, okumak, öğrenmek, düşünmek ve değerlendirmek mecburiyeti omuzlarına kat’î birer sorumluluk ve yükümlülük olarak yüklenmiş olduğuna göre, her Müslümanın Kur’ân üzerinde düşünmesi ve onu kendi anlayış ve idrak seviyesine göre algılaması ve açıklaması yadırganmamalıdır. İsabetli ve doğru yoruma ulaşabilmek için, delillerin bütününün ele alınması, yani Kur’ân’ın tarihî bütünlüğü içinde okunması ve onun gösterdiği ana hedeften sapılmaması şarttır.
Üstelik şu gerçek, kesinlikle gözden ırak tutulmamalı ve kat’iyyen unutulmamalıdır:
Özü itibariyle değişmez bir din, bizzat kendi dinamizminden kaynaklanan sürekli değişim sistemi içinde yeni oluşan şartlara ve farklı ortamlara göre yorumlanmak zorundadır. Doğası bunu gerektirir.
Öte yandan açıkça biliyoruz ki, Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve yasaklarından amaç; başta,
♦ adâletin sağlanması [4. Nisa, 58];
♦ zulmün, kötülüğün ortadan kaldırılması [3. Âl-i İmrân, 108];
♦ kolaylaştırma [2. Bakara, 185];
♦ güçlük çıkarmama ve sıkıntıyı giderme [5. Mâide, 6];
♦ kamu düzenine (maslahat-ı ‘âmme) itibar’dır.
Bu durumda yeni olaylara cevap bulma hususunda, pekâlâ İslâm hukukunun kaynakları yanında kendi tarihimizin olduğu kadar başka ülkelerin tecrübelerinden de istifade etmek mümkün, hattâ gereklidir.
Nitekim ilk dört halife döneminde, o günkü toplumun hem idarî hem de iktisadî ihtiyaçlarına bir cevap olmak üzere, idare, vergi ve benzeri konularda Sasanî ve Bizans İmparatorluklarının uygulamaları alınmış ve bundan dolayı da hiç gocunulmamıştır.[12]
Geleneklerin harmanında savrulmuş ve dinî hayat konusunda herhangi bir sorusu ya da sorunu olmayan bir Müslüman için her şeyinin Kur’ân hükümlerine göre düzenlenmesini istemek en tabiî hakkıdır ancak etrafında bunca gürültü kopartılan ve toplumun işleyişini Kur’ân’a göre tanzim edilmesini gerektirecek “muâmelât” yani insanın söz, fiil ve davranışları ile insanların kendi aralarındaki ilişkilerin düzenlenmesi ile ilgili hüküm ayetleri, ilâhî mesajın tarihî toplum içindeki yatay boyutudur ve dolayısıyla konjonktüreldir. Bu sebeple, bu ayetler mutlaka yorumlanmayı ama lâfzıyla, yani mot á mot değil, amacı doğrultusunda ve ruhuyla anlaşılması gerektiğinin bir göstergesidir.
Şüphesiz bazı istisnaları bulunmakla beraber sanki bir genel kuralmışçasına şu husus zikredilebilir:
Muamelât yani dünya işi olarak mütalaa edilen yapıp-etmeler, hakkında nass bulunanlar da dâhil, tamamı ictihadî‘dir, yoruma bağlı’dır.
Bunlarla ilgili hususlarda, içinde bulunulan şartlara göre gerekli düzenleme ve uygulamalarda bulunma yetki ve sorumluluğu devlete aittir.
Başka bir deyişle, nass‘larla yani Allah’ın ya da Hz. Peygamber’in emri ile bildirilen muamelât hükümleri, îman ve ibadetle ilgili olanları hariç, örf ve âdetlerin değişmesi ile değişebilir.
İmam Âzam Ebû Hanife, dinin birliği ve şerî‘atların farklılığı konusunda çok önemli meseleleri açıklığa kavuşturmaktadır:[13]
“Bilmiyor musun ki Allah’ın resûlleri -Allah hepsine salât ve selâm eylesin- muhtelif dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resûlün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Çünkü peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her resûl kendi şeriatına davet ediyor, kendinden önceki resûlün şeriatına uymaktan nehyediyordu; zira resûllerin şeriatları çok muhteliftir. Bundan dolayı, Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de,
‘Sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı’ [14]
buyurmuştur. Allah, bütün peygamberlere tevhid demek olan dinin ikamesini, dinlerini tek bir din kıldığı için de ayrılmamalarını emretmiştir:
‘O, size, dinden Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi; dini doğru tutun ve ondan ayrılığa düşmeyin diye, kanun yaptı.’[15],
‘Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, ‘Ben’den başka hiçbir ilâh yoktur, ancak Bana ibadet edin’, diye vahyetmiş olmayalım’ [16];
‘Allah’ın yarattığı değiştirilmez, en doğru din budur’ [17]
Yani Allah’ın dini değiştirilemez. Nitekim din; tebdil, tahvil ve tağyir edilmemiştir. Şeriatler ise tebdil ve tağyir edilmiştir. Zira birtakım şeyler bazı insanlar için helâl iken, Allah onları diğer insanlara haram kılmıştır. Birçok emir vardır ki Allah onların yapılmasını bir kısım insanlara emrettiği halde diğer insanları, onları işlemekten nehyetmiştir. O halde, şeriatler çok ve muhteliftir. Şeraitler, farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün nehyettiklerinden (yasakladıklarından) kaçınmak din olsa idi; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi bir şeyi işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kâfir olmuş olurdu. Bu durumda kâfir olan kimsenin de Müslümanlarla kendi arasında cereyan eden nikâhlanma, miras, cenazesinin peşinden gitmek, kestiklerini yemek ve benzeri hususlar ortadan kalkmış olurdu. Oysaki Allah, mü’minler arasında can ve mallarının korunup haram kılınmasının sebebi olan îman dolayısıyla bu hususları farz kılmıştır…”
Bu durumda şir‘at ve minhâc, din ve toplum hayatında,
♦ zamana;
♦ o toplumda yaşayan insanların bilgi, beceri ve imkânlarına;
♦ kısaca dinî, siyasî, sosyal ve ekonomik her türlü hayatı yaşanılan dönem ve şartlarda egemen olan zihniyete göre düzenlemeyi/ tesis etmeyi ifade eden kavramlardır.[18]
Görülüyor ki şerîat, Allah’ın peygamberlerine ayrı ayrı bildirdiği hükümlerdir, üzerinde yürüyecekleri yollardır; hepsininki birbirine göre farklıdır ve zamana ve şartlara göre değişebilir ama her durumda ed-dîn’i, yani el-islâm’ı de içine alan ana gövdedir.
Bunun içindir ki gerek Hz. Peygamber, gerek ilk dört halîfe döneminde ed-dîn ile şerîat arasında kesinlikle bir aynîleştirmeden, başka bir ifade ile şerîat’ın dondurulmasından/ sabitleştirilmesinden söz edilemez.
Tam tersine o dönemlerin Müslümanları ve yöneticileri, ed-dîn’in ne istediğini, insana temel “değer” olarak neyi teklif etmekte olduğunu çok iyi biliyorlardı. Onlar için ed-dîn, yani Kur’ân, kabileci bir toplumun vazgeçemediği değerler olan asalet, soy, neseb ve şerefin ölçü kılındığı bir toplum değil, insanların eşit görüldüğü, fakirlerin sömürülüp yağmalanmadığı, can ve mal güvenliğinin esas alındığı, tek ve her şeye hâkim olan Allah’a îmânın ve takvânın/sorumluluk bilincinin değerini ve üstünlüğünü bilerek yaşayan, araştıran, soran ve sorgulayan, şirk ve ahlâksızlıktan arınmış bir toplumun oluşturulmasını istemektedir. Bu hususlarda sayısız denebilecek zenginlikte örnekler vermek mümkündür.
Aslında bütün bu doğal ve olması gerekli gelişmeler bize açıkça göstermektedir ki İslâm’da Hz. Peygamber’in Allah’ın Elçisi olarak görevini tamamladıktan sonra toplumun yönetimini üstlenen halifeler, Kur’ân’ın temel ilkeleri çerçevesinde ferdin ve toplumun ihtiyacı olan meselelere cevap bulmakta kendilerini rahat hissetmişlerdir çünkü onlar, Hz. Peygamber’in sahip olduğu bütün vasıfları, en azından peygamberliği şahıslarında toplayamayacaklarını; oturdukları “halifelik” koltuğunun sadece idarî, siyasî ve toplumsal bir makam olduğunu biliyorlardı.
Hal böyle olmasına rağmen maalesef çok erken dönemlerden itibaren ulema, yani İslâm bilginleri, Hz. Ömer’in zihniyet ve uygulamalarını bir kenara koyarak, şerîat’ın sabit, evrensel, sadece indirildiği 610–632 dönemini değil, bütün zamanları kapsadığı kanaatine kapılmışlardır. Meselâ onlara göre, Kur’ân’daki kavramlar, İslâm öncesi dönemde belli bir evrim sürecinden geçerek mevcut halini almış ve vahiy içerisinde kullanıldıktan sonra bu gelişimini sürdürecek kavramlar değil; Tanrı’nın indindeki mutlak hakikati temsil eden kavramlardır. Bu yüzden de sonsuza kadar geçerli ve değişmezdir.[19]
Daha baştan itibaren İslâm’da îmân ve ibadet hükümleri dışındaki muamelât ile ilgili şerîat hükümlerinin her zaman değişime açık ictihadî/ yoruma bağlı konular olduğunda hiçbir tereddüdü bulunmayan akılcı İmam Mâturidî (ö.333/944) ile Mu‘tezile mezhebinin ve daha sonra da Endülüslü âlim Şâtıbî’nin (ö.790/1388) anlayışı ve görüşü yerine, “statükocu” ve insanı “edilgen” kılan Eş‘arî anlayışın Allah ve insan görüşü egemen kılınınca, dinin yatay boyutunu oluşturan muamelât hükümlerinden ibaret “şerîat” da tıpkı “dîn” gibi “değişmez”lik zırhına büründürülmüştür. Bununla da yetinilmemiş, Hz. Peygamber’in sünneti, sahabenin sözleri ve görüşleri, ilk devir ulemasının görüşleri de “dokunulmazlık” sınırları içine alınarak tıpkı “şerîat” gibi “değişmez”lik imtiyazına kavuşturulmuştur. Bu ise, kuşkusuz Kur’an’ın parlak ve dinamik ruhuna tamamen zıt ve aykırı bir durumdu. Dini cehalete, meskenete ve “ataların” emrine teslim etmek demekti.
[1] Amiran Kurtkan, Türk Milletinin Manevî Değerleri, İst. 1984, 21.
[2] 3. Âl-i İmrân, 19; 5. Maide, 3
[3] “Sana bu Kur’an’ı O indirmiştir. Bu kitabın ayetlerinin bir kısmının anlamı açıktır (muhkemdir) ki bunlar Kitabın ana esaslarını teşkil eder. Diğer bir kısmının anlamı da kapalıdır (müteşabihtir). Kalpleri sapmaya meyilli olanlar, fitne çıkarmak ve yanlış yorumlar yapmak için özellikle müteşabih ayetlerle meşgul olurlar. Oysa onların yorumlarını, sadece Allah ve ‘Biz bu ayetlere inanıyoruz, hepsi Rabbimizden gelmiştir’ diyen, ilimde ileri dereceye ulaşan âlimler bilir. Gerçekten de bunları sadece aklıselim, sağduyu sahipleri düşünüp anlayabilir.” [3. Âl-i İmrân, 7] Bkz. A. Şener- M.C. Sofuoğlu- M. Yıldırım, Yüce Kur’an ve Açıklamalı-Yorumlu Meâli, İzmir, (Ekim) 2008 (2.Bs. 2009).
[4] Konu ile ilgili geniş bilgi için İslâm öncesi Arap tarihi ile ilgili yayınlar yanında bkz. E. Ruhi Fığlalı, “Ortadoğu’da İslâm”, Türkiye Günlüğü, XIV (1991), s. 4 -11; ayr. bkz. M. Fayda, “Bedevî”, Diyanet Vakfı Ansiklopedisi (DİA), V, s. 311–317; ayr. bkz. “Arap”, DİA, III, s. 272–324.
[5] [10. Yûnus, 25]
[6] Sünnet, sözlükte ister iyi ister kötü olsun yol, gidiş, benimsenen tarz, davranış, üslûp ve âdet demektir. Kelime Kur’ân’da,“sünnetullah” şeklinde kullanıldığında, “Allah’ın emir ve yasakları ile değişmez İlâhî kanunları ve tutumu” anlamlarına (bkz. 33. Ahzâb, 38, 62; 40. Mü’min, 85; 48. Feth, 23); “sünnetu’l-evvelîn” şeklindeki kullanışlarda da “geçmiş ümmetlerin, toplulukların tuttukları yol, başlarına gelenler anlamlarına gelir. (bkz. 8. Enfâl, 38; 15. Hicr, 13; 18. Kehf, 55; 35. Fâtır, 43).
[7] Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, çev.: A. Açıkgenç-M. H. Kırbaşoğlu, Fecr Yay., Ankara, 1990, s. 74.
[8] Kur’an’ı anlamanın mahiyeti ve usûlleri hk. bkz. M. Öztürk, Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak-Tefsirde Anakronizme Ret Yazıları-, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2004, s. 30 vd.
[9] Bu hususta geniş bilgi için bkz. E. Ruhi Fığlalı, İslâm, Laiklik ve Türk Laikliğindeki Uygulamalar, Berikan Yayınları, Ankara, 2010, s. 65 vd.
[10] Krş. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 57 vd.
[11] 7. A’râf, 52.
[12] Krş. Mustafa Fayda, Hz. Ömer’in Divan Teşkilâtı, Ankara 1982; aynı yazar, “Ömer”, DİA, 34, s.44–51; Abdülaziz ed-Dûrî, “Divan”, DİA. 9, s. 377 vd.; Muhsin Koçak,”Ömer”, DİA, 34, s. 51–53.
[13] İmam Âzam’ın Beş Eseri: El-Âlim ve’l-Müte‘allim, çev. Mustafa Öz, İstanbul 1992, s. 12–13.
[14] 5. Mâide, 48.
[15] 42. Şûrâ, 13.
[16] 21. Enbiya, 25.
[17] 30. Rûm, 30.
[18] Krş. İsmail Çalışkan, Kur’an’da Din Kavramı, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002, s. 92 vd.
[19] Smith, “The Concept of Shari’a Among Some Mutakallimun”, Arabic and Islamic Studies in Honor of Hamilton A.R.Gibb, ed. George Makdisi, Leiden 1965, s.586, 590’dan İ. Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara Okulu Yayınları, Ankara,2002 s. 29–30.