20.04.2024

Tarihle yüzleşmek mi hesaplaşmak mı?

Sadi Somuncuoğlu, Ermeni dosyasını yeniden açıyor. Raporda, Küçük Kaynarca’dan günümüze meselenin tarihinin analizi ve asırlarca “Millet-i Sadıka” denilen Ermenilerin, devlete nasıl düşman haline getirildikler belgeleniyor.


1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla başlayıp, kesintilerle zamanımıza kadar gelen, günümüzde de “kan davasına” dönüştürülerek devam ettirilen bu önemli meseleyle yüzleşmek yerinde olacaktır. Bunu yaparken, 241 yıllık sürecin temel göstergelerine dayanarak yanlışları ve doğruları ortaya koymaya çalışacağız. Tabii I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin uyruğundaki Ermenilerin, İtilaf Devletleri’nin safında yer alarak, 800-850 yıldır huzur içinde yaşadıkları kendi toplumu ve devletiyle neden savaştıklarına ve sonuçlarına yakından bakacağız.

Ancak konuya girmeden önce bazı tespitlerin yapılması gerekiyor.  Ermeniler, asırlardır huzur içinde yaşadıkları ve devlet içinde imtiyazlı bir statüye sahip oldukları halde niçin 1860’tan itibaren isyan etmeye başladılar? Yine, I. Dünya Savaşı’nda niçin İtilaf güçleriyle birlikte olundu ve sivil halka yaygın katliam yapıldı? Bu soruların cevabı bellidir. Büyük devletler zayıfladığını düşündükleri Osmanlı Türk Devleti’ni çökertmek ve paylaşmaya karar verdiklerinde, Ortodoks Ermenilerin bu konudaki önemini biliyorlardı. Bunun yanında yaygınlaşan milliyet duygularını da dikkate alarak Ermenilere, “’Size iki deniz arasında devlet kurduracağız vaadinde bulundular ve buna inandırdılar.” Ermeni Meselesinin temelinde, hep bu beklentinin yattığı ve gerçekleşmek bir yana felakete yol açtığı halde, tesirlerini eksilmeden günümüzde de devam ettirdiği görülmektedir.

İki buçuk asra yakın bir zaman dilimini kapsayan bu dönemi, yukarıdaki tespiti dikkatte tutarak tarihin akışına göre dokuz bölümde inceleyeceğiz.

  1. 1774-1878, Küçük Kaynarca ve Berlin Antlaşmaları ile Ortodoks Ermenilerin Koruma Altına Alınması Siyaseti Dönemi

1700’den itibaren Osmanlı Katolikleri üzerinde başlayan misyonerlik çalışmaları ve 1740 Kapitülasyon Antlaşması sonrasında Fransa,  Katolikler üzerinde himaye yetkisi kazanmıştır.  Rusya ise bu imtiyazı, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Ortodokslar için elde etmiştir.  Ermeni Meselesinin başlangıcı olarak kaydedilmesi gereken tarih, 1877-78 Türk – Rus Savaşı sonrasında, Ayastefanos ve Berlin Konferansı Antlaşmaları olmalıdır. Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesi ile Berlin Anlaşmasının 61. maddesinde Ermeni Meselesi konusunda, özetle şöyle denilmektedir: “Osmanlı Hükümeti Doğu Anadolu’da ilgili devletlerin gözetiminde Ermenilerle ilgili olarak kapsamlı bir ıslahat yapmayı,  Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder.” Antlaşma’nın bu hükmüne göre; İngiltere, Rusya, Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya Ermenilerle ilgili konularda müdahale yetkisini almış olmaktadır. Tarihte ilk defa bir devletin içişlerine karışma yolu, böylece açılmıştır. Antlaşmalarda yer alan “Himaye” ve “Islahat” kavramlarının, insani ve masum bir anlam taşımadığını; Osmanlı Türk Devleti’ni paylaşmak üzere devrin güçlü devletlerine,  Ermenileri kullanma hakkının tanındığını söylemeye herhalde gerek yoktur. Nitekim bu tarihten itibaren Osmanlı’ya karşı örgütlenme ve isyanların yoğunlaşarak başladığı görülmektedir.

  1. 1860-1914, Doğu Anadolu’da Ermeni Devleti Kurma Hayaliyle Silahlı Komitelerin Kurulması ve İsyanların Başlaması Dönemi

Türk toplumuna genel olarak bakıldığında, Müslümanlarla Ortodokslar arasındaki ilişkilerde kayda değer bir rahatsızlığın olduğu söylenemez. Aksine, duyulan yüksek güven dolayısıyla Ermenilere “sadık tebaa” statüsü verilmiştir. Bunun gereği olarak Ermeniler, devlet hizmetlerinde en yüksek mevkilerde görevlere getirilmiştir. Bu çerçevede,  22 bakan, 33 milletvekilli, 29 paşa, 7 büyükelçi, 11 başkonsolos, 11 öğretim üyesi ve 41 üst düzey memur görev yapmıştır. Osmanlı 1. Meclisi’nde 10, 2. Meclisi’nde 11 Ermeni milletvekilinin bulunduğunu görüyoruz. Ermenilerle ilişkiler bu kadar mükemmel iken misyoner okullarının  –zaman içinde sayılarının 1200’e ulaştığı tespit edilmiştir- çalışmaları ve yukarıda bahsi geçen antlaşmaların etkileri sonuç vermiş, çok sayıda Ermeni dernek ve komiteleri kurulmuştur. Bunlar arasında ihtilalcı ve acımasız karakterleriyle öne çıkan 1887’de İsviçre’de kurulan Hınçak ve 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnaksütyun Komiteleri dikkat çekiyor. Her iki Ermeni Komitesi’nin de programlarında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bağımsız bir devlet kurmayı amaçladıkları, bunun için silahlı eylemler yapılacağı, isyanlar çıkarılacağı açıkça yazılmaktadır. Ermeni Devleti kurma yolundaki bütün isyancı eylemlerde Patriğin rol oynadığı görülmektedir. Bu konuda Gülseren S. Aytaş’ın şu tespitini örnek verelim: 1876’da Ermeni Patriği Nerses’in İngiliz Büyükelçisi Layard ile görüşmesinde;“Avrupa devletlerinin sempatisini çekmek için isyan zorunlu ise böyle bir hareketi başlatmakta zorluk bulunmadığını… Ermenilerin haklarını takipte kararlı olduklarını, eğer bunları Avrupa’nın müdahalesi ile elde edemezlerse, Rusya’ya müracaat edeceklerini ve Rusya tarafından ilhak edilinceye kadar kışkırtmalara devam edeceklerini söylüyor ve muhtar bir Ermenistan teşkili için iltimas talep ediyordu. Büyükelçi Layard ‘Ermenistan ile ne kastedildiğini sorunca’ Patrik; ‘Ermenistan, Van ve Sivas Paşalıkları’nı, Diyarbakır’ın büyük kısmını, eski Kilikya Krallığı’nı ihtiva edecektir.’ Layard’ın bu kadar büyük bir projenin tahakkuk şansında şüphe ettiğini belirtmesi üzerine ise Patrik, Ermenilerin haklı taleplerine kulak asılmayacak olursa, bahsettiği bu bölgenin Türk idaresine karşı toptan ayaklanıp Rusya’ya iltihak edeceğini ifade ediyordu.”

 Patriğin bu ifadelerinin daha 1876, 77 ve 78 yıllarında sarf etmiş olması çok önemlidir; anlamlıdır. Yine bu dönemde Armenakan, Hınçak ve Taşnak gibi silahlı örgütlerin kurulması, 1860’ta Zeytun’da başlayan ilk isyanın I. Dünya Savaşı’na kadar devam etmesi; savaşta, öncesinde ve sonrasında cephe gerisinde işlenen katliamlar ve Türk Ordusu’na karşı düşmanlarla bir olup savaşmanın gerekçesini, apaçık ve itiraz edilemez bir şekilde vermektedir. Bu dönemdeki olup bitenler, açıkça ve doğru bir şekilde ortaya konulmazsa, daha sonraki gelişmeleri izah etmekte güçlük çekebiliriz. Bu bakımdan, dönemin özelliklerini, gelişmeleri ve insanlık suçu teşkil eden tertipleri iyi bilmemiz gerekmektedir. Bu konuyu Justin McCarthy şöyle anlatıyor:

 “Birinci Dünya Savaşı’na uzanan yıllar, Doğu’da kutuplaşmaların arttığı bir dönem oldu. 1877-1878 Rus-Türk Savaşı, Müslümanların Anadolu’ya ve Ermenilerin de Kafkasya’ya doğru, zaten var olan nüfus değiş tokuşuna yenilerinin eklenmesine yol açtı. Savaş sırasında Kafkasya’daki Müslümanların Osmanlı’ya, Anadolu’daki Ermenilerin de Rusya’ya yardım etmesi, ırk ve din bağının hükümetlere duyulan sadakatin önüne geçtiği hissini pekiştirdi. Anadolu’daki Ermeni ihtilal huzursuzluğuyla Kürt aşiretlerinin verdiği baskınlar, Ermenilerle Müslümanlar arasındaki nefreti ve bölünmeyi vahimleştirdi. Kafkasya’da aynı nefret ve bölünmeler, 1905 İhtilali sırasında, kanlı bir biçimde yüzeye çıktı… Rus hükümeti Anadolu’daki Ermenilerin dinsel ve henüz belirmekte olan etnik farklılığını sömürmeye, savaş sırasında ve muhtemelen daha öncesinde başladı.”

Kafkaslardan sürgün (deportation/sınır dışı) edilen (tehcir/sevk ve yerleştirme değil) ve yollarda yüz binlercesi can veren, milyonlarca masum Müslümanın acıklı haliyle ilgilenen, bu mezalimi hatırlamak isteyen bile yok. Ruslar, önce bu masum insanların hesabını düşünse daha iyi olmaz mı?  Bu korkunç ortamı anlamamıza yardımcı olan bir diğer belge de ihtilalci bir Ermeni komitacısının Robert Koleji kurucusu Dr. Cyrus Hamlin’e söyledikleri şu sözlerde mevcuttur: “Hınçak çeteleri fırsat kollayarak Türk ve Kürtleri öldürecekler, köylerini yakıp dağlara kaçacaklar. Galeyana gelen Müslümanlar, ayaklanıp Ermenilerin üstüne çullanacaklar ve Ermenileri o kadar vahşice boğazlayacaklar ki, Rusya insanlık ve Hıristiyan medeniyeti adına müdahale edecektir.”  ‘Dinlediklerinden dehşete düşen Hıristiyan Misyoner Dr. Hamlin, o zamana kadar duyduğu en cehennemî ve gaddar olan bu tertibe karşı geldiğinde şu cevabı aldı’: “size öyle geldiğine şüphe yok; fakat biz Ermeniler özgür olmaya kararlıyız. Avrupa, Bulgar vahşetine kayıtsız kalmadı ve Bulgaristan şimdi özgür. Milyonlarca kadın ve çocuğun feryatları göğe yükseldiğinde, bizim yakarışlarımıza da kulak verecektir…”Yanlış anlaşılmaması için açıklanması gerekmektedir ki 1860’larda kurulan Robert Koleji’nin Müdürü Dr. Cyrus Hamlin’i dehşete düşüren bu sözler, vahşetin ulaştığı boyutlarla ilgilidir. Yoksa Türklere isyan edilmesine karşı değildir. Nitekim Hamlin, 1907’de ABD’de yayımlanan hatıralarının bir bölümünde özetle; “Kolejde Bulgar gençlerini eğitiyorduk. Bulgar isyanının başında bu gençler vardı. Bu durum karşısında Ermeniler ve Rumlar ‘bizim çocuklarımız eğitilmiyor’ diye gücendiler. Daha sonra onları da eğittik” demektedir. Anadolu’da kiliselere bağlı olarak açılan bu kolejlerin, Osmanlı’nın yıkılışında rollerinin çok büyük olduğu bilinmektedir.

Vahşetin derecesini; ne için yapıldığını göstermesi ve bugünlere nasıl gelindiğini açıklaması açısından bu önemli bir belgedir. Düşman bildikleri Müslümanları ve kendi dinlerinden olan Ortodoks Hıristiyanları tuzak kurarak birbirine boğazlatmak, masum insanların çatışmasını (Mukateleyi)  yaygınlaştırmak suretiyle dış devletlerin, öncelikle de Rusya’nın müdahalesini sağlamak için neler yapılmış? Milyonlarca kadın ve çocuğun feryadından medet uman barbarlık ruhuyla, başta kendilerini sonra da asırlardır huzur içinde yaşadıkları komşuları, Müslüman Türkleri mahvetmeyi göze almışlardır. Böylece Ermenilerin günümüze kadar süren, insanlık dışı kanlı tertiplerle “nefret ve kini” kimlik haline getirme çalışmalarına başlanmıştır. Artık bu yeni kimliğin insani hiçbir değerle ilgisinin kalmadığını görmek için yaşanan bu acı gerçeklere bakmak, sanırız yeterli olacaktır. 1878 Türk – Rus Savaşı’nda ve sonrasında yaşanan ve I. Dünya Savaşı’na kadar Anadolu’nun büyük bir bölümüne yayılarak devam eden sayısız isyan ve vahşetin böylesine bir ruh haliyle yapıldığına şüphe yoktur. 1905’te Cihan Devleti’nin Padişahı, Sultan Abdülhamit’e bombalı suikast yapılması, isyancıların cüretinin boyutlarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Eğer bu suikastta Padişah hayatını kaybetmiş olsaydı, devletin ve milletin durumu nasıl bir hâl alacaktı? Ermeni İsyanları’nı değerlendirirken, gözü dönmüş bu saldırıların doğuracağı vahameti iyi düşünmek gerekmektedir. I. Dünya Savaşı’na kadar Anadolu coğrafyasının çeşitli il ve ilçelerinde 50’den fazla isyan çıkarıldığını unutmamak gerekir. Her isyandan sonra, batı basınında, “Türkler Ermenileri katlediyor” şeklinde yaygaraların koparılması âdet halini almıştır.

Kaynaklarda, Osmanlı Devlet unsurlarının ve Türklerin böylesine planlı kışkırtma ve tertiplere başvurduklarına dair bir bilgiye rastlanmamıştır. Çünkü farklı kültür ve ruh yapılarının yanında, bir tarafın (isyancı Ermenilerin) hiçbir insani sınır tanımadan hep saldıran, öbür tarafın (Türklerin) hep savunma konumunda olduğunu bilmek gerekmektedir. Diğer bir ifadesiyle, terörle insanları acımasızca öldürerek, dehşet salıp sindirerek hedefine ulaşmayı meşru sayan ruh yapısı bir tarafta;  kanunların gereği olarak can ve mal güvenliğini ve kamu düzenini savunmaya çalışan meşru devlet güçlerinin görevini yapması öbür tarafta olduğuna göre; saldırgan ile nefsi müdafaa (meşru savunma) yapanın aynı konumda olduğu söylenebilir mi?  Bu gerçek karşısında, ‘iki taraf da birbirini kırdı, katletti’ gibi dikkatsizce kullanılan, haksız, ürkek ve korkakça ifadelere katılmak mümkün değildir. Hukuk ve ahlaki değerler bakımından, saldırganla masum olan bir tutulabilir mi?

  1. 1914-15-1918 Zorunlu Göç ve Yaygın Katliam Dönemi

28 Temmuz 1914’te başlayan ve 11 Kasım 1918’de sona eren I. Dünya Savaşı’na Osmanlı Devleti 29 Ekim1914’te girdi. Eli silah tutan herkes cepheye gönderilince, cephe gerisinde büyük bir güvenlik zafiyeti doğdu. Bu ortam, 2 Kasım 1914’te Türklere savaş ilan eden Ruslar için büyük bir fırsat oldu; ciddi şekilde silahlandırdığı isyancı Ermeni örgütlerinin yaygın şekilde saldırıya geçmesini hızlandırdı. Bunu fırsat bilen isyancı Ermeniler masum sivillere karşı köylerde, şehirlerde yaygın bir katliama girişti; evleri ve işyerlerini yakıp yıkmaya başladı. Kendilerine destek vermeyen bazı Ermeni ileri gelenleri bile katledildi. Silahsız, çaresiz Türklerin bir kısmı batıya göç etti. Ermeni çeteleri, askeri depoları basıp yakmaya, telgraf tellerini keserek cephe ile haberleşmeyi engellemeye girişerek, cepheye silah, mühimmat ve lojistik desten götüren ikmal kollarına saldırdılar. Cephe gerisindeki bu ihanet karşısında bazı ordu birlikleri savaşamayacak duruma düştü. Mesela; Sarıkamış Harekâtı’na, Trabzon – Erzincan hattından mühimmat ve lojistik destek götüren ikmal kolları Ermeni çeteciler tarafından kesilince, ordu cephanesiz ve yiyeceksiz kaldı. Uzmanlar bu durumu, eğer “yardımlar cepheye ulaşmış olsaydı, Ruslar mağlup edilebilirdi” şeklinde değerlendirmektedirler. Ermeni asiler bunlarla da yetinmedi; sayıları 160 bini bulan düzenli, silahlı ve üniformalı Ermeni birlikleriyle düşmanların safında yer alarak, Türk ordusuyla savaştı.

Bu vahim durum karşısında Türk hükümeti Patrik başta olmak üzere, Ermeni ileri gelenleriyle birçok görüşme yaptı; nasihat heyetleri göndererek vazgeçirmeye çalıştı ama bu gayretler netice vermedi.  Batıda Türk Devleti, devrin en büyük ordularıyla Çanakkale’de ölüm-kalım savaşı yapıyordu. Bu arada Rus Ordusu’nun ilerleyişinden cesaret alan Ermeni çeteleri, 13-14 Nisan 1915’te Van’a girerek, şehri ele geçirdi; masum sivillere iğrenç tecavüzler ve hunharca katliamlar yaptı. Şehirden kaçabilen çok sayıdaki sivil masum yakalanarak öldürüldü ve 80 binin üzerinde Türk katledildi. Türk birlikleri Temmuz’da Van’ı kurtardı ancak şehir tam anlamıyla harabeye dönmüş, ayakta bir bina bile kalmamış, birçok köy haritadan silinmişti. Bitlis, Erzincan, Erzurum, Urfa gibi bazı iller de aynı durumdaydı. Doğu Anadolu, tam bir iç savaş ortamına sürüklenmişti.  Artık bu duruma kesin bir çare bulunması şarttı. Çare olarak üç seçenek vardı, bunlar:

  1. Savaşta “düşmanla işbirliği yapana düşman” Evrensel hukukun bu kuralına göre düşman olanın öldürülmesi,
  2. Savaş yedi cephede bütün şiddetiyle devam ederken, cephe gerisinin her tarafına yayılmış olan katliamları önleyecek gücümüz olmadığından, olayların kendi seyrine bırakılması,
  3. İsyancıların savaş bölgesinden çıkarılarak, devletin başka bir vilayetine yerleştirilmesi.

Türk hükümeti, isyan eden Ermeni asilerine karşı 3. Seçeneği (meşru her devletin yapması gerekeni) uygun bularak, 26 Mayıs 1915’te bir Sevk ve İskân (yerleştirme) kanununu çıkardı. Buna göre isyancı Ermeniler savaş bölgesinin dışına taşınacak, Suriye vilayetine yerleştirilecekti. 10 Haziran 1915’te yayımlanan yönetmelikle de sevk ve yerleştirme (Tehcir) işleri ayrıntılarına kadar düşünülerek, her tedbir öngörülmüş ve alınmıştır. Sevk (taşıma) edilen, potansiyel isyancı olarak görülen Ermeni sayısının 500 bin civarında olduğu hesaplanmaktadır. Bu sevk sırasında soygun, intikam saldırıları ve bulaşıcı hastalıktan dolayı Ermenilerden ölenler olduğu, pek çok sıkıntı çekildiği bir gerçektir. Bunların sayısını tarihçiler 50 bin civarında gösteriyor. Bu 48 binin büyük çoğunluğunu bulaşıcı hastalıktan ölenler teşkil etmektedir. Taşıma sırasında ihmal gösteren, saldırganlarla işbirliği yapan görevliler ise kurulan Divan-ı Harp’te yargılanıyor. 1916’da kurulan Divan-ı Harp’te 613 kişi yargılanmış, 67’si hakkında idama, diğerleri hakkında da çeşitli cezalara hükmedilmiştir. Dünya tarihinde belki de ilk defa, savaş devam ederken böyle bir yargılama yapılabilmiştir. Türk Devleti’nin bu örnek tavrı bile insan hayatına ve hukuka ne kadar önem verildiğini göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Ayrıca Osmanlı hükümeti 13 Şubat 1919’da zorunlu göçün soruşturulması ve nedenlerinin tespiti amacıyla ikişer kişiden oluşan tarafsız bir komisyon kurulması için İsveç, Hollanda, İspanya ve Danimarka hükümetlerine müracaat ederek teklifte bulunmuş ancak bu devletler, 6 Mayıs 1919’da teklifi reddetmişlerdir. Kendine güvenmeyen bir devlet, bütün bunları yapabilir mi?

Suriye ve civarına yerleştirilen Ermeni çetelerine ev, tarımla uğraşanlara toprak, zanaatkârlara işyeri ve kredi verilerek, hayatlarını devam ettirmeleri için gerekli tedbirler alınmıştır. Alınan bu tedbirler, ülke güvenliği ve insani açıdan, sonuçları itibariyle başarılı olmuştur. Şöyle ki: Savaş 1918’de sona erinceye, Ermeni çeteleri yerlerine tekrar dönünceye kadar katliamlar, cephe gerisi saldırılar, ihanetler önemli oranda kontrol altına alınmıştır. Böylece, Türk Devleti’nin bu kararı almakla ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak, Rusya’nın 1917 Bolşevik İhtilali sebebiyle savaştan çekilmesi üzerine, ortaya çıkan boşluğu, Rus ordusundan ayrılan Ermeni birlikleri ile Ermeni çetecileri doldurmuştur. Rusların çekilişini, bir süre sonra Ermeni birlik ve çetelerinin de çekilişi takip etmiş ancak bu çekiliş sırasında dehşet verici boyutlara ulaşan vahşet ve katliamlar yaşanmıştır. Erzincan’dan İran sınırına, Trabzon’dan Rus Ermenistanı’na uzanan bölgede Bayburt, Tercan, Erzurum, Kars gibi ne kadar il, ilçe, belde ve köy varsa tamamı basılmış, yakılmış, yıkılmıştır. Adeta canlı bir varlık bırakmamak üzere Türkler vahşice katledilmiştir. Dükkân ve evler yakılıp yıkılmış;  bağ ve bahçedeki ağaçlar kesilmiş ve tarla-tapan demeden her şey yok edilmiştir. Sağ kalanların birçoğu açlıktan ölmüş, Türk Ordusu’nun hızlı hareketiyle yetiştiği yerlerde etrafa atılmış pek çok ceset, baygın ve aklını kaybetmiş kişilerle karşılaşılmıştır. Aynı vahşet ve yok etme saldırıları, Kafkaslar’da Azerbaycan Türklerine de yapılmıştır.

Tespitlere göre, 1914’ten zorunlu göçün başladığı Haziran 1915’e kadar, isyancı Ermeni çeteleri ve birlikleri tarafından 155 bin civarında masum – sivil Türk katledilmiştir.

  1. 1918-1920, Katliam, Savaş ve Antlaşmalar (1920 Gümrü, 1921 Moskova, 1921 Kars ve 1923 Lozan) Dönemi

30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Mütarekesi ile savaş sona erince, Antlaşma gereğince Türk Ordusu terhis edildi. Türk hükümeti, Ekim 1918 yılında Ermenilerden isteyenlerin tekrar eski yerlerine dönmeleri için “Geri Dönüş Kararnamesi” çıkardı. Bu sırada Osmanlı topraklarının bir kısmı Fransız ve İngilizlerin işgali altındadır. Ermeni çeteleri yeni kurulan Bolşevik hükümetinden yardım alarak 1919’da Doğu Anadolu’da vilayet ve kazaları işgal etti. Bütün bölgeye yayılan ve 1920’ye kadar süren Ermeni saldırıları sonucunda 360 binin üzerinde masum-sivil Türk hunharca katledildi. Bunun üzerine Eylül-1920’de taarruza geçen Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki 15. Kolordu, Misak-ı Milli sınırları içinde olan Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Iğdır ve Gümrü’yü geri aldı. Ermenilerin barış istemeleri üzerine, 3 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması; Ermenistan Sovyet Hükümeti kurulunca da 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması yapıldı. 13 Ekim 1921’de TBMM Hükümeti ile Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Sovyet Rusya temsilcileri arasında imzalanan Kars Antlaşması ile bütün uyumsuzluklar giderilmiş, Doğu sınırımız kesin şeklini almıştır.

Bu gelişmelerle 1774’te başlayan meselenin kökten halledildiği düşünüldü ama kısa zaman sonra bunun böyle olmadığı, Ermeni temsilcilerinin Lozan Barış görüşmelerine kalabalık bir heyetle gelerek, Anadolu’da kendilerine “yurt verilmesini” ve öldürülen Ermenilerin bazı haklar istemeleri üzerine yeniden gündeme geldi. Lozan’da uzun süren tartışmalar sonunda, Ermeni talepleri reddedildi. Atatürk ve TBMM Hükümeti,  Lozan’a gönderdiği Türk heyetine, Ermenilerle ilgili olarak talimatı vermişti: “Ermeni yurdu söz konusu olamaz, olursa görüşmeler kesilir.”

Görüşmeler de bu çerçevede tavizsiz bir şekilde devam etmiştir. Ermenilerin, Türkiye’den  “Yurt/Toprak”,“Geniş kapsamlı bir genel af” ve “Azınlıkların askerlikten muaf tutulması”  talepleri reddedilmiştir. Bu sonuç çok önemlidir. Çünkü önceki 3 antlaşma, ilgili devletler arasında yapılmış bölgesel bir nitelik taşıyordu. Şimdiki (Lozan) ise I. Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından düzenlenen ve Ermeni iddialarının bütünüyle reddedildiği uluslararası bir konferanstı. Böylece Ermeni Meselesi kökten halledilmiştir diyebiliriz. Bu sonuç Ermenileri çok sarstı. Hüsrana uğrayan Ermeni delegasyonu, “Ermeniler, savaş sırasında tüm Ermeni milletinin İtilâf Devletleri’nin yanında savaştığını vurgulayan” bir bildiri yayımladı. Lozan Barış Antlaşması’nda umduklarını bulamayan Ermeni delegeleri, 2 Şubat 1923’te Lozan’dan ayrılırken konferansa katılan devletlere verdikleri bildiride, konumuz açısından son derece önemli ve düşündürücü ifadeler kullanmışlardır. Bildirinin özeti şöyledir: “…Ermeni delegeleri, Lozan Konferansı komisyonlarının açıklamalarından ve basında yayınlanan barış antlaşması projesinden İtilâf Devletleri’nin Ermenileri ve Ermeni sorunlarını yüzüstü bırakmış olduğunu anlamıştır. Ermeni sorununun çözümlenmemiş olarak kalmasının Ermenilerin durumunu daha kötü hale getirmiş olduğunu göz önüne koymak isteriz. Büyük devletler, Türkiye’deki Ermenilerin kurtarılması hakkında yalnız siyasî ve insani bakımdan değil, Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda İtilâf Devletleri için ve bu devletlere karşı göstermiş olduğu pek çok hizmetlerden ötürü verdikleri sözleri de hatırlatırım. İtilâf Devletleri’nin çağırması üzerine Ermeni gönüllüleri akın akın bu devletlerin emrine girmişler ve söz verilen bağımsızlık için Filistin ve Kilikya’da savaşan Doğu Ordusu’nun çekirdeğini teşkil etmişlerdir. 1918 yılında Kafkas Cephesi’nde çarpışan ve Türklerin İngiliz Ordusu’na ve Irak’a karşı yürümesine engel olan Ermeni askerî kuvvetleriydi. Bakü’yü savunan Ermeniler, Almanların petrol ihtiyacını karşılayamamasını sağlamışlardır. Ermenilerin bu hareket ve fedakârlıkları, kendilerine çok pahalıya mal olmuş; birçok Ermeni ölmüş, yaralanmış, pek çok mal kaybolmuş ve binalar yıkılmıştır. Büyük savaşın amaçlarından birisinin de hak ve adalet sağlamak olduğu halde Ermeniler, bundan yoksun bırakılmıştır.”

Bu bildiride yer alan açıklamalar dikkatle değerlendirildiğinde; isyancı Ermenilerin İtilaf Devletleri tarafından aldatılarak kullanıldığı; Ermeni iddialarının kökten çürütüldüğü; saldıran, acı olayları başlatan, ihanet eden, ölümlerden, yıkımlardan sorumlu olan tarafın kendileri olduğu açıkça ve kesin bir şekilde görülecektir.

Netice olarak Lozan’da Türk-Ermeni ihtilafı 4. defa, hem de uluslararası bir Antlaşma ile çözülmüş oldu.

  1. 1973-1994 Ermeni ASALA Terörü Dönemi

Türkiye, Lozan’da, büyük devletlerin de onayladığı bu uzlaşma ile “Ermeni Meselesi’ne, artık halledilmiştir” gözüyle bakmaya başlamıştır. Ancak yanıldığını, aradan 50 yıl geçtikten sonra 1973 – 1994 yılları arasında, Türk mülki ve diplomatik hedeflere karşı terör eylemi yapan Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu’nun (ASALA) ortaya çıkmasıyla anlamıştır. ASALA’nın 21 ülkenin 38 şehrinde gerçekleştirdiği 110 silahlı terör eyleminde 42 Türk diplomatı şehit olmuştur. Batının başkent ve büyük şehirlerinde güpegündüz bu cinayetlerin işlenmesi, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerin üs olarak kullanılması, Paris’te Türk Hava Yolları Bürosunu bombalayan örgüt üyelerine 30 ay gibi “komik” bir cezanın verilmesi, anlamlı bulunmuştur.

Ermenilerin kendileriyle hiçbir meselesi olmayan, masum insanları öldürebilmesinin tek bir gerekçesi olabilir; o da Türk Milletine mensup olmaları ve Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmeleridir. Aynen BM, Uluslararası Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’ndeki “soykırım” tarifinde olduğu gibi “bir gruba mensup olma” gerekçesiyle cinayetler işlenmiştir. Bir başka tespit de aradan 50 yıl geçtikten sonra, muhtemelen I. Dünya Savaşı’nı da görmemiş olan ASALA teröristlerinin, tanımadığı insanları öldürebilmesi için Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu kurmak ve insanları, Türk Milletine karşı “nefret ve kin” duyacak şekilde eğitmek gerekir. İhtilalci Ermeniler, yüz yıldır bunu yapıyor. Ermenistan Cumhuriyeti, her yıl düzenlediği törenlerde ilköğretim çağındaki çocuklara “Türk Bayrağı’nı çiğnetmek” ve meydanlarda yakmakla başlayan sistematik öğretim ve eğitim programlarıyla “Türk’e karşı kin, nefret ve intikam” duygularını aşılıyor. Yaşanan bunca felaketlerden ders almadan, gücünü aşan ve gerçeklerle bağdaşmayan “iki deniz arasında devlet kurma” hayaliyle, emperyalistlerinden medet ummakta ve onların himayesine sığınmaktadırlar. Tarihten ders almamak, adeta Ermenilerin kaderi gibidir. Türkler Anadolu’yu, bin yıldır buraların egemeni olan Doğu Roma’dan (Bizans) almıştır. Veraset de varisi olmayan Bizans’tan Türk egemenliğine intikal etmiştir. Bizans egemenliğinde zulüm altında yaşayan, yok olmakla karşı karşıya kalan birçok topluluk gibi Ermeniler de Sultan Alparslan’ın Malazgirt’teki zaferini büyük bir sevinçle karşılamışlardır. Sonra da 800-850 yıl, Türk egemenliği altında kimliklerini kaybetmeden, nüfuslarını çoğaltarak huzur içinde yaşamışlardır.

Diaspora, ASALA ve Ermenistan, kendi milletinin sağlıklı bir kimliğe kavuşarak gelişmesini, refah ve büyümesini düşünmek yerine; boyunu aşan cüretkâr ve maceracı heveslerle, kimliğini ve varlığını eriten bir yola girmişlerdir. I. Dünya Savaşı’nda, öncesinde ve sonrasında olduğu gibi yine emperyalist devletlerin ileri karakolu gibi hareket ederek sonuca ulaşacaklarını düşünmektedirler.

  1. 1992 – 2015 Azerbaycan Topraklarının İşgali / “Hocalı Soykırımı” – Ermenistan ve Diasporanın Türkiye’den Toprak Talebi Dönemi ve Emperyalist Devletlerin Sürdürdüğü Uluslararası Siyaset

Türkiye, Sovyetlerin 1991’de dağılması üzerine kurulan, aralarında Ermenistan’ın da bulunduğu bağımsız devletlerin tamamını ayrım gözetmeden aynı gün tanımıştır. Buna karşılık Ermenistan 21 Eylül 1991’de yayımladığı Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. maddesinde şöyle demektedir: “Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiye’si ve Batı Ermenistan’da gerçekleştirilen 1915 soykırımının uluslararası düzeyde tanınması çabalarını destekleyecektir.”  Yine Ermenistan Anayasasının 13. maddesinde bildirgenin bu hükmüne atıfta bulunmak ve Ağrı Dağı’nı devlet arması yapmak suretiyle, Türkiye’ye karşı “soykırım”  suçlamasını ve toprak bütünlüğüne karşı saldırganlığı temel politika haline getireceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Ermenistan, bağımsızlığını ilan eder etmez Türkiye’ye karşı saldırıya geçmekle kalmamış, Azerbaycan’ın topraklarını güç kullanarak işgal etmiştir. 25-26 Şubat 1992 gecesi, Rus 366. Motorize Alayı’nın desteğiyle Azerbaycan’ın Hocalı Kenti’ne saldırıp insanlar uykudayken korkunç işkence ve katliamlar yapılmıştır. Hocalı’da 63’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’i yaşlı olmak üzere 613 masum sivil Azerbaycanlıyı hunharca katledilmiş; 487 kişiyi ağır yaralanmış, 1.275 Türk’ü esir alınmıştır. Yukarı Karabağ’ı (Azerbaycan Cumhuriyetine bağlı Özerk bölgeyi) ve Azerbaycan’a ait diğer yedi rayonu işgal etmiştir. Bu saldırı sırasında 30 bin Azerbaycan Türkü öldürülmüş, binlercesi kaybolmuş, bir milyondan fazlası da kaçkın durumuna düşerek, Azerbaycan’ın diğer bölgelerine sığınmıştır. Bu saldırganlığı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi ile Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), AGİT ve MİNSK Grubu kınayarak, uluslararası hukuka aykırı olan işgalin derhal kaldırılmasını istemiştir. Ancak bu kararları tanımayan Ermenistan, yaptığı bunca katliam karşısında suskunluğunu devam ettirmiş, 23 yıldır Azerbaycan topraklarındaki işgali kaldırmamıştır. Ermenistan’ın bu sorumsuz, insanlık dışı davranışının arkasında, MİNSK grubunun eş başkanları olan ABD, Rusya ve Fransa’nın rolünün olduğu bilinmektedir.

Hocalı’daki vahşeti yerinde inceleyen AKPM Siyasi İşler Komisyonu üyesi David Atkinson, verdiği raporda şu tespiti yapmıştır: “Askeri eylem ve yaygın etnik düşmanlıklar, farklı etniklerin kovulmasına ve sonuçta mono-etnik bölgeler oluşmasına neden olmaktadır. Bu durum etnik temizlik kavramına benzemektedir.” Bu tespit hiç şüphe yok ki Uluslararası Soykırımı Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırması Sözleşmesi’ndeki tarife aynen uymaktadır. Yine bir milyondan fazla Azerbaycan Türkü’nün yurdunu terk etmek zorunda bırakılması, ölüm tehdidi karşısında evlerine dönememesi ve 23 yıldır ağır şartlarda yaşamaya mecbur edilmesi de Soykırım Sözleşmesi’ndeki bir diğer “soykırım” tarifine uymaktadır. Bu işgal, işkence, katliam ve soykırımı gerçekleştiren Ermeni birliklerinin komutanı ise bugün Ermenistan Cumhurbaşkanı olan Serj Sarkisyan’dır. Böyle birini cumhurbaşkanı yapan Ermenistan’ın, Türkiye’yi “soykırım” yapmakla suçlamasının gerçeklerle ve ciddiyetle bağdaşması mümkün değildir.

Bir ülkenin topraklarına açıkça göz dikmekten, askeri güç kullanarak işgal etmekten ve bu amaçla terör örgütü kurarak insanları katletmekten daha ağır bir suç olabilir mi? Küçük Ermenistan’ın ve Türk düşmanlığını gelir kaynağı haline getiren Diasporanın, kendi başına bütün bunları göze alabilmesi ve yapması mümkün mü? Katliam ve soykırım suçlarını işlemeyi, savaş sebebi sayılan, başka ülkelerin topraklarını güç kullanarak işgal etmeyi göze alabilir mi? Asla… Olamaz. Bu korkunç suçların işlenmesi ve uluslararası hukuku hiçe sayan pervasızlıkların sorumsuzca sürdürülmesi, ancak emperyalistlerin birtakım vaatler sonucu Ermenileri kullanılmasıyla izah edilebilir. Aynen 19. ve 20. yüzyılda olduğu gibi…

  1. Hukuk ve Ermeni İddiaları

Ermeni Meselesi sadece uluslararası konferanslarda çözüme kavuşturulmadı; aynı zamanda hukuk açısından da defalarca yapılan yargılamalarla ele alınarak, Türk Milletine ve Devletine yöneltilen suçlamaların haksız olduğu otaya çıktı. Yapılan yargılamalara kısaca bakacak olursak:

  1. Yukarıda özet olarak temas edildiği gibi Osmanlı Türk Hükümeti, zorunlu göç sırasında görevini ihmal eden veya kötüye kullanan kamu görevlilerini, savaşın bitmesini beklemeden kurduğu Divan-ı Harp’te yargılayarak (1916) idam dâhil çeşitli ağır cezalara çarptırdı. İsyancı Ermenileri yok etmek isteyen bir devlet, böyle bir yargılama yapar mı?
  2. Malta’da iki yıldan fazla kalan İttihatçıları, ‘Ermenileri katletmek’ suçlanmasıyla adli soruşturma yapmak ve yargılamak üzere İngiliz Kraliyet Başsavcılığı görevlendirildi. Sevr Antlaşması’na dayanarak başlatılan soruşturmalarda Savcılık, Osmanlı arşivlerinin tamamının yanı sıra Mısır’dan, Irak’tan, Kafkasya’dan, ABD’den, İngiltere’den, Fransa’dan, Ermeni Patrikhanesinden, hasılı her yerden arşiv bilgilerini topladı ve inceledi. Sonuçta, 21 Temmuz 1991’de “eldeki belgelerle” dava açılamayacağına karar verdi. Olayların şahitleri hayattayken ve Osmanlı Türk Devleti savaşı kaybetmiş durumdayken, galip devletler adına bu kararın verilmesi, son derece önemlidir. (Aşağıda fotokopisinden bir parçanın göründüğü mütalaanın tamamı bu yazının sonunda pdf formatında verilmiştir.)

    Ermeni konusunda İngiliz Kraliyet Savcısı'nın mütalaası

    İngiliz Kraliyet Savcısı’nın mütalaası

  3. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Doğu Perinçek hakkında verdiği karar; yargılamanın özü “düşünce ve ifade hürriyetinin ihlali” konusunda İsviçre Hükümeti’ni haksız bulmuştur. Gerekçede “soykırım” kavramı tartışılmış ve bu konuda toplumların ve devletlerin suçlanmasının, neredeyse mümkün olamayacağını belirterek, Türkiye’ye yöneltilen suçlamaları yersiz bulmuştur.

 

  1. Avrupa Adalet Divanı (ABAD), Fransa’nın Marsilya şehrinde bulunan bir Ermeni derneğinin, “Türklerin soykırım yaptığına dair Avrupa Parlamentosunun 1987 yılında aldığı kararı tanımayan Türkiye’yi aday ülke yaparak AB müktesebatının ihlal edildiğini iddia ederek görüşmelerin kesilmesi istenmiştir.” İddiayı inceleyen ABAD, 29 Ekim 2004 tarihli kararında; Avrupa Parlamentosu (AP) kararının, siyasi nitelikte olduğu, konuyla ilgili herhangi bir yetkili hukuk merciinin kararı bulunmadığı ve uluslararası hukuk açısından geçersiz bir talep olduğu’’ gerekçesiyle davayı reddetmiştir.
  2. Uluslararası Adalet Divanını tehcirin soykırım sayılamayacağına ilişkin kararı:

Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Hırvatistan’ın, 1999 yılında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti aleyhine, 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ni ihlal ettiği iddiasıyla açtığı ve daha sonra Sırbistan’ın taraf olup Hırvatistan’a karşı benzer iddialar yönelttiği dava sonucunda verdiği kararın gerekçesinde; “Soykırım Sözleşmesi’nin geriye etkili hüküm doğurmadığına; uygulama alanının, BM soykırım sözleşmesinin yürürlük tarihinden Ermenilerin yargıya yaptıkları bütün müracaatlar, aleyhlerine sonuçlanmıştır. Türkiye’nin iddia edilen suçları işlemediği ortaya çıkmıştır.

SONUÇ:

Bu raporla Ermeni meselesi, 1774’ten başlayarak günümüze kadar tarihin akışı içinde özetle ele alınmıştır. Böylece tarihle yüzleşme veya 101. yılda hesaplaşma yapılmıştır. Yüzleşme ve hesaplaşmanın sonucunu daha iyi görebilmek için aşağıdaki soruların cevabı açıkça verilmelidir. Böylece; yaşanan acıları başlatanlar, sorumluları ve vahşice yapılan katliamlardan dolayı özür dilemesi gerekenler kimlerdi? Acımasızca kullanılarak ihanete sürüklendikleri belli olduğuna göre bundan pişmanlık mı duyuyorlar yoksa benzer faciaları sürdürmeye devam mı ediyorlar? Bütün bunlar açıklığıyla ortaya çıkacaktır.

Rapordaki bilgilerin ışığında:

Soru 1: Olayları hangi taraf, neden ve nasıl başlattı?  Bunca katliama ve vahşete hangi taraf, neden sebep oldu?

Soru 2:  Asırlarca süren ortak tarihe hangi taraf ihanet etti? Devamlı surette saldıran ve savunmada olan hangi taraftı?

Soru 3: Savaşta emperyalistlerle işbirliği yaparak kendi ordusunu arkadan vuranlar, düşman saflarında savaşanlar, devlet kurma hayaliyle azınlıktaki nüfusunu çoğunluk konumuna getirmek üzere bölgede terörle etnik temizlik yapanlar, dehşet saçarak 1 milyon Müslüman’ı Batı Anadolu’ya kaçıranlar hangi taraftı? Böylesine kin ve nefretle yüz binleri hunharca katledenleri, devlet zorunlu göçe tabi tutmayacaksa, ne yapacaktı?

Soru 4: Lozan’da Ermeni temsilcileri yayımladığı bildiriyle; “Size, Türkiye’de yurt vereceğiz” diyerek vaatlerini tutmayan emperyalist İtilaf Devletleri’ne “bizi aldattınız” suçlamasını yaptıkları halde, Ermeniler hâlâ neden aynı yolda yürümeye, kendilerini kullandırmaya devam ediyorlar?

Soru 5: Ermeniler neye güvenerek; Osmanlı’ya, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milletine, akla ziyan verecek şekilde “Biz Doğu Anadolu’da devlet kuracaktık, siz engellediniz” iddiasıyla hesap sormaya, suçlamaya, toprak ve tazminat istemeye kalkışabiliyorlar?

Soru 6: Ermeniler neden tarihle yüzleşmiyorlar? Yoksa yüzleşmeleri mümkün değil mi?

Bu soruların gerçekte tek bir cevabı vardır; o da emperyalizmin vicdanı yok, çıkarları vardır. Onlar için de her yol mubah, her şey helaldir! Bundan dolayı, iki buçuk asırdır kullanılan ve felakete sürüklenen Ermenilerin ve Türk Milletinin başına gelenlerin sorumlularını başka yerlerde aramanın bir anlamı olamaz.

***

Tarihle yüzleşmek veya 101. yılda hesaplaşmak ve kesin bir kanaate ulaşabilmek için çok önemli olarak gördüğümüz üç belgeyi daha dikkatlere getirmek isteriz.

Birincisi; yukarıda özetini verdiğimiz Lozan Konferansı’na gelen Ermeni Delegasyonunun, İtilaf Devletleri’ne bıraktığı, “Ermeniler, savaş sırasında tüm Ermeni milletinin İtilâf Devletleri’nin yanında savaştığını vurgulayan”  bildiridir.

Bildiride deniyor ki:

“İtilâf Devletleri’nin çağırması üzerine Ermeni gönüllüleri akın akın bu devletlerin emrine girmişler ve söz verilen bağımsızlık için Filistin ve Kilikya’da savaşan Doğu Ordusu’nun çekirdeğini teşkil etmişlerdir. Ermenilerin bu hareket ve fedakârlıkları, kendilerine çok pahalıya mal olmuş; birçok Ermeni ölmüş, yaralanmış, pek çok mal kaybolmuş ve binalar yıkılmıştır.”

İkincisi; I. Dünya Savaşı’nda bizzat olayların içinde birinci derecede rol alan, Taşnak Komitesi’nin kurucusu, Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni, 1923 yılında Bükreş’te yapılan Taşnak Partisi kongresine sunduğu rapordur.

Raporda Kaçaznuni diyor ki:

“Türkiye’den ‘denizden denize Ermenistan’ talep etmekteydik. (…) Nihayet şu da var ki, var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türklerle savaştık. Öldük ve öldürdük. (…) Askerî operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin millî mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde ‘Büyük Ermenistan hayali vardı. (…) ‘Türkiye Ermenistan’ı’ diye bir devletin, hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vaat ettiği Ermenistan hayali vardı, gerçeği göremedik.”

Üçüncüsü; 240 yıldır süren Ermeni meselesi hakkında kendisiyle yapılan mülakatta, Kandilli Kilisesi Vakfı Başkanı Dikran Kevorkyan’ın değerlendirmelerdir.

Kevorkyan diyor ki:

“Soykırım ve tehcir (bir yerden alıp başka bir yere götürme) farklı anlamlara gelir. Emperyalistlerin oyunları, Ermeni idarecilerin apolitik düş öncüleri (medya, kiliseler, din adamları) bütün bu olaylara sebep olmuştur. (…) Emperyalist güçler, ASALA ve PKK’nın arkasında olmasaydı onlar ne yapabilirlerdi? Bugün dünya üzerindeki Ermenilerin en rahatlıkla, en güçlü şekilde kendi kimliklerini muhafaza ettikleri ülke Türkiye’dir. Yurtdışındaki, Diasporadaki Ermeni, ismini değiştirerek mücadeleye giriyor. Çünkü oralarda, bir kültür ağırlığıyla, o insanların kültürünü eritmek var. Bugün Türkiye’nin aleyhine konuşulan Diasporadaki Ermeniler çok iyi biliyorlar ki, Amerika’nın belli kiliselerinde kurban ayinleri Pazar günleri İngilizce yapılıyor, Ermeniler ana lisanlarını kaybediyorlar.

PKK, ASALA, bu kararname, bütün bunlar dışarıdakilerin oyunu. Biz Türkiye’deki vatandaşlar olarak bir haksızlık yapıldığını düşünüyoruz. Ermeniler eğer akıllıysa maşa olarak kullanılmasınlar.”

Bu üç önemli belgeden edindiğimiz kıymetli bilgiler, birbirini teyit etmektedir. Üç belgede, yaşanan korkunç felaketleri başlatanın, sürdürenin, ihanet edenin ve sorumlu olanın, emperyalistlerin aldattığı isyancı, ihtilalci ve savaşçı Ermeniler olduğunda mutabıktır. Üçü de Ermeni milletinin savaşan taraf olduğunu açıkça söylemektedir. Türkler haklıydı, tehcir doğruydu ve gerekliydi. Ermenilerin kimlikleriyle en rahat bir şekilde yaşadıkları ülke Türkiye’dir. Asimilasyon ABD’de vardır.

Bizim raporumuzla yaptığımız tespitler bu üç Ermeni liderinin tespitleriyle, örtüşmektedir.

***

Son söz: Dün sömürgeci İtilaf Devletleri’nin siyaseti gereğince ihtilalci Ermeniler kullanılarak kanlı olaylar nasıl yaşanmışsa, günümüzde de aynı çevrelerce yine, aynı amaçlarla, Ermenistan ve Diaspora kullanılarak Türkiye’ye saldırılar yapılmaktadır. Hedefler değişmemiştir; yine Türk Milletinin birliğinin bozulması, vatanın bölünmesi ve egemenliğin paylaşılmasıdır.

Ancak, şartlar ne olursa olsun Türk Milleti, dün olduğu gibi bugün de her bedeli ödeyecek ve bütünlüğünü savunarak bekasını devam ettirecektir. Bu konuda hiç kimse ham hayallere kapılmamalıdır.

————————

Yukarıda çok kısa olarak özetlenen Ermeni ileri gelenlerine ait belgeleri biraz daha geniş olarak ele almak isteriz.

Ekler: 1

Ermenistan’ın ilk Başbakanı ve Taşnaksütyun’nun kurucusu Ovanes Kaçaznuni’nin 1923 yılında Bükreş’te yapılan Taşnak Partisi kongresinde okuduğu raporundan, konumuzla ilgili kısa bir özet şöyledir:

“1914 kışı ve 1915 yılının ilk ayları, Taşnaksutyun da dâhil olmak üzere, Rusya Ermenileri açısından bir heyecanlanma ve umut dönemiydi. Biz kayıtsız şartsız Rusya’ya yönelmiş durumdaydık. Herhangi bir gerekçe yokken zafer havasına kapılmıştık; sadakatimiz, çalışmalarımız ve yardımlarımız karşılığında Çar Hükümeti’nin Güney Kafkasya Ermenistan’ı ile Türkiye’nin Ermeni eyaletlerinden oluşan Ermenistan’ın bağımsızlığını bize armağan edeceğinden emindik.    Aklımız dumanlanmıştı.  Biz kendi isteklerimizi başkalarına mâl ederek, sorumsuz kişilerin boş sözlerine büyük önem vererek ve kendimize yaptığımız hipnozun etkisiyle gerçekleri anlayamadık ve hayallere kapıldık. (…) Türkler ise ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını gerektirecek bir husus bulunmamaktaydı.

Barışı sabote etmek için savaştık. Artık hepimiz Türklerin düşmanı olan İtilaf Devletleri’nin kampındaydık. Türkiye’den ‘denizden denize Ermenistan’ talep etmekteydik. İtilaf Devletleri’nin ordularını Türkiye’ye göndermeleri ve hâkimiyetimizi temin etmeleri için Avrupa ve Amerika’ya resmî çağrılar yaptık. Nihayet şu da var ki var olduğumuz sürece aralıksız olarak Türklerle savaştık. Öldük ve öldürdük. Artık, Türklere ne gibi bir güven telkin edebiliriz ki? Askerî operasyonlara katıldık. Kandırıldık ve Rusya’ya bağlandık. Tehcir doğruydu ve gerekliydi. Gerçekleri göremedik, olayların sebebi biziz. Türklerin millî mücadelesi haklıydı. Barışı reddetmemiz ve silahlanmamız büyük bir hataydı. Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf Devletleri’nin bize vaat ettiği büyük Ermenistan hayali vardı ama biz hiçbir zaman devlet olamadık. ‘Türkiye Ermenistan’ı’ diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik. İsyanımızın temelinde İtilaf Devletleri’nin bize vaat ettiği Ermenistan hayali vardı, gerçeği göremedik.”

Ek 2.

Halen Kandilli Kilisesi Başkanı olan Dikran Kevorkyan’ın bugünlerde yaptığı değerlendirme şöyledir:

“Soykırım ve tehcir (bir yerden alıp başka bir yere götürmek) farklı anlamlara gelir. Emperyalistlerin oyunları, Ermeni idarecilerin apolitik düş öncüleri (medya, kiliseler, din adamları) bütün bu olaylara sebep olmuştur. Patrik ruhani bir liderdir; siyasi konularda patrikten görüş alma gibi bir yanlış yapılıyor. Emperyalist güçler, ASALA ve PKK’nın arkasında olmasaydı onlar ne yapabilirlerdi? Yer değiştirme meselesinde Almanya’nın İstanbul’a baskısı vardı. Burada Almanya’nın, yerleşik düzeni sarsmak ve Bağdat demiryolu mevzusunda ekonomik menfaatlerini sağlama almak amacı vardı.

‘Asimilasyon’ iddialarına gelince: bugün dünya üzerindeki Ermenilerin en rahatlıkla, en güçlü şekilde kendi kimliklerini muhafaza ettikleri ülke Türkiye’dir. Yurtdışındaki, Diasporadaki Ermeni, ismini değiştirerek mücadeleye giriyor. Çünkü oralarda, bir kültür ağırlığıyla, o insanların kültürünü eritmek var. Bugün Türkiye’nin aleyhine konuşulan Diasporadaki Ermeniler çok iyi biliyorlar ki Amerika’nın belli kiliselerinde kurban ayinleri Pazar günleri İngilizce yapılıyor, Ermeniler ana lisanlarını kaybediyorlar. Kilisemde Hıristiyan’ım, evimde Ermeni’yim, kapının dışında Türk’üm. O Türk bayrağı hem kiliseyi hem evimi korur. Amerika’da Amerikalıyım diyorlar; biz de Türk’üz. 100 sene evvel olan bir olayı bugün belli menfaat peşinde koşanların istismar etmesi çok acı.

Bunu söylediğin zaman kötü kişi oluyorsun. Biz onun için Türkiye’deki Ermeni vatandaşlar olarak üzüntümüzü dile getiriyoruz. Ne için? Atatürk’ün emanet ettiği Kuvay-i Milliye ruhuna bir haksızlık yapılmaktadır. Bütün bunlar dışarıdakilerin oyunudur. PKK, ASALA, bu kararname, bütün bunlar dışarıdakilerin oyunu. Biz Türkiye’deki vatandaşlar olarak bir haksızlık yapıldığını düşünüyoruz. Ermeniler eğer akıllıysa maşa olarak kullanılmasınlar.

Tehcir: Tehcirde vuku bulan üzücü hadiseler var. Burada mutlaka acılar da çekilmiştir ama bu acıları genişletip bir soykırıma tahvil etmek tamamen abesle iştigaldir. Tehcirden evvel ve sonra Ermenilerin uğradığı zulüm kadar İslamların uğradığı zulümler de var. Camiye doldurup yakılan Müslümanlar arasında, arkadaşımın dedesi var! Ermeniler de sütten çıkmış ak kaşık değil. Bütün bunları göz önünde bulundurarak, 100 sene önce olmuş bir olayı bugün menfaat peşinde koşarak Türklerle Ermeniler arasında nifak sokmanın âlemi yok!

Bunun da sebebi var tabii… Asırlardır bir arada yaşamış, ta Alparslan’dan, 1071’den itibaren Ermenilerin Bizans ordusundan Alparslan ordusuna ilticasıyla başlayan beraberlik, kardeşlik, aile bağları, asırlarca devam etmiş. Ne oldu da 1800’lerden, 1856’lardan sonra Ermeniler Berlin Konferansı’nda maşa olarak kullanılmaya başlandı? Ta 1896’ya, 1915’lere kadar gelindi. Bunun da kökünde yine dış güçlerin etkisi var.

Biz, Türkiye’de birbirimizi yemeden, birbirimizin ayağına takılmadan hayatımızı idame ettirebilirsek, kimse bizim aramıza giremez. Bugün Türkiye’deki Ermenilerin durumunu, diasporadaki Ermeni biliyor mu acaba? Türkiye’de Ermenilerin kilisesi var, ibadeti serbest. Kültürel faaliyetleri, basını var, daha ne isteniyor?

‘Jenosit blanche’ denen bir şey var, beyaz soykırım. Bugün Avrupa’da ve Amerika’daki devletlerin Ermenilere tatbik ettiği bu, “Beyaz Soykırım” nedir? Dilini eritiyor. Dini fonksiyonlarını yerine getirmeleri pek kolay değil, o memleketin diliyle ayin yapılıyor. Mesela ABD’de İngilizce ayin yapılıyor. Çünkü bu işi yürütenlerin muhakkak bir menfaatleri var. Ya şeref budalalığı var, ya da beynelmilel politik piyasada onların maşa olma keyfiyeti var.

Bugün Türkiye’de Dersimliler, Sasonlar falanlar var, bunların dernekleri var. Bunlara da bir şey demiyorum. Yeter ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin aleyhine bir davranışta bulunmasınlar. Bu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne nankörlük etmesinler. Çünkü Türkiye’deki Ermeni, bütün dünyadaki Ermenilerin mayasıdır.

Kültürüyle, dini ritüeliyle, anlayışıyla Anadolu’da ve Türkiye’de kök salmış bir toplum Ermeniler. Onlar, diaspora, istedikleri kadar ötsünler, hiçbir şey elde edemezler. Çünkü buradaki Ermenilerin büyük çoğunluğunu kendilerine çekemezler. Kafalarını yıkayamazlar. Bir-iki zıpçıktı çıkar, o ceridelerin (gazeteleri) bazı iddialarını ve provokatif hareketlerini, bu toplumun büyük kısmı nefretle kınıyor. Bunların muhakkak ki dışarıdan maddi imkanları vardır. 1915’den gelen bir Türk düşmanlığı var. Türklerde Ermeni düşmanlığı yok, ama Ermenilerde Türk düşmanlığı var. Makro planda hiçbir problem yok. Ahmet’in Mehmet’in ne kadar problemi varsa, Artin’in Onnik’in de o kadar problemi var.

Biz birlik beraberlik içinde olmalıyız. Türkiye’deki Ermenilerde büyük çoğunluğu birlik beraberlik istiyor. TC’ye karşı saplantı içinde değiller. Biz böyle kaynaşmış vaziyetteyiz. Çocukluğumdan beri biz böyleyiz. Ben Büyükada’da müezzinin çocuklarıyla kardeş gibi büyüdüm. Türk’tü, Ermeniydi, Hıristiyan’dı, diye bir şey yok.

Diasporadakilerin davranışları buradakileri rahatsız ediyor. Hem nankörlük diyorlar hem de rahatsızlık duyuyorlar. Malatya’da, Sivas’taki Ermeniler bundan rahatsız oluyor. Çünkü oralarda birlik beraberlik içinde yaşıyorlar. Bizim birliğimiz beraberliğimizin manasını sulandırdılar. Ne Mutlu Türküm Diyene dediğimiz zaman, İstiklal Marşı’nı okuduğumuz zaman kendimizden geçerdik. Sarsılmaması icap eden bir takım imgeler vardır. Bunların kaybedilmemesi lazım, yalnız din imanla olmuyor. Sen o bütünlüğü beraberliği bozacak şeylerin toplumun zararına olur. Şimdi bu azınlık durumu ortadan kalktı. Hiçbir ayrı gayrı yok. Bu diasporada kudurmalarının sebebi ne? 100 yıl önceki olayı, bugün Türkiye aleyhine bir koz olarak kullanmalarının esbabı mucibesi ne? Belki Türkiye’nin jeopolitik durumundan ötürü, bunları maşa olarak kullanıp, Türkiye’nin belli yerlerini ele geçirme keyfiyetidir. Rusya’nın Akdeniz’e inme, öbürlerinin Karadeniz’e çıkma problemi var. Senin bir de madenlerin var. ASALA dediler olmadı, PKK dediler olmadı, Alevi-Kürt dediler… Bunların hepsi eriyip gidecek. Çünkü Türk toplumunda 72 millet var. Kürt-Türk-Ermeni diye ayırmıyorum. Kök salmış bir toprağına bağlılık, bir vatandaşlık şuuru var. Dile getirilmese bile bu var. Yapılan bütün rezilliklere rağmen, bu maya duruyor orada. O maya durduğu müddetçe de bu topluma hiç kimse dil uzatamayacak. Kafalarına yerleştirsinler.”

Faydalanılan kaynaklar:

Gülseren S. Aytaş, Ermeni Talepleri ve Türkiye’nin Hakları, İstanbul Barosu, 2010 İstanbul

Yusuf HALAÇOĞLU, Ermeni Tehciri ve Gerçekler,Türk Tarih Kurumu, 2001 Ankara

Şeref ÜNAL, Uluslar arası Hukuk Açısından Ermeni Meselesi, Türk Tarih Kurumu, 2011 Ankara

Justin MCCARTHY,Ölüm ve Sürgün, Çev. Fatma Sarıkaya, Türk Tarih Kurumu, 2012 Ankara

Gürbüz MIZRAK, Aldatan Kimlik, Türk Bir – Milli Düşünce Merkezi Yay. 2015 Anakara

Ömer SAĞLAM, Ermeniler Buharlaşmadılar, Türk Bir – Milli Düşünce Yay. 2015 Ankara

Hanım HALİLOVA, Soyu Kırılan Kim?, Töre-Devlet Yayın.2015 İstanbul, imdevlet@gmail.com

Derya Yıldız Özkaraman, Hocalı Soykırımı, Togan Yayınları 2015, İstanbul

Kaçaznuni Ovanes, “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok”, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005

Dikran Kevorkyan ile röportaj, Kanal 6 Televizyon, Ceviz Kabuğu Programı, 7 Ekim 2000,

http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/38944-dikran-kevorkyan-ne-bugun-ne-2015te-hic-kimse-nifak-sokamaz.html

 

İngiliz başsavcısının mütalaası  < Fotokopiyi indirmek için tıklayınız

Yazar

Sadi Somuncuoğlu

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar