Yükleniyor...
Müslümanlar, saltanat yönetiminin, dünyevileşmenin (sekülerleşme), etnik ayrımcılığın (şuûbiyye/asabiyyet), siyasi despotizmin ve hukuksuzluğun ortaya çıkardığı dinî, siyasi ve toplumsal sorunlarla ilk defa modern dönemde karşılaşmadılar. Hz. Peygamber döneminden bugüne kadar bunlar sorun olmaya devam etti ve onlarla baş edebilmek için Müslümanlar yeni yol ve yöntemler denediler. İslâm düşünce tarihinde sorunlara farklı çözüm arayışları ve farklı yaklaşımların ilk tezahürlerine bireysel olarak sahabe ve sonraki kuşak (tabiîn) döneminde, toplumsal tezahürlerine ise Emeviler ve Abbasîler döneminde rastlanan Zahirilik (Hâricîlik ve Hadis Taraftarları), Bâtınîilik (Şiî ve Sufî irfancılık)[1] ve Akıl Taraftarlığı (Rey Taraftarları, Mürcie, Mutezile ve Maturidilik) yaklaşımları, dini anlama, anlatma yorumlama ve yaşama konusundaki tarihsel bakış açıları olarak[2] farklı isim ve görünümler altında günümüzde de bütün canlılığıyla varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar arasında günümüzde yaşanan sorunları tarihte hiç yaşanmamış tamamen yeni sorunlar olarak görmek doğru değildir. Birçok sorun ve çözüm yolu, şekil ve muhteva olarak belki farklıydı, ancak sebep ve sonuçları incelendiğinde birbirine benziyordu. Sadece bu sorunların çözümü için üretilen yöntem ve usuller, ya da paradigmalar, farklı isimler altında ve değişik biçimlerde kendini gösteriyordu.
Emeviler ve Abbasîlerin ilk yüzyılında Müslümanların karşılaştığı sorunları tahlil etmek, özellikle de din-siyaset ilişkisi ve din-toplum ilişkisini doğru çözümlemek, Türkiye’de dinî düşünce konusundaki zihniyet sorunlarını ve kutuplaşmaları daha iyi anlayabilmek açısından son derece önemlidir. Çünkü bu zihniyetler, Cumhuriyet döneminde yaşanan sorunların çözümünde de kendisini şu ya da bu şekilde göstermektedir. Türkiye’de hayatın dinî, siyasi ve toplumsal alanlarında karşılaşılan sorunlar, onlarla ilgili ortaya konulan çözümlere baktığımızda Abbasîlerin ilk yüzyılı, özellikle Memûn’un dönemi aklımıza gelmektedir. O zaman iktidar mücadelesi, önce Kureyş’in iki büyük kabilesi olan Emeviler ve Hâşimiler arasında, daha sonra Hâşimilerin iki büyük boyu Taliboğulları ve Abbasoğulları arasında yaşanıyordu. Güçlü olan kabile iktidara sahip oluyor ve saltanat genelde aynı soyda babadan oğula veya yakınlarına geçiyordu. Ancak iktidarın meşrulaştırılması hep dinî argümanlarla yapılıyordu.
Sosyal ve yerleşik hayata intibak etmekte güçlükler yaşayan bir grup, bu buhranlı ve tehlikeli süreçten kurtulabilmenin yolu olarak, Arap kültürü ve bedevi hayatın sorun çözme yöntemlerinden birisi olan güç kullanmayı seçti. Tepkiselliği ve asabiyet (kabilecilik) değerlerini önceleyen bu zihniyet Haricîler olarak tezahür etti ve siyasî-dinî bir harekete dönüştü. Emeviler döneminde, küçük ve büyük çaplı onlarca ayaklanma ve şiddet eylemleri gerçekleştirdiler, ancak iktidarı değiştiremediler ve sorunları çözmek yerine daha büyük sorunlara yol açtılar. Bu zihniyetin temsilcileri, kâfir, Müslüman, münafık, fâsık, iman ve İslâm gibi kavramları kendi katı anlayışları doğrultusunda şiddet içerikli, dışlayıcı ve çatışmacı unsurlarla tanımladılar. İnsanların imanını sorgulayan ve onları tekfir ederek İslâm toplumunun dışına atan bu hareket siyasi iktidarın nüfuzunun zayıf olduğu bölgelerde etkili olduysa da, bir süre sonra ya değişmek veya yok olmakla karşı karşıya kaldı.
Arap olmayan Müslümanlar arasından çıkan ve şehir kültüründe yetişmiş, kurum ve kurumlardan, hukuktan haberdar bazı kimseler, Emevilerin kaderci siyasi anlayışlarına karşı sorgulayıcı ve eleştirel bir yol izledi. Bu din söylemi, Ebu Hanife’nin başını çektiği Rey Taraftarları, Mürcie ve Mutezile olarak tarihe geçti. Siyasî tartışmalardan ve gündelik politikadan uzak, sivil bir hukuk ve entelektüel bir gelenek oluşturmak amacıyla ilmî faaliyetlere yöneldiler. Onlar, sosyal ve ilmî statü elde etmek yoluyla iktidar üzerinde etkili olmaya çalıştı. Özellikle Ashâbu’r-Rey, Hanefiler ve Mürcie, 10. asrın başlarında İmam Mâturîdî ve Semerkant uleması, Halife’nin, Müslümanların toplu kararı ve müzakeresiyle seçileceğini ilkeleştirmek istediler. Din ile şeriatı, diyanet ile siyaseti birbirinden ayırdılar. Dini toplumun birlik ve beraberliğini sağlayan bir kurum olarak gördüler. İnançları sorgulamanın yanlışlığına dikkat çektiler. Kur’an ayetlerini farklı anlamak ve yorumlamakla (tevil) insanların küfre girmeyeceğini ve tekfir edilemeyeceğini savundular. Kureyşli ile Kureyşli olmayanın, Arap Müslüman ile Arap olmayan Müslümanın imanda eşitliği uğruna mücadele verdiler. İnsanların dinî sorumluluğu ve ahlaklılığının temeline aklı ve cüz’i iradeyi koydular. Yeri geldi Emevilere karşı direndiler, yeri geldi sözlü ve yazılı olarak eleştirdiler, ama onlara karşı daima mesafeli durdular. Elde ettikleri ilmi birikim sebebiyle, bir kısmı bazı siyasî görevler üstlenmekten çekinmediler, hatta Emevilerin bazı doğru kararlarına destek oldular. Bazen eleştirileri hayatlarına mal oldu. Bazıları hapiste işkence sonucu, bazıları ise darağacında can verdi.
Hâşimilerin yanında yer alanların oluşturduğu diğer bir kesim, Emevi zulmünden ancak Hâşimileri iktidara getirmek suretiyle kurtulabileceklerine inandı. Ancak güçlü bir takibat söz konusu olduğundan yer altına çekilerek örgütlendiler ve faaliyetlerini gizli sürdürdüler. Arabın Ehl-i Beytlerinden olan Hâşimoğullarının iki büyük soyu Tâlibî veya Abbasîlerden kurtarıcı olarak gördükleri kimselere ümit bağladılar. Bu buhranlı dönemden çıkışta siyasî liderliğe (Mehdilik) namzet Hâşimoğullarını (Talibi ve Abbasî) bayraklaştırarak imam veya mehdi adıyla bir kurtarıcı beklediler. Sonuçta Emevilerden memnun olmayan mevalinin de desteğini alarak Ebu Müslim liderliğinde gerçekleştirdikleri bir ihtilâlle Emevileri devirdiler. Ancak Hâşimilerin iki kolu Abbasoğulları ve Taliboğulları kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Abbasoğulları iktidara Taliboğullarını ortak etmedi. Hatta iktidara gelince tıpkı Emeviler gibi Talipoğulları üzerinde siyasi baskılarını artırdılar. Bu duruma karşı çıkan Taliboğullarını destekleyen aşırı Şiiler olarak isimlendirilen fırkalar türedi. Bunlara yapılan baskılar sonucunda başta İsmailîler olmak üzere bir kısmı faaliyetlerini gizli sürdürdü. Bu olumsuz dönemden kurtulmak için “hakikatin özel, gizli ve saklı ilahi bilgisine ermiş” ve Allah tarafından desteklendiğine, tayin edildiğine inanılan karizmatik kişiliklerin gelmesini beklediler. Bu kurtarıcı fikrini, “sezgi ve tefekkür” yoluyla elde edilen “hikmet ve sırlı bilgi (gnostik)” ile ve hermes kültüründeki irfan söylemiyle güçlendirmek ve dinî meşruiyet kazandırmak için çaba gösterdiler. Müslümanların hemen hemen tamamı İsmailîlik ile zirveye ulaşan irfanîliğe tavır aldı. Ancak bâtıni söylemin ateşli savunucuları olan İsmailîler, her geçen gün daha da güçlendi. Dinî bilginin ancak imamın öğretmesiyle öğrenilebileceği ilkesini merkeze alan İsmailîye, bâtınîliğin özünü teşkil eden kurtarıcı fikri olan Mehdilikten yararlanarak 9. asrın sonlarında Fatımiler devletini kurdu.
Emevî-Hâşimî iktidar kavgasından zarar gören ve yaşanan dramatik olaylar sonucu ümitlerini kaybeden, dindarlıklarının tehdit altında olduğuna inanan bazı kimseler, zahitliği bir hayat tarzı olarak tercih etti. Emevi saltanatının başından itibaren halk ve yöneticiler arasında Küfe, Basra, Mekke ve Medine’de içki âlemlerinin, eğlence ve sefahatin artması sonucunda, Irak’ta, Şam, Hicaz, Küfe ve Basra gibi büyük şehirlerdeki kimi çevreler, “zühd”ü bir hayat tarzı olarak seçtiler.[3] Zahitler ve daha sonra sûfîler olarak yaygınlaşacak olan bu hareket, sadece Emevilere karşı bir protesto hareketi değildi aynı zamanda Haricîlerin dindarlığın şeklî boyutuna vurgu yapmalarına, amelleri/taatleri imanın önüne çıkarmalarına, insanların hayat ve mülkiyet haklarına, inanç hürriyetleri üzerinde baskı kurmaya ve şiddet eylemlerine kalkışmalarına ve de bazı Mutezilîlerin kendi görüşlerini başkalarına zorla kabul ettirme ve nasların sınırlarını zorlayan aşırı akılcılığına da bir tepkiydi.
Zühd hareketi, kurrâ (Kur’an okuyucular), zühhâd (zahitler) veya kussâs (kıssa anlatanlar) adı verilen, “Kur’an okudukça ve vaz ettikçe ağlayan bir sınıf insanın faaliyetleriyle”[4] başlamıştı. Bu kimseler, halk üzerinde etkili olabilmek ve ikna edici olabilmek için Yahudi, Hristiyan, Gnostik, Budist ve Zerdüşt kaynaklardan gelen bilgileri Kur’an’daki kıssalarla birleştirerek anlatıyorlardı. Bu buhranlı dönemde zahitler de, Emevî ve Abbasî zulmünden kurtulmak için aşırı Şii grupların yaptığı gibi irfanî söylemi kullandılar. Böylece Şii irfancılığının yanında, ilham, keşif ve rüyalara kutsallık atfeden, “düşünce ve yaşayışlarıyla sûfîlik ile İslâm’ı kaynaştırmaya çalışan”[5] Sünnî irfancılığı ortaya çıktı. Bâtıni söylemi benimseyen Sünnî irfancılık, dış kültürlerden ve Şii irfancılığı propaganda eden kaynaklardan etkilenerek Mehdilik fikrini sistemlerinin bir parçası hâline getirdiler Bu anlayış yapılan baskı ve zulümden zarar görmüş kitleler üzerinde etkili oldu. Fazlur Rahman, zühd ve tasavvuf hareketinin Sünni İslâm dünyasında meşru hâle gelmesini İslâm idealinin toplumsal hayatta gerçekleşmemesinin farkına varılmasından sonra çözüm arayışına bağlamakta ve şu şekilde izah etmektedir:
“Söz konusu bu Mehdilik nazariyesi ile Hz. İsa’nın İkinci Gelişi hakkındaki nazariyenin iç içe girmesi tabii olan bir gelişme İslâmî idealin toplum hayatında gerçekleşmediğini iyiden iyiye fark eden Sünnî İslâm Dünyası’nda bile bu çeşit fikirler vaizlerin de yardımıyla, hayal kırıklığına uğramış halkın kalplerinde hazır bir yer buldu. Mehdi fikri, Sünni kelâm sistemine resmen sokulmamakla beraber Sünnî halk arasında önemini daima korudu. Daha sonra İslâm’a geniş ölçüde giren Yahudi ve Hristiyan kaynaklı uydurma fikirler de bu faaliyet alanının içine girmektedir.”[6]
Emevilere karşı en ciddi muhalefet cephelerinden birisi, onların inanç, ibadet ve muamelât alanındaki bazı görüş ve uygulamalarını bidat kabul edip tekrar saadet asrı (altın çağ) veya selef-i sâlihîn olarak gördükleri Hz. Peygamber, sahabe ve sonraki kuşak (tâbiîn) dönemine dönmek isteyenlerden oluşuyordu. Problemlerin çözümünü geçmişin geleneksel hayat biçimlerinde (Asâr) veya sünnet adı verilen dinî tecrübede arayan bu kesim Abbasîler döneminde güçlü bir taraftar kitlesi edindi. Dinin anlaşılmasında zahirî bir söylemi öne çıkaran ve lafız-mânâ ilişkisinde lafzı önceleyen, dinî nasslarda mecazı reddeden, akla, kelâm ve felsefeye karşı yoğun bir mücadele içine giren bu kesim Hadis Taraftarları olarak isimlendirildi. Başta İmam Mâlik ve taraftarları, Ahmet b. Hanbel ve taraftarları, İmam Şafiî ve taraftarları bu grubun içerisinde yer aldı. Bu hareket Abbasîlerin ilk yüzyılında ve Mutezilenin mahkûm edildiği yıllarda, “selef-i sâlihîn” adını verdikleri altın çağı Hz. Peygamber ve sonrasındaki ilk üç nesil ile sınırlandırdı. Bundan sonraki nesiller ve tarih, onlara göre, her geçen gün daha kötüye gitmekte ve kıyametin kopmasını hazırlayan olumsuz alâmetlere sahne olmaktaydı. Kötü gidişattan Müceddid veya Mehdi yoluyla kurtulma fikri bu kesimler arasında da büyük ilgi gördü. Bu beklentilerin meşrulaştırılması için Mehdilik ile ilgili rivayetler, 9. asırdan itibaren hazırlanan hadis külliyatına girdi. Bu dönemin dinî tecrübesi ile ilgili veriler hadis, sünnet veya âsâr adı altında toplanarak zengin bir edebiyat oluşturuldu. Bu kesimler, zengin edebiyatları ve daha sonra bazı siyasilerin desteği ile Ehl-i Sünnet’in toplumsal tabanını oluşturan halk kitlelerini ve onların İslâm yorumlarını derinden etkiledi. Gelenekçi-Muhafazakâr kanat, bir dönem Abbasî devletinin din politikalarına karşı olduğu kadar Ebu Hanife reyciliği ve Mutezile akılcılığına da karşı oldular. Bedevi toplumunun kültürel izlerini taşıyan Hâricîlik ile Arap kültürünün etkisinden kurtulamayan ve metnin zâhirine sıkı sıkıya bağlı kalan Hadis Taraftarları, iman anlayışı, bazı noktalarda Müslümanları tekfir, ibadetlerin terki hâlinde zora başvurma ve güç kullanma konularında birbirine yakınlaştılar. Nassları anlama ve hayatı yaşamada lafızcı ve şeklî bir anlayışı savunmaları dolayısıyla her iki söylemi, Zahirilik adı altında birleştirmek mümkündür. Hâricîlik, Emeviler döneminden sonra bir çözüm yolu olmaktan çıkmış ise de Zâhiriliği esas alan ve şiddete başvuran kesimler hep olmuştur. Özellikle Hanbelilik, Zahirî anlayışın en aşırı uçlarında yer alan ve zaman zaman şiddete başvuran bir harekete evrilmiştir. 18. asırda ortaya çıkan Vehhabîlik ve günümüzdeki Selefi akımları da böyle bir evrilmenin sonucudur.
İslâm düşünce tarihinde hayatın dinî, toplumsal ve siyasî alanlarında oldukça önemli sorunlarla karşı karşıya kalındığında Zahirî, Akılcı/Reyci ve Bâtıni zihniyetler devreye sokuldu ve sorunların üstesinden gelinmeye çalışıldı. Memûn döneminde yaşanan “mihne” hadisesi üzerinden bu dönemin röntgeni çekildiğinde bu üç yaklaşımın varlığı ve etki alanı açıkça görülmektedir. Hermesçilik ve Maniheist gnostisizmden beslenen Şii-Bâtınîler, diğer tarafta hadis veya gelenekler (âsâr) olarak aktarılan metinlerinin zâhirine sıkı sıkıya bağlanan Zâhirîler/Hadis Taraftarları ve öteki tarafta meselelere akıl yoluyla çözüm arayan Rey Taraftarları/Akılcılar bulunmaktadır. Siyaset, en azından Mütevekkil’e kadar (831-846), bu üç gruptan üçüncüsünü din anlayışında öne çıkarmak istedi. Halife Memun ve kendinden sonraki iki halife, Şii irfancılığı ve Hadis Taraftarlığının Zahirî söylemiyle mücadele edebilmek için aklî söylemi seçmiş idiler. Söylendiğine göre Memûn rüyasında Aristo’yu gördü ve Aristo kendisine “iyilik ve güzellik”i bilmenin yolu olarak önce aklı, sonra şeriatı ve sonra toplumu tavsiye etti. Bu dönemde Reyci/akılcı Hanefî âlimler ve Mutezilî mütekellimler desteklendi. Onlardan bir kısmına resmî görevler verildi. Hukuki uygulamalarda ve İslâm’ı diğer kültür ve medeniyetlere karşı savunmada onlardan yararlanıldı.
Memun ve ardından gelen iki halife, sonuçta birinci derecede tehlike olarak gördükleri Şii İrfancılığını ortadan kaldırma politikası ile meşgul iken, karşılarında ondan daha güçlü başka bir kesimi Zahirî din anlayışı savunucularını buldular. Zâhirî-Hanbelî zihniyet, o günden bugüne Ehl-i Sünnet’i kuşatmayı sürdürdü. Bâtıni zihniyet Şafiî ve Eş’arî âlimlerin sûfîliğe yakınlaşması ve onu meşrulaştırmasıyla birlikte Sünnî kesimlerde gittikçe güçlendi. Baskıcı din politikalarının uygulandığı dönemlerde, Zâhirî ve Bâtıni anlayışın toplumda etkisini artırması, reyci/akılcı kesimi olumsuz etkiledi. Hatta akılcı âlimler işkence gördü, eserleri bidat ve sapık fikirler içerdiği iddiasıyla mahkûm edildi.
Bâtıni söylem ve Zâhirî din söylemi arasındaki kutuplaşma, Müslüman zihinleri dumura uğrattı. Bunun sonucu olarak eleştirel yaklaşımı ve insan iradesini öne çıkaran Kelâm, Felsefe ve Akılcılık, haksız itham ve saldırılara maruz kaldı. Bu gelenekler Sûfî ve Zâhirî anlayışa yakınlaştıkça meşruiyet kazandı, uzaklaştıkça saldırıya uğradı.
Akılcı/reyciliğin zayıfladığı dönemlerde, Zâhirî söylem ile İrfanî söylem arasındaki mücadele ve rekabet arttı. Öyle ki, kökleri reyciliğe dayanan Hanefî-Maturidî çevreleri de etkiledi. Zahirî zihniyet ile bâtını zihniyet kutuplaşması, Osmanlı’da Kadızâdeliler-Sivasîler arasındaki tartışmalara yansıdı. Hatta, 18 ve 19. asırlarda Tatarlar arasında Hanefileri Kadimciler ve Ceditçiler olarak ikiye ayırdı.
Medreseler üzerinden aktarılan gelenekçi anlayış ile tekkeler yoluyla devam ettirilen İrfani anlayış arasındaki rekabet, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıç döneminde yaşanan Tevhid-i Tedrisat ile tekke ve zaviyelerin lağvedilmesi gibi köklü değişimlerde ya doğrudan veya dolaylı yollardan kendisini göstermeye devam etti. Osmanlı döneminden başlayarak Türk toplumunu iyice kuşatan Bâtıni anlayış, cumhuriyetin ilk yıllarında Hanefî-Maturidî çevreleri, Nakşibendîlik ve Nurculuk yoluyla kontrol etmeye başladı. Cumhuriyet döneminde Zâhid Kevserî’nin şahsında bayraklaştırılan İslâmcı söylem, hem Sufî-Bâtıni eğilimleri[7] hem de Zâhirî-siyasî eğilimleri içinde barındırıyordu. Günümüzde İrfancı ve gelenekçi Hanefilik[8] denebilecek bir eğilim bu çizgide devam etmektedir.
Diğer tarafta Musa Carullah, Muhammed Abduh, Seyit Bey, Hamdi Yazır ve Mehmet Akif Ersoy’un başını çektiği Maturidilik vurgusu ağır basan Ceditçi Hanefilik vardı, bu iki kesim arasındaki rekabet, bugün de mevcuttur. Birinciler, ikincileri akla ve Kur’an’a müracaat etmesi ve dinî düşüncede yenilenmeyi ve klasik fıkıh kitaplarını tenkit süzgecinden geçirmeyi savunmaları dolayısıyla modernist, oryantalist ve mezhepsizler olarak damgalamaktadır. Bu noktada Kadimci Hanefilik veya İrfancı Hanefilik akılcı damara karşı birleşmiş görünmektedir. Bu eğilim, Nakşibendîliğe mensup cemaatler arasında güçlü bir tabana sahiptir. Bu kesimler, İrfancı/Bâtıni söyleme kaymış Hanefî fıkıh kitaplarına ve metinlere mahkûm olmuş, Ebu Hanife’nin akılcı ve reyciliğinden habersiz sözde Hanefîlerdir. Zâhid Kevserî’nin Reyci/akılcı Hanefî-Maturîdî gelenek ile hangi noktalarda ters düştüğü hususu ayrı bir makale konusudur. Ancak medreseliler arasında savunulan fıkıh geleneğine teslim olmuş Kadimcilik, Türkiye’de Zâhirîlik ve Bâtınîlik arasında gidip gelen Hanefî tarzını temsil etmektedir. Ceditçilik ise, cumhuriyet, milliyetçilik, laiklik ve demokrasi gibi batıda üretilen insanî değerleri İslâmî değerlerle uzlaştırmaya çalışan fikrî ve felsefî bir hareket hâline gelmiştir.
Hilâfetin kaldırılması, Şer’î hukukun ilgası ve laikliğin benimsenmesiyle birlikte Türkiye’de dinî düşüncede ciddî kırılmalar ve değişimler yaşandı. Bazı kesimler, bu değişimleri dinsizlik olarak yorumladı. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu ise hukuk ve siyasette dinin müessiriyetini azaltmak ve Osmanlı’dan devralınan İrfancı ve Zahirî din anlayışıyla mücadele edebilmek için pozitivizmin din eleştirilerini kullandı. Bunun resmî din anlayışına dönüşmesi Türkiye’de kutuplaşmanın taraflarını yeniden belirledi. Bir tarafta pozitivist anlayışa yönelen ve dinî hürriyetleri kontrol altına almak isteyen Katı Laikçiler, diğer tarafta onların baskılarından mağdur ve mazlum durumuna düşmüş Katı Muhafazakâr veya Siyasî İslamcılar vardı. Bu kutuplaşma Sûfi-İrfanî söylemciler ile Zâhirî gelenekçileri Pozitivizm, Laiklik ve Kemalizm aleyhtarlığı noktasında birleştirmekteydi. Cumhuriyet döneminde, pozitivist ve katı laikçi politikalara uygun olarak dinî hayat ve hürriyetler üzerindeki baskılar, tıpkı Abbasîler döneminde olduğu gibi, Bâtınîliğin/irfanîliğin ve Zâhirî/şekilci anlayışın güçlenmesiyle neticelendi. Bu baskı ve mihnet dönemi, irfanî/sûfî söyleme sahip kimseleri, kendilerini gizlemeye ve farklı muhitlerde farklı kimliklerle var olmaya sevketti. Bu durumdan kurtulmak için, devleti ve onu yöneten kadroları ele geçirmeyi ideolojik bir hedef olarak belirlediler. Devleti iyi yönetilmesi gereken bir kurum olarak değil fethedilmesi gereken bir düşman olarak algıladılar. İslamcıların hemen hemen tamamı evrim veya devrim yoluyla devleti ele geçirmeyi ve halifeliğe dönmeyi fikrî sistemlerinin öncelikleri arasına koydu.
Cumhuriyet döneminde tarikatların yasaklanması ve tekke-dergâhların kapatılması bu yapıları daha da güçlendirdi. İleri gelenlerinin hukukî ve inzibati takibe uğramaları, onları mensupları gözünde ayrıca kahramanlaştırdı. Geleneksel dergâh ve tekke yapılanmasını kaybeden tarikat çevreleri, modernitenin getirdiği yeni örgütlenme biçimlerinden cemaat örgütlenmesine, dernek, vakıf ve sendikalaşmaya yöneldiler veya çok partili döneme geçişle birlikte siyasî örgütlenmelerin içinde yer almaya ya da onlar üzerinden siyasette etkili olmaya çalıştılar. Bir kısmı, tarikatların yasak olması ve cezaî-hukukî takibatı gerektirmesi sebebiyle tarikat ismini kullanmamaya özen gösterdi. Bâtıni anlayışı benimsemiş olan Said Nursî, bu tuzağa düşmemek için, “zaman tarikat zamanı değil şeriat/hakikat zamanı” diyerek etrafındakileri Nur Şakirtleri veya Nur Cemaati olarak isimlendirdi. Cemaat kavramı, Süleymancılar, Erenköy, İsmailağa, Işıkçılar, İskenderpaşa, Menzilciler veya Kadirîleri kapsayacak şekilde ve Cumhuriyet ideolojisine karşı olmayı ima eden şemsiye bir kavram olarak kullanıldı. Bunlar, dergâh ve tekkesi olmayan, faaliyetlerini gizli sürdüren sûfî yapılardı. Cumhuriyet döneminde yeni bir forma giren bu yapılar (cemaatler), kişileri kutsallaştırma, gizli ve İlâhî bilgiye sahip olma, Resûlullah ile soy bağı kurma, Ehl-i Beyt’ten olma, mehdi ve mesih bekleme, tevessül, rüya, istihare ve ilhamlara kutsiyet yükleme ve onlarla hareket etme, şifahî kültürden beslenme, gavs, kutup ve ricâlü’l-gaybın dünyayı kontrol ettiğine inanma; akıl, kelâm ve felsefe aleyhtarlığı; laiklik ve demokrasiyi dinsizlik ve küfür olarak algılama konusunda hemen hemen aynı görüşleri paylaştılar.
Cemaatler arasında bazı kesimler, milliyetçiliğe kavmiyetçilik ve ırkçılık derken, kendi etnisitelerini İslâmcılık ümmetçilik kisvesi altında savunmaktan da geri durmadılar. Bu dinî gruplar, kişilerdeki ailevî, millî ve mezhebî aidiyetler yerine bağlı oldukları cemaate mensubiyeti öne çıkardılar. Baskı altında olan bu cemaatlerden bazıları, kendi içlerindekilere farklı, başkalarına farklı davrandılar; gizli örgütlenmenin getirdiği halet-i ruhiye ile dinin temel esaslarına, haram ve helâllerine ters olan bazı inanç ve uygulamaları meşrulaştıran bir cemaat ahlâkı veya fıkhı oluşturdular. Bu yolla, itikadı, siyaseti ve amelî hayatı kontrol altında tutmaya çalıştılar.
Devlet baştan beri, Zâhirî ve İrfanî din söylemlerinin önünü kesmeye, bilimsel zihniyetle, pozitivist yollarla ve baskıcı laikliği kullanarak her ikisini kontrol altında tutmaya çalıştı. Siyasi iktidarlar, ihtilâl dönemlerinde ve sonrasında cemaatler üzerinde baskıyı artırdıkça ve hukuku atlayarak keyfî uygulamalara başvurdukça, Zâhirî ve İrfancı din söyleminin hayatın çeşitli alanlarında daha etkili olmasının zeminini hazırladı.
Çok partili döneme geçiş sürecinde gerek İrfanî anlayışı gerekse Zâhirî gelenekçi anlayışı benimseyenler, başlangıçta sağ partilerle, daha sonrasında ise siyasî İslamcı cephelerle veya partilerle birlikte hareket ettiler. Ancak Türkiye’deki dinî-toplumsal yapılar, bir yandan da İslâm anlayışlarında Arap dünyasında gittikçe güçlenen Selefi ideolojiden ve “İran İslâm Devrimi”nden etkilenmeye başladı. İslâm dünyasındaki Selefi ideoloji ve siyasi İslamcılık dalgası Türkiye’deki cemaatlerin din algılarında önemli bir değişikliğe ve parçalanmaya da yol açtı. Bu durum bazı kesimlerin daha siyasî bir dil kullanmalarına, Türkiye dışındaki siyasî İslâmcı akımlardan İhvân-ı Müslimîn ve Cemaât-i İslâmiye gibi yapılarla ilişkiye girmelerine, onların Türkçe’ye çevrilen eserleri üzerinden dinî-siyasi kimliklerini yeniden tanımlamalarına ve Bâtıni söylem ile aralarına mesafe koymalarına sebep oldu. Millî Görüş hareketi, böyle bir ayrışmanın sonucunda ortaya çıktı ve kendi siyasi otoritesine boyun eğmedikleri sürece, Bâtıni/Sûfî cemaatlerle yollarını ayırdı.
Türkiye’deki köklü siyasi, toplumsal ve kültürel değişimler sonucunda Nurculuk, kendi içerisinde Okuyucu, Yazıcı, Kırkıncı, Fethullahçı ve diğer gruplara ayrıldı. Sonuçta daha önce Katı Laikçiler karşısında tek cephe olan İslâmcı blok, “İran İslâm Devrimi” ve “Selefi ideoloji”nin etkisiyle Bâtıni irfanı benimseyenler ve siyasi bir dili benimseyenler olarak ikiye ayrıldı. Cemaatler, maddî menfaatlerini koruyabilmek ve iktidarın nimetlerini paylaşabilmek için muhafazakâr partilere yakın durdular. Hatta bazen devleti iktidarla birlikte yönetmeye kalkıştılar. Siyasette, bürokraside ve ticari sektörlerde büyük imkânlar elde ettiler.
1950’lerden itibaren Türkiye’nin toplumsal tabanında ve dinî düşüncesinde etkili olmaya başlayan yeni aktörlerden Nurculuk, Süleymancılık, Işıkçılık ile Nakşibendîlik ve Kadirilik gibi Sûfî yapılanmaların tamamı, Bâtıni din söyleminden besleniyordu. Bu İrfancı söyleme mensup olanların bir kısmı kendisinin Hanefi-Mâturîdî olduğunu iddia etse de Hanefilikle ilişkileri fıkhî uygulamaları taklit seviyesini geçmemektedir. İmam Mâturîdî ile ilişkilerine gelince, bütünüyle semboliktir. Bu kesimlerin akıl, kelâm ve felsefe aleyhtarlığı yapmaları, içtihat ve tecdide karşı çıkmaları, İmam Ebu Hanife ve İmam Mâturîdî akılcılığından ne kadar uzaklaştıklarını açıkça göstermektedir. Bu sebeple Nakşibendî kesimlerin Kevserî üzerinden Hanefilik ve Maturidilik savunuları da sahici değildir. İmam Mâturîdî ve Kevserî’nin görüşleri arasında yapılacak küçük bir mukayese, böyle bir iddianın yanlışlığını ortaya koyacaktır. Kevserî’nin fıkıh, tasavvuf ve kelami görüşleri[9] İmam Mâturidî’nin din-şeriat ayrımı, diyanet-siyaset ayrımı, içtihat ile nesih ve ilhamı bir bilgi kaynağı olmadığı gibi temel fikirleriyle çelişmektedir. Kevseri’nin “Mâturîdiyye’ye mensup”[10] veya “20. yüzyılın Mâturîdiyye müceddidi”[11] olarak takdim edilmesi durumu değiştirmemektedir.
15 Temmuz darbe girişiminin Bâtıni/İrfanî söylemi benimseyen Fethullah Gülen ve Cemaatine körü körüne bağlanan sivil ve askeri kesimler tarafından tertiplenmiş olduğu üzerinde herhangi bir şüphe kalmamıştır. Fethullah Gülen, vaazlarında ve kitaplarında, Said Nursî’nin fikirlerine dayanmış, ancak bu fikirleri daha da “ileri” götürmüştür. Onun hareketinde kilit kavram mehdiliktir. Said Nursî’nin “şahs-ı manevî” olarak temsili mümkün olan sembolik mehdilik fikri Fethullah Gülen tarafından kendi cemaati için kullanıldı. Böyle bir fikir, onları kendi cemaatlerini Mehdi’nin manevî şahsiyetinin temsilcisi[12] ve “âhir zaman cemaati”[13] olduğu iddiasına götürmüştür. Sünnî kesimlerde mehdilik fikri, özellikle Sünnî tarikatlarda yaygın idi. Mehdilik fikri, Sûfîliğe dair eserler, Risale-i Nurlar ve Kütüb-i Sitte’nin Türkçe’ye çevirisi yoluyla toplumda yaygınlaştı. Fethullah Gülen, mehdilik fikrini, diğer nurcuları ve Sufî kesimleri, kendi etrafına toplamakta ustaca kullandı. Gülen, Risâle-i Nurlar’dan aldığı mehdilik kutb, aktab ve ricâl-i gayb, rüya ve ilham gibi kavramları güncelleştirdi ve bunları sisteminin merkezine yerleştirdi. Fethullah Gülen, ihtilâlcilerle ve siyasî partilerle kurduğu ilişkileri, bu cemaatin menfaatleri için kullandı. Eğitimden bankacılığa her alanda faaliyet gösteren, yurt içi ve yurt dışında iktisadi ve siyasi dengeleri etkileyen bir güce dönüştü. Oluşturdukları cemaat fıkhı ve ahlâkı ile devletin en hassas noktalarına sızmak için hırsızlık, şantaj, yalan ve iftirayı, takiyyeyi meşru gördüler. Ülkenin en zeki çocuklarını elde ederek kendi çıkarları uğruna kullandılar. Kendi içlerinde buyurgan ve tek tipleştirici bir dil kullanırken, başkalarına çoğulcu, diyalog yanlısı ve hoşgörülü görünmeye çalıştılar. Toplumda meşruiyet kazanmak için millî ve manevi değerleri istismar ettiler. Onların en büyük zararı, İslâm’ın dinî, ahlaki ve toplumsal değerlerine; Türk toplumunun kültürel değerlerine oldu. İslâm’ın canı, malı, dinî hürriyetleri, düşünce ve kanaat hürriyetini ve nesilleri koruma şeklindeki beş temel gayesini ihlâl ettiler. İnsanların, “himmet” adı altında mallarını, zühd ve takva kisvesi altında inançlarını ve güvenlerini, mehdiliği kullanarak bireylerin aklını çaldılar; “hizmet” ve “altın nesil” adı altında genç nesilleri ailesine, milliyetine ve devletine düşman hâle getirdiler.
Cemaat mensuplarını tutuklayarak ve görevinden ihraç ederek bu meselenin kökten ve kalıcı biçimde halledileceğini düşünmek çok vahim bir hata ve yanılgıya yol açar. Problemi çözme konusunda devletin bunlardan başka alması gereken daha pek çok tedbir bulunmaktadır. Devlet, rekabet halinde olan Zâhirî ve Bâtıni söylemlerle olan ilişkisini gözden geçirmek durumundadır. Daha önceden beri var olan baskıcı, tektipleştirici ve tepkisel reflekslerle değil, ancak insan hak ve hürriyetlerini (Mekâsıdu’ş-Şeria) güçlendirerek, bireysel farkındalığa ve eleştirel tutuma imkân tanıyarak yapabilir bunu. Abbasîler döneminde olduğu gibi, aklı savunanları politik maksatları için kullanma yoluna gitmek ve onlar üzerinden diğer söylemleri baskılamaya veya sindirmeye çalışmak müspet sonuç vermeyecektir. Asıl mühim olan husus, cemaat veya radikal dinî hareketlerin tasallutu altındaki bireyleri onların tahakkümünden kurtarmak ve onları özgürleştirmektir. İnsanlara aklını kullanmayı öğretmedikçe, onları din ve vicdan özgürlüklerini tıpkı namusları gibi başkasının emrine ve kontrolüne bırakamayacaklarına ikna edemedikçe ve dinî alanda genel bir aydınlanmanın gerçekleştirilemediği sürece, daha sonra da benzer meselelerle karşılaşılması mukadderdir.
Türkiye’de içine düşülen bu bunalımdan kurtulma konusunda, resmî düzeyde siyasi yolun dışında bir yol belirlenmemiş gibi görünüyor. Bu yapılarla mücadele eden ilgili kurumlar, Diyanet ve İlahiyatlar, Sünniliğin sınırlarını zorlayan bu Bâtıni söyleme karşı ilkeli davranmak durumundadırlar. Bu konuda yapılması gereken ciddî eleştirilerin, “diğer cemaatler acaba ne der?” endişesiyle yapılmaması gayrı ahlâkî olduğu kadar tehlikelidir de. Söz konusu Bâtıni söyleme karşı esaslı surette aklî eleştirilerin üretilmesine zemin hazırlanmalı, fırsat ve imkân verilmelidir. Bazı siyasî çevreler eleştirilerin, ortak zihniyete sahip oldukları Sûfî-İrfancı geleneklere uzanmasını istememektedirler. Diyanet İşleri Başkanlığı, ancak siyasetin -elbette haklı olarak- eleştiri hedefine oturttuğu Fethullahçı Cemaati eleştirmekte ve dinî olmaktan ziyade siyasî bir dil kullanmaktadır.
Diyanet bir taraftan “ihkak-ı keramet olarak” Said Nursî’nin eserlerini yayımlamaya çalışırken, diğer taraftan “Sahte Mehdîci hareket” olarak gördüğü Fethullah Gülen ve yandaşlarıyla mücadele etmeye çalışmaktadır. Hâlbuki Fethullah Gülen, Mehdilik ve Mesihlik fikrini Risale-i Nurlar’dan almış ve devam ettirmiştir. Onun Mehdilik ve Mesihlik fikri Said Nursi’nin bu konudaki fikirlerinin yeni ve bir ileri “sürümü”dür. Diyanet yetkilileri, 2013 yılından önce Diyanet’in tarihinde Said Nursi’nin eserleri ile ilgili 16 veya 17 rapor hazırlandığını ve bunlardan hiç birisinin bu eserlerle ilgili olumsuz kanaat belirtmediğini övünerek bu cemaatin mensupları huzurunda ifade etmişlerdir. Aynı Diyanet yetkilileri 15 Temmuz sonrasında Yaşar Kutluay’ın Said Nursi, eserleri ve Nurculuğu Bâtıni bir hareket olarak eleştirdiği makalesini bugünkü eleştirilerinde referans olarak kullanmaktadır. Son on yıldır Diyanet’i ve devleti sivil toplum örgütleriyle yönetmekten bahsedenler, onların sivil toplum olup olmadıklarını hiç tartışmadılar. Ayrıca pedagojik formasyonu olmayan, ancak bir Kur’an Kursu’ndan icazeti olan kimselerin, imam ve Kuran Kursu eğiticisi olarak atanmasının doğuracağı mahsurlar hiç tartışılmadı. Şeffaf olmayan, iktidar ve güç peşinde olan sivil toplum örgütlerinde Diyanet’in temsil edilmesinin yolları aranmadı. Diyanet, din hizmetlerinde onları istihdam ederek hep alan kaybetti. Yıllardan beri her Ramazan ayı boyunca devletin resmî kanallarında ve Diyanet TV’de akıl aleyhtarlığını aşılayan, Bâtınîliği kutsayan, gizemli, sırlı, menkıbevi din anlayışlarını propaganda eden programlar yayımlanıyor. “Sakal-ı şerif”, “Mehdî-i Resul” ve “Mesih-i Mevud” gündeme geldiğinde, Diyanet yetkilileri İrfancıları karşısına almaktan çekinerek açık ve net görüş ortaya koyamıyor. Mehdi hadislerinin eleştirisi konusunda 6 asır evvel İbn Haldun’un gösterdiği cesareti ve ilmî seviye ve dürüstlüğü gösteremiyor. DİB, darbeden hemen sonra alelacele Olağanüstü Din Şûrası tertipledi. Hâlbuki böyle bir konuda pek çok çalıştay ve ilmî toplantının çok daha önce yapılması lâzım gelmez miydi? Şûra sonrasında alınan kararlar, açılış konuşmalarında belirlenen çerçevenin dışına çıkamadı. Üstelik Fethullah Gülen ve hareketi için “sahte mehdî” ve “mehdîci-mesihçi hareket” tanımlaması yapılması eleştiri konusu oldu. Çünkü “sahte mehdî” tanımlaması, “gerçek mehdî” fikrini zımnen kabul etmek demekti.
Diyanetin bir kurum olarak yapması gereken, Fethullah Gülen’in tâ başından beri yaptığı konuşmaları, vaazları, yazdığı eserleri ve yazışmaları kronolojik olarak arşivleyerek araştırmacıların ve uzmanların bunlar üzerinde araştırma yapmasını sağlamak olmalıydı. Üç beş kitabını okuyup birkaç vaazını dinleyip onlar üzerinden sonuçlara ulaşmak medyanın yapacağı bir iştir. Eğer akademisyenlere böyle bir imkân tanısaydı, bu cemaatin ta baştan beri hangi merhalelerden geçtiği, ne tür değişimlere uğradığı ve bu milletin evlatlarının kendi milletine kurşun sıkacak hâle nasıl getirildikleri daha iyi anlaşılabilirdi.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, Sûfî/İrfancı söylem sahibi bütün hareketleri mercek altına alması ve bu konuda ilkeli davranması kendi yararına olacaktır. Eleştirilerini ve görüşlerini tek bir hedefe odaklaştırmamalı, aynı söylemi benimseyen eşdeğer vakaları da göz önünde bulundurmalıdır. Diyanet, Gülen hareketiyle mücadelenin irfancı bir söylemle mücadele olduğunun henüz farkında değildir. Onu din dışı “sahte Mehdî hareketi” olarak görmek meseleyi çözmemektedir. Ne zaman IŞİD ve Gülen hareketi ile fikrî mücadeleden söz edilse çözüm olarak İrfani söylem adres gösterilmektedir. Diyanet Dergisi’nin bir sayısını İrfanîlik (Bâtınîlik) için ayırması câlib-i dikkattir. Aslında İrfanîlik (Bâtınîilik) söylemi ne IŞİD ile ne de Gülen Hareketi ile mücadelede çaredir; çünkü İrfanî/Bâtıni zihniyet, nihayetinde Şii-İrfanî söylemi ile aynı noktada buluşacaktır.
Bir taraftan Türkiye’de İrfanîlik adı altında görsel medyada sergilenen İslâm’la alâkasız uygulamalar; diğer taraftan Bâtınîliğin propagandasını yapan aktörlerin rüya, ilham, istihâre ile insanların hayatlarına yön vermeye çalışmaları; masum şeyh iddiası, hayatta olan şeyhleri kutsama ve ölmüşlerin mezarlarına aşırı ihtiram, kutup-aktap, keramet, Mehdi ve Mesih inanışı; “Kur’an sapıtır, okumayın”, “sünnete iman” gibi kavram ve akıl dışı iddiaları her geçen gün Zâhirî zihniyetin temsilcileri olein Selefîleri daha da güçlendirmektedir.
Artık Türkiye’de Türk Selefîliği denilen bir olgu ile karşı karşıyayız. Daha önce Selefîlik, hep dışarıdan beslenen bir olgu iken bugün çok ciddi yerli dinamiklere sahip bir harekete dönüşmüştür. Selefi eserlerin Türkçe çevirilerinden beslenme aşaması bitmiş, yerli Selefî eserler üretilmeye başlanmıştır. Aslında şu anda Türkiye’de Selefî aktörler güçlü bir retorikle câmilerde, radyo ve televizyon kanallarında ve online medyada Türkçe vaazlar vermekte, Türkçe’ye çevirdikleri Selefî kitaplarını satmak için yayınevleri (Furkan/Tevhid) kurmaktalar; Konstantiniyye ve Tevhid adı altında dergiler yayımlamaktalar.
Türkiye’de Sûfî-Bâtıni cemaatler ve Selefî hareketler, Ehl-i Sünnet üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaktadırlar. Zâhirîler ve Bâtıniler, Ehl-i Sünnet adını kullanarak kelâmın, hür düşüncenin, aklın ve felsefenin devre dışı bırakılmasını propaganda etmektedirler.
Hâlidîlerin bir kısmı, Şii-Selefî çekişmesinde Selefî siyasî İslâm’a yakınlaşırken bir kısmı sözde Sûfî, fakat hâl, tavır ve davranışlarında, özellikle “tekfir etme” konusunda Selefî gibi davranmaktadırlar. Bu kimseler, televizyonlar ve sosyal medya yoluyla, ilim adamlarına ve farklı fikir sahibi İlâhiyatçılara cevap yetiştirmek ve onlara ayar vermekle meşguldürler. Siyaset ve ticaret ile o kadar içli dışlı olmuşlardır ki, Türkiye’de özgün bir Sûfi tecrübeyi yaşamak bile neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.
Geçmişte insanlar fıkhın katı kurallarından veya mezhepçilikten kurtulmak iyin Sûfi yapılara yöneliyorlardı. Şimdi bu Sûfi yapıların bir kısmı, Selefiliğe karşı durabilmek için güçlü mezhepçi eğilimlere kaynaklık ediyorlar.
Siyasi iktidar, toplumdaki bu kutuplaşmanın kısmen farkındadır. Bâtıni Gülen hareketinin şiddet yanlısı bir terör hareketine evrilmesi dolayısıyla, diğer Bâtıni/İrfani cemaatlere karşı, toplum da İrfancılığa bundan sonra şüphe ile yaklaşacaktır. Her ne kadar Selefilik ve Sûfilik birbirinin panzehri gibi görünse de her iki eğilim akıl düşmanlığında birleşmektedir.
Cumhuriyet döneminde İslâm düşüncesinde problem çözme yollarından birisi olan akli ve reyci damarın daha güçlenmesi beklenirken, maalesef, bu iki kesimin saldırılarıyla bahis konusu “damar” gittikçe zayıflamıştır. Bugün üç tarz dindarlık ve zihniyet birbiriyle çatışma halindedir: Bâtınilik (Şii ve Sünni İrfancılık), Arap dindarlığı (Selefilik) ve Türk Dindarlığı (Hanefi Maturidilik). Bugün Türkiye, dinî problemlerini çözerken üç dindarlık tarzından hangisini seçeceğine karar verme konusunda yol ayrımına gelmiştir.
15 Temmuz’dan sonra bu darbe girişimi ile ilgili pek çok toplantı ve çalıştay düzenlendi; Olağanüstü Din Şûrası yapıldı. Medyada yüzlerce yazı yazıldı ve bazı dergiler özel sayılar çıkardı. Darbe teşebbüsünün sebepleri, yapılış biçimi, ilmî dinamikleri ve sonuçlan üzerinde pek çok analizler yapıldı. Öne çıkan analizlerden birisi Bâtıni din söyleminin ve Mehdi fikrinin bu konuda ciddi bir motivasyon oluşturduğu hususu idi. Milletin iradesiyle iş başına gelmiş bir hükümete karşı darbe yapmak, hem fertlerin hürriyetine, hem de toplumsal iradeye karşı olmak anlamına geliyordu. Fethullah Gülen ve ekibi, insanların eleştirme ve sorgulama yeteneklerini yok ederek onları komutla hareket eden birer robota dönüştürmede, şifahî dinî kültürü ve Mehdîci anlayışı kullandı. Darbenin gücünü kırmak ve daha sonra böyle bir hâdiseyi bir daha yaşamamak için, ferdiyet bilincine, eleştiri ve sorgulamaya, aklı kullanmaya, laikliği güçlendirmeye yönelik çağrılar yapıldı. Aslında haklı olarak meselenin çözümünde aklı öne çıkarmak ve Mehdîci-Bâtıni söylemi devre dışı bırakmak gayesi güdülüyordu.
Bu eleştirilerden diğer İrfancı cemaatler de nasibini aldı. Bu yüzden, daha önce dinî cemaatlere güven duyan kesimlerde bile onlara karşı belli bir güvensizlik oluştu.
Diğer cemaatlerin iktidara desteğini çekmesinden ve darbecilerin yanında yer almalarından endişelenen kesimler, bir süre sonra akılcılık, bireysel farkındalık ve eleştirel yaklaşımı seslendirmekten vazgeçti. Çünkü Ehl-i Sünnetçi Sûfî çevrelerden, “Cemaatler bombalanıyor, Laiklik pompalanıyor.” tarzında bazı uyarılar yapılmaya başlandı. Bir kesim Ehl-i Sünnet’in kurucu unsurunun İrfanîlik/Sûfîlik olduğunu savunurken diğer bir kesim, bu unsurun İrfan değil Beyan olduğunu iddia etti.
Dinî-toplumsal veya dinî siyasî hareketler her dönemde var olmuştur. Cemaatler ve tarikatlar, Türkiye’nin sosyal ve dinî bir gerçeğidir. Bir taraftan din ve vicdan hürriyeti ve ibadet serbestisi ile ilgili yasalar, her vatandaşa dernek, vakıf, sendika kurma hakkı verirken, diğer taraftan tarikatlarla ilgili yasaklar, Sufî gelenekte var olan pek çok ritüelin yok olmasına sebep olmaktadır. Cemaat ve tarikat yapılanmalarının kurumsal yapısını, iç işleyişini, faaliyet ve hizmet alanlarını, görev ve sorumluluklarını belirleyen yasal çerçevenin bulunmaması, bu yapıların her çeşit faaliyet içerisine girmesini ve insanların dinî duygularını ve hürriyetlerini istismar edebilmelerini kolaylaştırmaktadır. Osmanlının en zayıf dönemlerinde bile, tarikatların faaliyetlerini denetleyen Meşihat makamı vardı ve bağlı oldukları Tekke Nizamnamesi çıkarılmıştı. Her tarikat bu yasa ve yönetmeliklere uymak zorundaydı. Mezhep, tarikat ve cemaatlere hukukî statü ve güvence sağlandığında, insanların, tarikat ve cemaatlere girmesi ve üye olması suç olmaktan çıkacaktır. Bu durumda her yapı, kendine tanınan hukukî çerçevede daha serbest hareket edebilecektir.
Günümüzde Avrupa’da birçok ülkede dinî-toplumsal yapıların veya dinî cemaatlerin statüsünü belirleyen yasalar vardır. Dinî-toplumsal bir örgütlenmenin hukukî olarak tanınması için, farklı bir inanç sitemi, belli sayıda mensubunun olması, dinî merkezleri ve kontrol edilebilir, hesabı verilebilir bir bütçeye sahip olmaları şartı vardır. Yapılan bağış ve yardımlar kayıt altındadır. Devletin güvenliğine ve vatandaşların hürriyetlerine tehdit ve tehlike oluşturmadıkça mesele yoktur. Türkiye’de oluşturulacak yeni yasa ve yönetmelikler, onların fikir, din ve vicdan hürriyetini veya ibadet serbestîlerini güvence altına alacaktır. Bu yapıların denetlenebilir, hesap verebilir, şeffaf yapılar olarak faaliyet göstermeleri, tüzüğünde yer alan görev ve sorumlulukları doğrultusunda hizmet vermeleri ve bu alanların dışına asla çıkmamaları onlara karşı toplumdaki güveni daha da artıracaktır. Türkiye’de geçmişte ve günümüzde cemaat ve tarikatlarla ilgili yaşanan sıkıntıların birçoğu mevcut yasakçı mevzuattan ve onların faaliyetlerini belli esaslara bağlayan hukukî düzenlemelerin olmamasından kaynaklanmaktadır. Böyle olunca da mevcut cemaatler, hayır-hasenat kurumları olmaktan çıkıp her türlü ticarî ve siyasî faaliyeti gösteren “kuruluş” ve “örgüt”ler hâline gelmiştir.
Sonuç olarak, 15 Temmuz başarısız darbe teşebbüsünden alınacak hayatî derecede mühim dersler bulunmaktadır:
Birincisi, cemaat ve tarikatlar, basite alınacak bir olgu değildir. Cemaatler, tarikatlar ve dinî organizasyonlar, kendilerine her ne kadar sivil toplum örgütü görüntüsü vermeye çalışsalar da kişi merkezli olmaları, ortak katılımdan yoksun olmaları, devletten bağımsız olmak yerine, devlete muhalif bir tavır takınmaları, bazılarının iktidarı güç kullanarak ele geçirme gayesi gütmesi, ticarî ortaklıklara dönüşmesi ve dinî-ideolojik kalıplar içerisinde faaliyet göstermeleri onların sivil toplum örgütü sayılabilmelerini imkânsız kılmaktadır. Özellikle Türkiye’de tarikatlar ve cemaatler, önderleri veya liderlerinin otoriteleri ve tasallutu altında faaliyet göstermekte ve varlığını bu kişilerle sürdürmektedirler. Diğer taraftan bazılarının dolaylı veya doğrudan siyasetin içinde oldukları, partileştikleri, partilerin potansiyeli ve uydusu hâline geldikleri bilinmektedir. Ayrıca bazı gruplar, bazen iyi niyetli ve insanlara faydalı olmak üzere kendilerine destek veren mensuplarını, müşteri gibi görerek suiistimal etmektedirler. Bazen de, tevhit, ihlâs, tesettür, tekbir ve benzeri kavram, değer ve sembolleri işyeri, dükkân, şirket adı olarak kullanmak suretiyle, onlar üzerinden rant devşirmeğe çalışmaktadırlar.
İkincisi, milleti kurtaracak olanın yine milletin kendi iradesi olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Türk milleti, bundan önceki ihtilâl ve yahut ihtilâl teşebbüslerinde göstermediği bir tepki göstermiş, iradesini temsil eden Meclis’e sahip çıkmıştır. Böylece millet, İlahî irade ve cüz’i iradenin yanında millî iradenin de savunucusu olmuştur. Artık çağdaş mütekellimler ve sosyal bilimciler, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türk siyaset felsefesinin anahtar terimi olan bu kavramı, tekrar tartışmak ve tanımlamak zorundadırlar.
Üçüncüsü, demokrasiyi daha önce küfür olarak görenler, demokrasi nöbeti tutarak önemli bir değişim yaşamışlardır. Toplumların kendi kendisini yönetmesi olarak tanımlanan demokrasi sahiplenilmeğe ve korunmaya değer görülmüştür.
Dördüncüsü, laikliğin tekrar tartışılmasına ve tanımlanmasına yönelik yeni bir süreç başlamıştır. Bu süreci sekteye uğratmadan devam ettirmek ve kendi değerleriyle uyumlu olabilecek hürriyetçi bir laikliğe nasıl ulaşılacağına dair fikir ve öneriler ortaya koymak toplumun yararına olacaktır.
Beşincisi, dinî inançlarda körü körüne bağlanmanın ve kutsallaştırılan şahıslara sorgulamadan itaat etmenin nelere mal olduğu görülmüş, bundan kurtulmanın yolu olarak akılcılığın, sorgulamanın, ferdiyet şuurunun ve eleştiri geleneğinin güçlendirilmesi gerektiği anlaşılmıştır. Bu da beraberinde din eğitiminin-öğretiminin sağlıklı zeminlerde yapılması ve programların buna göre düzenlenmesi icap ettiğini göstermiştir.
Altıncısı ve en önemlisi akla, cüz’i irade ve millî iradeye önem veren Hanefî-Mâturidî anlayış, âdeta yeniden keşfedilmeye başlanmıştır. Bu gelenekten yararlanılacaksa, İmam Ebu Hanife ve İmam Mâturîdî gibi âlimlerin kendi dönemleri için ortaya koydukları fikirler yerine o fikirlere nasıl ve hangi usulle (metodoloji, yöntem) ulaştıklarına yoğunlaşılmalıdır. Böylece “reyci/akılcı” din anlayışı, bireylerin aklını ve zihnini özgürleştirecek, hukukun üstünlüğünü güvence altına alacak, millî iradeyi hâkim kılarak demokrasiyi güçlendirecektir. Aksi takdirde Türkiye Şii-Selefî mezhep çatışması veya Bâtıni-Zâhirî zihniyet kutuplaşması zeminine kayacaktır. Türkiye sahip olduğu toplumsal, dinî ve ahlâkî değerleri güncelleyerek tarihte olduğu gibi bugün de Müslümanlar ve insanlığa umut olacak yeni bir İslâm Medeniyeti’nin inşası için elinden geleni yapmalıdır. Bunun için her şeyden önce dinî ve felsefi alanda toplumsal bir aydınlanma ve yenilenmeye ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır.
[1] Bâtıni-İrfanî söylemin Şiilik ve Sûfîlikteki yansımaları ile Şiilik-Tasavvuf ilişkisi konusunda geniş bilgi için bkz.: es-Seyyid Haşim Ma’rûf el-Hüseynî, Beyne’t-Tasavvuf ve’t-Teşeyyü, Dâru’t-Teâruf lil-Matbûât, Lübnan 2006; Kamil Mustafa eş-Şeybî, es-Sılatü beyne’t-Tasavvuf ve’t- Teşeyyü, Dârul-Endülüs, I-II, 3. Baskı, Beyrut 1982.
[2] Tarihsel din söylemlerinin geniş bir çözümlemesi ile ilgili bkz.: İslâm Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri, Otto yayınları, Ankara 2012; Sönmez Kutlu, “İslâm Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri”, İslâmiyât Dergisi, Cilt: IV, Sayı: 4(2001), 15-36 ss.
[3] Emeviler döneminde zahitliğin protesto hareketine dönüşmesi ve ilk zahitler konusunda geniş bilgi için bkz.: Ramazan Altınay, Emevilerde Günlük Yaşam, Ankara Okulu yayınları, Ankara 2006, s. 373-377. Küfe ve Basra’daki zahit şahsiyetlerin listesi için bk.: Dipnot 765.
[4] Fazlur Rahman, İslâm, Ankara Okulu, 7. Baskı, Ankara 2004, s. 198.
[5] Rahman, İslâm, s. 198.
[6] Rahman, İslâm, s. 198.
[7] “Zâhid Kevserî’nin ilmî şahsiyetinde tasavvufun önemli bir yeri vardır. Babası Nakşî şeyhleri arasında yer aldığı gibi kendisi de Kastamonulu Nakşî şeyhi Hasan Hilmi Efendi’ye intisap etmiştir. Her iki şeyh de dönemin müceddidi kabul edilen Ahmet Ziyaeddin Gümüşhânevî’nin dergâhına mensuptur. Ona göre nefsin ve hevânın baskısına maruz kalan kişiler kutsî âlemle irtibatı olan kâmil mürşitlerin irşat ve yardımına muhtaçtır. … Tevessül câizdir, çünkü tevessül edilen kâmil insanlar ruhlarını arındırıp temizlediklerinden manevî tasarrufta bulunma melekesine sahiptirler, onların bu vasıfları ölümlerinden sonra da devam eder.” (Yusuf Şevki Yavuz, “Zâhid Kevserî”, DM., 44/77).
[8] Kevserî, Türkiye Selefîleri tarafından “kabirlerin üzerine mescit yapmayı, mum yakmayı ve kandil koymayı, kabrin üzerine yapılmış olan mescitte namaz kılmayı (Muhammed Zâhid el-Kevserî, Makâlât, Mektebetü’t-Tevfıkiyye, Mısır Trz., s.153-157), sâlih kişilerin ruhlarından istiane, istimdat, yardım dileme ve sığınmayı câiz görmesi; sâlih kişilerin ruhlarının kâinatta mutlak tasarruf sahibi olduğunu, kâinatı idare ettikleri, evliyanın kabirlerini ziyaret etmenin ziyaret edenlere feyiz kaynağı olacağı, sâlihler vefat edip ruhları bedenden ayrıldığında gaybı bileceklerini iddia etmesi; Peygamberim (S.A.V.) belâ anında ona sığınmak, ondan yardım istemek câizdir ve onun zâtı ile tevessül câizdir dediğini ileri sürmesi; vahdet-i vücutçu olan İbni Arabi’yi ve İbni Fârid’i müdafaa etmesi” sebebiyle eleştirilmiştir. (Bkz.:http://www.islâm-tr.net/forum/konu/ehli-hadis-dusmani-el-kevseri%E2%80%99nin-gercek-yuzu.l2588/ 20.11.2016)
[9] “Fıkıh, şeriat ve din kavramları birbirinden ayrı düşünülemez, çünkü fıkıh din bilgisi olup din bilgisi dine aykırı olamaz. Muamelâta ilişkin dinî hükümleri diğerlerinden ayrı tutup değişebilirliğini ileri sürmek tutarsızlıktır. İyi özümsenip dirayetle tatbik edildiğinde İslâm ahkâmı Müslümanların problemlerini her zaman ve her yerde çözmeye yeterlidir. Sahabe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn fukahasının Kitap ve Sünnet’ten Arap dili kurallarına göre anladığı şey ne ise dinî ahkâm odur. Sonraki asırlarda yaşayan fakihler (müteahhirin) öncekilerin Kitap ve Sünnet’ten çıkardıkları şeylere muhalefet edemez, sadece onların hüküm vermediği veya sonradan ortaya çıkan hususlarda hüküm verebilir; onların ihtilâf ettiği meselelerde tercihte bulunabilir. Bu çerçevede örf ya da maslahat, hükümlerin değişmesine gerekçe yapılamaz. Bu gerekçelerle bazı şer’î hükümleri yürürlükten kaldırmak ise ahkâm neshetmektir, bu ise insanın teşri’ alanına müdahalesi anlamına gelir. Teşri’ alanı münhasıran Allah’a aittir.” Ebubekir Sifil, “Zâhid Kevseri-Fıkıh”, DİA. 44/80. (Sifil, Kevseri’nin görüşlerinde onun Makâlâtül-Kevseri adlı eserine dayanmaktadır. Bkz.: s. 107,111, 113-116).
[10] “Mâtürîdiyye’ye mensup olan Zâhid Kevserî’nin kelâma dair temel görüşleri şöyledir: Ehl-i Sünnet’e dâhil Mâturîdiyye ile Eş’ariyye büyük çoğunlukla ortak görüşler benimsemiştir, aralarındaki farklılıklar çok azdır; bu sebeple mezhepleri birbirine yaklaştırmaya çalışmanın bir anlamı yoktur; mezhepsizlik ise dinsizliğe götüren bir yoldur. Dinî emirleri hayata geçirebilmek için bir mezhebe bağlanmak zorunludur. Selefiyye (Haşviyye) ise Selef mezhebine intisap iddiasında bulunan ve kelâm ilmine vâkıf olmayan ehl-i hadis zümresinin mezhebidir. Bu mezhep teşbih ve tecsîme götüren inançlar içerdiğinden Ehl-i Sünnet’e dâhil değildir” (Yusuf Şevki Yavuz, “Zâhid Kevserî”, DİA. 44/78).
[11] “XX. yüzyılın Mâturîdiyye müceddidi olarak nitelendirilen Zâhid Kevseri’nin görüşleri Mısır’da ve diğer İslâm ülkelerinde dinî tartışmalara zemin hazırlamıştır, kendisini eleştirenler bulunduğu gibi savunanlar da vardır.” (Yusuf Şevki Yavuz, ” Zâhid Kevserî”, DİA., 44/77).
[12] Mehdilikle ilgili bazı hadisleri yorumlayan Said Nursi, Risale-i Nur’un mehdinin üç görevinden birisi olan “insanların imanlarını kurtarma” görevini üstlendiğini ileri sürmüştür. Geniş bilgi için bkz.: Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sinan Matbaası, İstanbul 1959, 259-61. Krş.: Kastamonu Lahikası, Tenvir Neşriyat, , İstanbul 1990, 208. Said Nursî’nin mehdiliği bir şahsi manevi olarak yorumladığı fikri, Fethullah Gülen tarafından da benimsenmiştir. Bkz.: Nuriye Akman, “Fethullah Hoca Anlatıyor (9. röportaj)” , Sabah Gazetesi, 31 Ocak 1995. Said Nursî ve Fethullah Gülen’in mehdilik konusuyla ilgili görüşlerinin kısa bir analizi için bkz.: Ahmet Keleş, “Türkiye’de Cemaat Dindarlığının Oluşumunda Hadislerin Rolü”, İslâmiyât Dergisi, ( Türki(iye) Dindarlığı Özel Sayısı), Cilt: 5: IV (2002), 134-135.
[13] M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla I, der. Ahmet Kurucan, 88.