23.04.2024

Türk aydınının ve siyasetçisinin bunalım ve çaresizlik yılı: 1919

İkbâl Vurucu’nun Doç. Umut Karabulut ile yaptığı söyleşide Millî Mücadele’nin öneminden, Atatürk’ün bu süreçteki özelliklerine, Vahdettin konusundaki dedikodulara, Karabekir üzerinden yapılan yıpratmalara kadar pek çok Türk tarih yazımına değiniliyor


İkbal Vurucu (İV).: Tarihin pek çok konusunda olduğu gibi Cumhuriyet tarihi ile ilgili bazı konular günümüzde belirli ideolojik gruplar tarafından sürekli gündeme getirilmekte ve tartışmaya açılmaktadır. Milli Mücadele’nin başlangıcı ile ilgili tarihî gerçeklerle ve bilimsel yaklaşımla uyuşmayan iddialar söz konusudur. Bu konuların başında da Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışı ve Milli Mücadele’nin başlatılması gelmektedir. 19 Mayıs 1919’un Milli Mücadele tarihimizdeki yeri ve önemi nedir? Neden bir tartışma konusu yapılmaktadır?

Umut Karabulut (UK): Müsaadenizle cevabıma son sorunuzdan başlayayım. Bilindiği üzere Türkiye’de bir takım çevreler Milli Mücadele’nin aslında bir saray hareketi olduğu tezini işlemekte ve bu yönde bir algı yaratma çabası içerisindeler. Bu iddialar aslında hayli eski olmakla birlikte “algı operasyonu” son yıllarda hız kazandı. Sanırım bunun iki temel gerekçesi var. İlki Osmanlı Devleti’ne ideolojik olarak bağlı olan kitleler ile Atatürkçü diye tabir edeceğimiz cumhuriyet kuşaklarını ortak bir paydada birleştirmek. Aslında Atatürk devrimlerine gönül vermiş hemen hiçbir cumhuriyetçi, Osmanlı Devleti’nin mirasını ve tarih içerisinde gerçekleştirdiği olumlu eylemleri inkâr etmez. O, Türk tarihinin önemli bir parçasını oluşturur. Ancak burada yapılmak istenen olduğundan farklı bir Osmanlı portresi çizmek ve maalesef son döneminde işgalcilerle işbirliği içerisine girmiş bir takım çevreleri aklamak gibi bir düşüncenin ortaya çıktığını görüyoruz. İkinci gerekçe ise ne yazık ki ilki kadar masum değil. Mustafa Kemal Paşa’nın Türk bağımsızlık savaşındaki rolünü hafifletmek ve onu bu hareketin lideri konumundan indirerek Osmanlı Devleti’ne bağlı bir subay olarak lanse etmek. Tabii bu düşüncedeki temel yanlış, milli hareketin Osmanlı sarayından başlatıldığına yönelik tarihsel bir yönlendirme yapılmak istenmesi.

19 Mayıs tarihine gelene dek ülke içerisinde birçok kurtuluş çaresi ortaya atıldı. Atatürk Nutuk’ta bunlara değinir. Ancak bunların hiçbirisi, bağımsızlığı sağlamada geçerli bir yöntem önermediği gibi, “milli sınırlar içerisinde hakimiyet-i milliye esasına müstenit yeni bir devlet düzeni” de öngörmemekteydi. Dolayısıyla gerek mandacılık, gerekse de bölgesel kurtuluş çareleri Türk Milli Mücadelesinin ve devamında Türk devriminin başardığı işten bahsetmiyor. Kiminde İngiltere veya Amerika Birleşik Devletleri’nin insafına bırakılan mandacılık fikirleri, diğerinde ise bu ülkeden ne kurtardık kâr bilelim mantığıyla hareket eden bölgecilik fikirleri. 19 Mayıs 1919 tarihi, ulusal sınırlar içerisinde tam bağımsız bir ülke kurma yolundaki zorlu yolculuğun ilk adımıdır.

İ.V.: Şu halde 1919 yılının temel zorlukları ve Mustafa Kemal Paşa’yı ve düşüncelerini özel kılan neydi?

U.K.: Yukarıda da belirttiğim gibi Mustafa Kemal Paşa’nın yöntemi, tam bağımsızlıkçı bir yöntem ve bunu gerçekleştirirken ulusal bağımsızlığı da sağlamaya çalışıyor. Bakın, 1919 yılı zor bir yıl. Ben şöyle görüyorum olayı. 1402 Ankara Savaşından bu yana Anadolu’daki Türk varlığının tehlikeye girdiği tek dönemdir 1919 ve sonrası. Düşünün bir kere, şayet 1919 yılı boyunca gerçekleşen işgaller ve bunun sonucu ortaya çıkan Sevr barış Antlaşması fiilen de tahakkuk etmiş olsaydı, bugün hangi sınırlar içerisinde ve ne şekilde bir Türk Devletinden bahsedecektik? Şimdi bunlar günümüzde birtakım gençlere uzak birer ihtimal olarak geliyor, derste anlatırken hissedebiliyorum. Ancak değil, Sevr Barış Antlaşması basbayağı imzalandı ve uygulanmasını engelleyen Türk milli mücadelesi oldu.

Şimdi bu şartlar altında 1919 yılı benim tabirimle “Türk aydınının ve siyasetçisinin bunalım ve çaresizlik yılı” olmuştur. Bu ne demek? Şöyle ki, elde somut hiçbir kurtuluş çaresi kalmamış. Ülke gerçek manada bitmiş tükenmiş, iktidar sahipleri çoktan teslim olmuş ve İtilaf Devletlerinin dümen suyuna girmişler. Ordu dağıtılmış, halk biçare. Dolayısıyla şimdi bu şartlar altında bir takım aydınlar ve hatta vatansever aydınlar, mesela Amerikan mandasını önerdiler. Örneğin Halide Edip Hanım. Kendisi malum gerçek bir vatansever. Mütareke öncesi Türk Ocağı çevresinden ve realist bir kişi. 1918 yılında Türk Ocağı kongre yapıyor ve orada “Dış Türkler” meselesi gündeme geliyor. Halide Hanım alınacak kararı etkiliyor ve öncelik Türkiye Türklerinin olmalı diyor. Böyle realist birisi. Ancak o Halide Hanım bazı çevrelerce Amerikan mandaterliğiyle suçlanıyor. Doğrudur, basına demeçleri vardır. Ama olayı kendi şartları içerisinde değerlendirmeliyiz. Dediğim gibi, aydınların ve siyasetçilerin birçoğunun çaresizlik içerisinde kıvrandıkları bir dönem. “Bunalım ve Çaresizlik Yılı”. Bir çıkış bulamıyorlar ve çeşitli fikirler gündeme geliyor. Amerikan mandaterliği gibi. Ancak bu kişilerin önemli bir kısmı, ışık yandığında hatalarından dönmüş ve Milli Mücadele saflarına katılmıştır. Mustafa Kemal’de ne Milli Mücadele yıllarında ne de sonraki süreçte bunu hiç sorun etmedi ve gündeme getirmedi bu şahıslar adına. İstanbul Hükümeti ve sarayın hatası ise, başından itibaren takip ettikleri hatalı politikalardan vazgeçmemek oldu. Milli harekete inanmadılar ve onu desteklemediler. Bir süre sonra da olay iktidar çatışmasına döndü ve ne yazık ki Vahdettin, gerçekleştirdiği eylemlerle sadece Türk halkına sırt çevirip kötülük etmekle kalmadı, Osmanlı tarihine de büyük bir haksızlık yaptı.

İ.V.: 19 Mayıs 1919 da Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişi ile ilgili Vahdettin’in -muhtemelen Vahdettin’i aklamak adına- Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gizli bir görevle, yani ülkeyi kurtarması için, gönderdiği iddia edilmektedir. Bu iddialarını da Mustafa Kemal Anadolu’ya geçmeden önce Vahdettin’i ziyareti sırasında ”Paşa Paşa bu millete çok hizmet ettin Millet senden yeni hizmetler bekliyor” diyerek görevi vermesine dayandırmaktadır. Neden Mustafa Kemal? Başka bir komutan değil de Mustafa Kemal Anadolu’ya gönderiliyor? Mustafa Kemal’in ve Vahdettin’in özel bir gündemi var mıydı? Varsa bu neydi?

U.K.: Öncelikle şunu belirtelim. Biz Vahdettin ile Mustafa Kemal arasındaki görüşmenin detaylarını bizzat Mustafa Kemal Paşa’dan öğreniyoruz. Falih Rıfkı Atay’a anlattığı ve 1926 yılında Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde tefrika edilen notlarda, Vahdettin’in (kendisinin Samsun’a çıkmadan evvelki) son görüşmelerinde, masada duran bir tarih kitabını göstererek; “Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühimdir. Paşa devleti kurtarabilirsin!” dediğinden bahsediyor. Tabii, büyük bir şaşkınlığa düşmüş. Şehzadeliğinden tanıdığı Vahdettin’den bağımsızlıkçı bir hareket beklemiyor. Zaten yazının devamında Vahdettin’in kendisinden beklentisinin, işgalcilerin dümen suyuna giderek onları kışkırtmamak ve uygun görecekleri sınırlar içerisinde ülkenin (ve hanedanın) devamını sağlamak olduğunu söylüyor. Bam teli de burada koptu sanırım. Birçok yazar bunu, Vahdettin’in Mustafa Kemal’i aslında gizli bir görevle gönderdiği ve ülkeyi kurtarmasını istediği şeklinde tevil ettiler. Bir kere şunu düşünelim, tarih böyle cereyan etmiş olsaydı ve Mustafa Kemal Paşa kendisine verilen görevi kendi iktidarı için kullanmış olsaydı, 1926 yılında geçmişte yaşananları Falih Rıfkı’ya anlatır mıydı? Muhtemelen o, tarihsel yaşanmışlıkların doğruluğundan emin, vicdanı rahat bir şekilde bunları not ettirmiştir. İkincisi de olayları tarihsel boyutunda incelediğimizde, Vahdettin’in Mustafa Kemal’e böyle bir görev vermiş olamayacağını derhal anlıyoruz. Çünkü Vahdettin, sonradan gerçekleştirdiği tutum ve eylemlerin hemen tümünde Mustafa Kemal’i ve dolayısıyla milli hareketi boğmaya yönelik her türlü adımı atmıştır. Nihayet en sonunda, 1920 Nisan’ında Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey hakkında idam fetvası yayınlatmış, milli harekete katılanları hainlikle suçlamıştır. 1920 ve 21 Türkiye’sinde işgaller kadar isyanların da büyük olumsuzlukları olmuştur ve ne yazık ki bu isyanlarda yayınlanan fetva ve İstanbul’un sergilediği tutumun yeri büyüktür.

Son olarak; Neden başkası değil de Mustafa Kemal Paşa bu göreve seçildi sorusuna gelelim. Bir kere Mustafa Kemal Paşa İttihatçı değil. Malum İttihatçılar Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında sokmuş ve bir şekilde İngilizler de dâhil olmak üzere İtilaf Devletlerine zorluk çıkarmışlardır. Zaten Mütareke döneminde İngilizlerin Osmanlı’ya hayırhah yaklaşmamalarındaki temel gerekçe de Birinci Dünya Savaşında (Çanakkale ve Kut’ül Amare gibi bir takım cephelerde ) yaşadıkları sıkıntıların bedelini ödetme isteğidir. İngiliz Başbakan Lloyd George’un siyaseti tümüyle, Yunanistan yanlısı olup, Batı Anadolu ve Trakya’dan Türkleri çıkarma siyasetini gütmektedir. Bakın, Türkiye’de İttihatçılık mefhumu, ifrat-tefrit kabilinden ele alınıyor. Tarihi bağlamında yerli yerine oturtup değerlendirilemiyor. Burada konumuz Milli Mücadele ve şunu söylemek gerekir. İttihatçı kadroların Milli Mücadele içerisindeki faydası büyüktür. Bilhassa, İttihatçı siyaseti bırakmış ancak İttihatçılığın bağrında taşıdığı milliyetçi karakteri, Türk bağımsızlık savaşına yansıtan kadrolardan bahsediyorum. Zaten Türk ulus-devletinin kuruluşunda da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İkinci Meşrutiyet döneminden itibaren gerçekleştirdiği politikaların önemli katkısı olmuştur. Mustafa Kemal Paşa ise İttihatçı değildi ve bu husus, dönemin şartlarında kendisini saray nezdinde muteber kılmaktaydı.

İkinci gerekçe başarılı bir komutan, bilinen bir kurmay subay olması. Birinci Dünya Savaşındaki başarıları ortada. 1918 ilkbaharında Ruşen Eşref’in Yeni Mecmua’da kendisi ile mülakatı var ve bu sonra Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat başlığı ile kitaplaştırıldı. Aynı tarihlerde Büyük Mecmua, “Büyüklerimiz” yazı dizisi içerisinde Mustafa Kemal Paşa’ya yer veriyor ve kendisinden, gelecekte ülkeye büyük hizmetlerde bulunacak bir kişi olarak bahsediyor. Yani henüz daha Büyük Harp bitmeden, Mustafa Kemal Paşa’nın kamuoyu tarafından tanındığını görmekteyiz. Bunun dışında Karadeniz bölgesindeki karışıklığı giderebilecek vasıflara sahip olarak görülüyor Harbiye Nezareti ve hükümet tarafından. Üçüncüsü, Mustafa Kemal Paşa’nın niyetini sezen bir takım vatansever çevreler var Harbiye Nezaretinde ve bunlar, Paşa’nın ismini ön plana çıkarmış olabilir. Nitekim Sadrazam Konağında gerçekleşen bir yemekten sonra Cevat Paşa’nın kendisine, “Bir şey mi yapacaksın Kemal?” diye sorması ve “Evet Paşam bir şey yapacağım” cevabının verilmesi, Mustafa Kemal’in niyetinin sezildiğine işarettir. Ve nihayet, Vahdettin ile 1917-18 yıllarında Almanya gezisinden gelen tanışıklığı, Mustafa Kemal Paşa’nın ön plana çıkmasında etkili olmuş olabilir. Nihayetinde Vahdettin’in de büyük önceliği, İttihatçı olmayan bir subaya görev vermek ve Karadeniz bölgesindeki karışıklığı gidermek gerekir ki yeni işgaller olmasın ve imzalanacak barış antlaşmasında bilhassa İngilizler, Osmanlı’ya yönelik yumuşak bir tutum sergilesinler.

İ.V.: 23 Nisan 1920 de TBMM’nin açılmasından sonra Vahdettin Anadolu hareketinin ortadan kaldırılması için İngilizlerle ortak hareket etti. 20 Nisan 1920’de devletin resmi gazetesi Takvimi Vekayi’de yayınlanan Şeyhülislam fetvası İngiliz uçakları aracılığıyla Anadolu’nun çeşitli yörelerine dağıtıldı. Fetvanın ardından çoğunluğu Teali İslam Cemiyeti üyesi olan din adamları “Heyeti Nasihalar” oluşturup kasaba kasaba dolaştı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını vatan haini, Allahsız Bolşevikler olarak ilan etti. Bu tabloyu nasıl değerlendirmeliyiz? O dönem Anadolu’daki Mücadele, İstanbul tarafından bir bağımsızlık mücadelesi olarak görülmemesinin sebebi nedir? İşgal altındaki bir ülkenin kurtarılmasına o ülkenin yöneticilerinin karşı çıkmasının psikolojik, ideolojik, toplumsal sebepleri neler olabilir?

U.K.: Ne yazık ki, Türk tarihinin en karanlık anlarından biridir o fetvanın yayınlanması ve yarattığı etkiler. Öncelikle Vahdettin ve İstanbul’un başından itibaren yanlış bir politika izlediğinden bahsetmek gerekiyor. Şimdi bir takım çevreler mecburdu vs. diyorlar. Başka seçeneği yoktu, İstanbul işgal altındaydı gibi. Hâlbuki Anadolu’ya geçebilirdi, İngilizlere direnebilirdi ve nihayetinde o fetvaları ve idam kararlarını yayınlatmaya bilirdi. Siyasi baskı belki ama üzerinde can güvenliğiyle ilgili bir tehdit yoktu. Bakın, dünya tarihinde işgalci güçlerle, gerekçeleri ne olursa olsun işbirliği yaptığınızda, ulusa ihanet etmiş sayılıyorsunuz. Gerekçesi, ulusun menfaatine olsa bile –ki Vahdettin’in tutumunda böyle bir şeyin olmadığı açık-.

Vahdettin’in bu tutumunda öne çıkan iki unsuru değerlendirmek gerekiyor. Birincisi, Şeyhülislam fetvası aracılığıyla ki bu fetva halife adına –yani Vahdettin- yayınlanmıştır. Dini argümanlar kullanılarak halkın desteği sağlanmaya çalışılıyor. Başarılı da olmuştur. Bakın ben Amerikan arşivlerinde çalıştım bir dönem. Oradaki bazı belgelerde; dağlardaki bazı Türklerin, kasaba ve köylerdeki Müslüman-Türk unsur tarafından öldürüldüğünü yazıyordu. Muhtemelen öldürülenler Kuva-yı Milliyeciler. Yukarıda da bahsettiğim gibi, İstanbul hükümetinin tutumu, milli harekete çok büyük zarar vermiştir. Adeta bir iç savaş ortamı yaratmıştır ülkede. İstanbul Hükümetine yine dinsel yöntemle cevap verilmiş ve Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi (1924’te ilk Diyanet İşleri Başkanı olmuştur) başta olmak üzere, Anadolu’daki birçok müftü, işgal altındaki bir bölgede yazıldığı için Şeyhülislam’ın fetvasının geçersiz olduğunu duyurmuşlardır. Buna, Milli Mücadele tarihinde “fetvalar savaşı” denir.

Önemli olan ikinci nokta ise, TBMM’nin açılıp, milli hareketin devletleşmeye başlamasının yarattığı endişe olmuştur İstanbul Hükümeti ve saray nezdinde. Daha da hırçınlaşmıştır ve bağlar geri dönülmez bir şekilde kopmuştur. Artık olan biten, Türkiye üzerinde bir iktidar mücadelesidir aynı zamanda. Hep söylerim, bizim bağımsızlık savaşımızı, dünyadaki birçok bağımsızlık mücadelesinden ayıran bir yön var, o da bu savaşın aynı zamanda ulusal egemenlik boyutunun olması. Yani hem işgalci emperyalist güçlere karşı bağımsızlık hem de monarşiye karşı ulusal egemenlik mücadelesi gerçekleştirdik.

İ.V.: Milli Mücadelenin en büyük sorunu hiç kuşkusuz ki maddi kaynaklardı.  Atatürk’ün Milli Mücadele’de kendi parasını dahi kullandığını biliyoruz. Parasızlık Milli Mücadele’nin hangi zor şartlar altından kazanıldığının anlaşılması açısından önemlidir. Milli Mücadele’de mali kaynaklarımız nelerdi? Ekonomik açıdan iyi olsaydık daha kısa zamanda daha az zaiyatla savaşı bitirebilir miydik? Bu durum Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasını nasıl etkilemiştir?

U.K.: Ekonomik açıdan iyi olmak mümkün değil. Bırakın Anadolu hareketini, Osmanlı Devleti dahi, bir takım ekonomik ve askeri imkânlarını Birinci Dünya Savaşı yıllarında tüketmiştir. Ticaret yapacaksınız, elinizde araçlarınız kalmamış. Birinci Dünya Savaşı öncesi Türk deniz ticaret filosu ile sonrasındaki filo arasında ciddi bir eksilme var örneğin. Anadolu’nun elinde ise hemen hiçbir şey yok. Ancak burada önemli olan en büyük unsur motivasyon ve örgütçülüktür. Mustafa Kemal Paşa bilhassa 1919 ve 1920 yıllarında bunu sağlamıştır. Silah, cephane, para yok. Milli Mücadelenin örgütlenme döneminde Mustafa Kemal Paşa, kendi bütçesinden harcama yapıyor arkadaşları için. Ankara öyle aman aman bir yer değil. Ben bir çalışma yaptım ve Ankara’nın başkent ilan edilişine İstanbul basınının tepkilerini değerlendirdim. 1923 Ekiminde dahi Ankara toz toprak içerisinde ve bırakın başkent vasıflarını, bir takım barınma gibi bir takım temel ihtiyaçların zor karşılandığı bir yer konumunda. Ancak Milli Mücadele yıllarında bir takım ekonomik girdiler sağlandı. Bunlar, TBMM’nin egemenlik kurduğu bölgelerden aldığı vergiler, Sovyet Rusya’dan gelen bir takım yardımlar, Hint Müslümanlarının yardımları, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin el konulan gelirleri olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca Anadolu işgalini peyderpey bırakan İtalya ve Fransa’nın bir takım silahları da çeşitli koşullar dâhilinde bıraktığı söylenebilir.

Dolayısıyla, maddi koşulların iyi olmadığı açık ancak süreç içerisinde bunların üstesinden gelinmiştir.

İ.V.: “Resmi tarihle yüzleşme”, “Derin tarih”, “Yalan söyleyen tarih utansın” gibi söylemler üzerinden tarihi gerçekler alt üst ediliyor. Hainleri kahraman, kahramanları hain ilan ediliyor. Bu “tarih operasyonu” çerçevesinde belli “gazeteci-tarihçiler”, “akademisyenler” adeta “tetikçilik” yapıyor. Her gün gazete köşelerinde, tv kanallarında, yazdıkları kitaplarda ve çıkardıkları dergilerde “yakın tarihi” eğip bükerek Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı bir “kurmaca bir tarih” üretiyor. Sizce bununla ne amaçlanıyor? Bu normal bir durum mudur?

U.K.: Bakın her ülkenin temel değerleri vardır. Kurucusu, değişmez ilkeleri, rejimi ve rejimini oluşturan bir takım ilkeler gibi. Bunlarla oynamamak gerekir. Yoksa ülkenin DNA’sıyla oynamış oluyorsunuz. Ne yazık ki Cumhuriyet tarihimiz boyunca bu konuda önemli yanlışlar yapıldı. Bir takım iftiralar ve yalanlar servis ediliyor sürekli. Bunlar sistematik hale geldi. Aslında belli odaklar tarafından yapılıyor ancak dediğiniz gibi ne yazık ki kitleleri etkiliyor. Yine de Atatürkçülük dediğimiz ve aslında Türk Devrimi/Atatürk Devriminin temel ilkelerini oluşturan değerlerin evrensel ve genel geçer olduğunu da görüyoruz. Örneğin, Atatürk’ün en çok eleştirilen “devletçilik” ve “halkçılık” ilkelerinin içinden geçtiğimiz pandemi günlerinde yeniden en önemli değerlerden bir tanesi haline geldiğini görüyoruz. Hem de bırakın bizi, dünyanın süper güçleri tarafından. Yani örneğin havacılık sektöründe devletleştirmelerden bahsediliyor, büyük fabrikaların ha keza, sağlık sisteminin halkçı bir anlayışla yeniden ele alınması tartışılıyor. Dolayısıyla Atatürkçü düşünce sisteminin ülkemiz için önemli değerler içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gözlemime gelecek olursak, Atatürkçü düşünce sisteminin, gençler tarafından daha fazla benimsendiğini görüyorum. Eskiden bu meselelere ilgisiz olan bazı kişiler dahi günümüzde milli bayramları kutluyor, sosyal medyadan mesajlar yayınlıyorlar. Dolayısıyla ben gelecek adına, doğruluğundan emin olduğum değerlerin, ülkenin temel öğeleri olmaya devam edeceğini düşünüyorum.

İ.V.: Söz konusu gruplar özellikle Kazım Karabekir Paşa’yı istismar ederek, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndaki büyük rolünü azaltma yoluna gidiyorlar. Yazdıkları kitaplarda, katıldıkları tv programlarında ve çıkardıkları dergilerde “Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk’ün değil Kazım Karabekir’in başlattığını, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’na sonradan katıldığını (!)” iddia ederek, Kurtuluş Savaşı’nın gerçek önderinin Karabekir olduğunu ileri sürüyorlar. Konuyla ilgili görüşleriniz nelerdir?

U.K.: Mustafa Kemal Paşa’nın milli bir devlet üzerinde yola devam etme düşünceleri Birinci Dünya Savaşının sonlarına dayanır. Arap Vilayetlerinde mücadele etmenin gereksizliğinden bahseder daha 1917 ve 18 yıllarında. Nihayetinde bölge halkı Osmanlı Devletine sırt çevirmiştir. Mütareke Döneminde ise Atatürk’ün Şişli’deki evinde gerçekleşen toplantılar önemli bir dönemin başlangıcıdır. Çeşitli hatırattan anladığımız kadarıyla Mustafa Kemal Paşa zaten oradaki çekirdek ekibin lideri olarak belirmiştir. Doğru olan şu; Karabekir ve Ali Fuat Paşa’lar o toplantılarda alınan kararlar neticesinde Anadolu’da görev talep ediyorlar ve Karabekir Paşa 15. Kolordu Komutanlığına, Erzurum’a görevlendiriliyor. Ancak Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmesi birkaç ay sonra ordu müfettişi olarak gerçekleşecektir.

Erzurum’da gerçekleşen ve Mustafa Kemal Paşa’nın yakalanması emri üzerine Karabekir Paşa’nın “Emrinizdeyim Paşam” demesi tarihimiz açısından olumlu ancak romantik bakılmaması gereken bir olaydır. Nihayetinde bu insanlar, yukarıda da belirttiğim gibi, işbirliği içerisinde Anadolu’ya geçtiler ve çıkılan yolun çeşitli olumsuz sonuçlarını daha baştan tahmin ettiklerini düşünüyorum. Yani Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya o sözü söyleyerek, İstanbul’da atıldıkları yolculuğun zorluklarının gereğini yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklayıp, aksini yapması da mümkündü ve bugün tarihin akışını pekâlâ değiştirebilirdi. Ancak bence o zaman, davasına ve ulusuna ihanet etmiş olurdu ve bugün hakkıyla kazanmış olduğu, Türk tarihinin büyük şahsiyetlerinden bir tanesi olma unvanını kaybederdi.

Karabekir Paşa’nın 1933 yılında Milliyet gazetesinde tefrika edilen ve Atatürk veya onun bilgisi dâhilinde bir başkasının “Millici” mahlasıyla cevap verdiği yazışmalar sorunun çıkış noktasıdır tarihçiliğimiz açısından. Karabekir Paşa, bu yazışmalar sırasında yedi mektup yayınlamış ve konunun muhatapları tarafından tümüne cevap verilmiştir. Rahmetli Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor isimli kitabında bu konuyu ele almıştır. Sonrasında ise Karabekir Paşa, İstiklal Harbimizin Esasları kitabını yayınlamak isterken kitap toplatılmıştır. Bu yanlıştır. İçeriği ne olursa olsun o kitap yayınlatılmalıydı. Bugün o kitapta yazılan ve Milli Mücadele tarihimiz ile ilgili çelişkiler içeren hususlara, bahsettiğiniz yanlı kesimin dışında itibar eden yok. Yani moda deyimle “ana akım tarih görüşü” Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta anlattıklarından oluşuyor. Ancak kitabın toplatılması, sanki bir takım gerçekler saklanmak isteniyor intibaı doğurdu. Zaten daha sonra ve genişletilmiş olarak İstiklal Harbimiz ismiyle tekrar piyasaya sürüldü bu kitap ve bugün Türk tarihçiliğinin hizmetindedir ancak dediğim gibi Atatürk-Karabekir meselesinde çok büyük bir kırılma yaratmadı.

1933 yılında bu olay neden birdenbire patlak verdi, kesin bir cevap vermek güç. Ancak Karabekir gibi entelektüel seviyesi yüksek bir kurmay subayın, üstelik siyasette de deneyim kazanmış bir ismin, kenarda kalmayı kabul edemeyişi olarak görülebilir. Nitekim Cumhuriyetin ilanı sürecinde bilindiği üzere Karabekir, Orbay, Cebesoy ve Bele gibi, Milli Mücadelenin önemli isimleri iktidar dışında kaldılar. Sonrası ise daha hazin geçti kendileri için. Kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstiklal Mahkemesi yargılamaları, hapis günleri ve siyasetten, hatta gündelik yaşamdaki görünürlüklerinden dahi tecrit edildiler. Belki de 1933 yılında yazdığı mektuplar, Paşa’nın bir patlama anı olarak görülebilir. Ancak sonu yine kötü bitti kendisi adına. Devrimler bir lider doğurur. Türk devriminin lideri ise Mustafa Kemal Atatürk olarak belirmişti. Karabekir Paşa’nın başına gelenleri de iktidar çatışmasının bir sonucu olarak görüyorum ben.

İ.V.: Sizce Milli Mücadele’nin başlaması, gelişmesi ve sonuçlanması sürecinde Türk tarih yazımında gördüğünüz sorunlar nelerdir?

U.K.: En büyük sorun, iyi niyetli olunmaması. Yani ön kabulle tarih yazıcılığına soyunuyor belli kesimler. Bakın doğru bir tanedir ve eğip bükmemek gerekir. Şu yazdıklarımı baştan sona bir düşünün. Dönemin mutlak bir güzellemesini göremezsiniz. Bence bilimsellikten uzaklaşmadan, elimizdeki bilgi, bulgular ve olayların sonuçlarını tahlil ederek gerçekleşecek bir tarih yazımı şart. Aksi takdirde ideolojik kamplaşmalar doğuyor ve bir ulus için en büyük tehlikelerden biri, ideolojik kamplaşmaların şiddetlenmesidir. Zaten bu dediğim, ulus olma özelliğini ortadan kaldıran unsurlardan bir tanesidir.

Yazar

İkbal Vurucu

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar