Yükleniyor...
Saraybosna’dan Mostar’a trenle gitmek, bu küçük ülkenin muhteşem tabiatını doya doya seyretmenin en iyi yolu. Dağlar, vadiler, kanyonlar, ırmaklar, çağlayanlar, köprüler…
Bosna Hersek coğrafyasında güneye doğru iniyoruz. Güneye indikçe tabiat Akdeniz bitki örtüsüne geçiyor. Üzüm bağları, incir ağaçları, zakkumlar… Bir süre sonra bir başka nehir yoldaşımız oldu: Neretva. Tren derin ve dik yamaçlı vadilerin, kanyonların arasında akan yeşil Neretva’yı takip ederek Mostar’a ulaştı.
Yola çıktıktan iki saat sonra yemyeşil dağların ortasında Mostar. Trenin penceresinden köprüyü görecek miyim diye heyecanla bakıyorum. Hayır, istasyon cihetinden görünmüyor. Ama beyaz minareler yeşil manzaranın koynunda zarafetle yükseliyor.
Mostar, Osmanlı döneminde kurulmuş bir şehir. Ondan önce civarda bazı yerleşim birimleri oluşmuş, kaleler kurulmuşsa da şehir haline dönüşü Osmanlı idaresine geçtiği 1468’den sonra.
Otele valizimizi bırakır bırakmaz kendimizi dışarı atıyoruz. Bir an önce köprüyü görmek lâzım! Bereket versin, otelimiz eski şehrin hemen kıyısında. Birkaç adım sonra köprü! Burada da, -başka köprüler olmasına rağmen- “köprü” deyin, kâfi! Veya Eski Köprü.
Şimdiye kadar geçtiğim köprüler düzdü. Mostar Köprüsü sivri kemerli ve yüksek bir köprü. Köprüde yürümeye başlarken yokuş çıkıyorsunuz, kemerin tepe noktasından sonra inişe geçiyorsunuz! Yüzde 20 eğim! Döşeme taşları kaygan. Herkes dikkatli yürüyor.
Köprü’nün hikâyesi malum. 1566’da Mimar Sinan’ın çizdiği plan üzerine öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından inşa edildi. 427 yıl ayakta kaldı, asırlarca beri yakadaki Müslümanlarla, öte yakadaki Katolikleri birleştiren, kaynaştıran sembol oldu. Sonra, bir arada yaşamanın, iyi niyetin, dostluğun ve komşuluğun sembolü olan köprü, düşmanlığın top ateşiyle 1993’te ortasından çöktü ve sulara gömüldü. Köprüyü yeniden inşa çalışması, tamamen aslına uygun olarak, hatta Neretva’nın dibine gömülen eski taşların bir kısmını çıkarıp kullanarak yapıldı ve Mimar Hayreddin’in elinden çıkan köprünün replikası 2004’te yeniden açıldı.
Şehrin adı aslında köprünün adı. Slav dillerinde most “köprü” demek. Stari Most. Eski Köprü. Köprünün iki tarafında kule gibi iki kale. Bir vakitler bu kulede nöbet tutan askerlere “mostari” denirmiş. Köprünün bekçileri. Meşhur taş köprümüzden önce iki yakayı birleştiren bir tahta köprü olduğu kaynaklarda yazıyor.
Evliya Çelebi “….onaltı padişahlık yer gezdim, böyle yüksek köprü görmedim. Bir kayadan bir kayaya kavs-ı kuzah gibi atılmış uzunluğu tam yüz germe adımdır. Onbeş ayak enliliği vardır.” diye anlatır köprüyü. Kavs-ı kuzah, yani gökkuşağı. Güzel benzetmiş Çelebimiz!
Şehrin tehlikeli bir geleneği var. Köprüden atlamak! Diyorlar ki köprüden atlamayana kız verilmezdi. Şimdilerde sevdiği kızı almak için cesaretini ispatlamak üzere bu işe kalkışan delikanlı var mı bilmem, ama köprüden atlamak bir çeşit gösteri ve para kazanma sanatı olmuş.
Köprünün bir ayağının dibindeki kulenin ilk katı dalış kulübü. Köprüden atlayanlar bu kulübün üyeleri. Kendine güvenen aidatını öder, üye olur. Anladığım kadarıyla, her gün biri atlıyor. Kulüp üyeleri, Yunan mitolojisinden bir isim seçmişler kendilerine: İkari. Mitolojide İkarus, hapsedildiği kuleden kurtulmak için balmumundan kanat takıp uçan, fakat uçmanın coşkusu ve gururu ile güneşe fazla yaklaşıp kanatları eriyince Ege Denizi’ne düşüp ölen delikanlı.
Akşamın pembeliği başlamıştı. Köprüye yığıldık. Biri atlamaya hazırlanıyordu! Ellerimizde fotoğraf makinaları, cep telefonları hazır. Köprü kemerinin en yüksek noktasında mayolu bir adam. Isınma hareketleri yapıyor. Orada o hareketleri yapmak bile… Aman Allah’ım!
Bir cazgır taş korkuluklara yığılmış insanlar arasında dolaşarak para topluyor. Toplanan para belli bir miktara gelince atlama gerçekleşecek. Bu yaz 50 Euro idi. O da piyasa şartlarına göre artıyordur herhalde. Köprüye yığılan insanlar bağırıyor, alkışlıyor, ıslıklar çalınıyor, tempo tutuluyor. Her dilde tezahürat. “Haydi, haydi…” sesleri. Boşnakça’da “Haydi” ünlemesi bizden kalan kelimelerden biri. Antik Roma’nın arenalarında gibiyiz. Roma’nın asilleri tribünlerde oturuyor, kum sahada iki gladyatör. Ya da biri gladyatör, öteki aslan. Asiller keyifli. Kim kimi alt edecek? Gladyatörün biri ölecek. Ya da aslan gladyatörü yiyecek. Roma’nın asilleri birinin ölmesini görmek istiyor!
Cazgır bakıyor, para hâlâ yeterli değil. Tekrar seyircilerin arasına dalıyor. Pamuk eller cebe! Ahalide heyecan dorukta.
İlk atlayış 1664’te olmuş. Köprünün kemeri ırmaktan 27 metre yüksekte. Uçmak desek de olacak! Evliya Çelebi de bilir bu atlayışları. “Şehrin birçok cüretli çocukları köprüden aşağı sıçrayıp nehre düşer ve güya kuş gibi uçar. Her biri bir çeşit perende atarak suya düşer. Kimi baş aşağı, kimi bağdaş kurar, kimisi ikişer üçer birbirini kucaklayarak suya atlarlar ve derhal kenara çıkıp kayalardan yukarı tırmanarak köprübaşına gelirler. Köprü üzerindeki vezirler ve âyandan ihsanlar alırlar.” O zaman da altın, gümüş karşılığı bu işler. Bu işler hep böyle!
Neretva Nehri dünyanın suyu en soğuk nehri imiş. Yazın en sıcak günlerinde bile 10 dereceyi bulmazmış. Ve atlayanın -ya da uçanın- hızı saatte 80 km.
Nihayet yeterli para toplandı. Kemerin tepe noktasındaki mayolu adam son bir çalımla kollarını, bacaklarını oynattı, kalabalığı süzdü, herkesin nefesini tuttuğundan emin olduktan sonra çığlıklar arasında kendini bıraktı. Üç saniye… Baktık, aşağıda salimen kıyıya ulaştı. Alkışlar… Bu atlayışlarda ölenler de oluyormuş. 2012’den beri dört ölüm vakası ve sayısız yaralanma var. Turistlerden de atlamak isteyenlere izin veriliyor, ancak dalış kulübüne başvuracaksınız, onlar size gerekli bilgileri verip önce başka bir yerde deneme dalışları yaptıracak ve bunlar için elbet bir ücret ödeyeceksiniz. Sonuç olumluysa köprüden atlamanıza onay verecekler. Başarıyla atlarsanız bir de sertifika.
İkari atladı, heyecanlı kalabalık yatıştı, köprünün korkuluklarına yığılanlar dağılır gibi oldu. Sokak müzisyenleri icra-yı sanat etmeye başladı.
Biraz sonra minarelerden akşam ezanı duyuldu.
Köprü’nün fotoğraflarını, videolarını çekmeye doyamazken karşı tepedeki haç kadraja girdi. Mostar’ın çevresindeki dağlar arasında en yükseği Hum Dağı tepesine, Hıristiyanlığın iki bininci yılı şerefine 2000 yılında dikilmiş, adı Milenyum Haçı. 33 metre boyunda. 33 sayısı Hazret-i İsa’nın çarmıha gerildiği yaş olduğu için önemli. Aklıma Üsküp’te Vodna Dağı’nda gördüğüm Milenyum Haçı geldi.
Akşam pembe-lacivert inerken köprü ve çevresi iyice kalabalıklaştı. Gündüz hava çok sıcak olduğundan akşam saatlerinde gezintiye çıkanlar taş döşeli dar sokakları doldurdu. Başçarşı gibi, fakat çok daha küçük tarihî çarşı köprünün iki tarafında uzanıyor. Hediyelik eşya dükkânları, kahveler, barlar, lokantalar… Başkonsolosluğumuz da orada bir taş binada. Köprü civarı kaç yüzyıllık taş binalarıyla, taş döşenmiş daracık yollarıyla, kayrak taşlarla kaplanmış çatılarıyla ortaçağ mahallesi. Saraybosna’nın Başçarşı’sına kıyasla; Mostar, çarşısı ve köprüsüyle eğlencesi çok daha bol bir şehir gibi göründü bana. Yabancı turist pek çok. Akdeniz kıyılarının sayfiye kasabaları gibi.
Fakat ertesi gün rehberimiz Esmer’i dinleyince… Önce Fortitsa Tepesi’ne çıkıp şehre beş yüz küsur metre yüksekten baktık. Sonra inip Neretva’nın kollarından Buna’ya uzandık. Yine bol sulu, tertemiz bir nehir. Esmer Bosna Savaşı sırasında beş-altı yaşındaymış. Bir yandaki dağdan Hırvat, öte yandaki dağdan Sırp keskin nişancılarının şehirdeki insanları nasıl avladığını anlattı. Annesi ve babasıyla Mostar’daki toplama kampına kapatılmış. Annesi o sıralar kardeşine hamile. Kurtulmuşlar kurtulmasına ama Esmer’in anlattıklarından ailenin hâlâ o günlerin travmasını yaşadığı anlaşılıyor. “Günde bir defa kaynar halde çorba verirlerdi. Başında beklerler, on üç saniyede içmek zorundasın. İçebilen içer, içemeyenin tasını elinden çekip alırlar, aç kalır. İçebilenlerin ve orada öldürülmeyenlerin çoğunun sonunda mideleri yandı, parçalandı.”
Esmer’in arabasında küçük bir kutu. İçinde bana tanıdık gelmeyen şeyler. Meğer savaştan kalma “hatıralar” imiş. Evlerine, mahallelerine düşen mermiler, mermi kovanları, şarapnel parçaları… Onları saklıyor ve gelen ziyaretçilere gösteriyor. Bu hatıralarla yaşıyorlar. Bu halk çektiklerini kolay unutacağa benzemiyor. Ama hayat devam ediyor.
Hava çok sıcak… Ege’nin sıcağından çok iyi tanıdığım çekirge sesleri Buna’nın tatlı şırıltısını bastırıyor. İnce uzun bacakları, antenleriyle yemyeşil birini yanımda yöremde görüvereceğim diye ödüm patlıyor. Çekirgeler çığlık çığlığa… Esmer’den halkın termometresinin nasıl çalıştığını öğreniyoruz: “Bir dakika içinde duyduğunuz çekirge sesini sayın, dokuza bölün, on beş ilâve edin. Havanın sıcaklık derecesi odur!”
Ege’nin çekirgelerine tatbik edeceğim bu metodu. Yoksa sadece Mostar’ın çekirgeleri için mi geçerli?
1 Yorum