Yükleniyor...
Benim neslim yazı yazmaya başladığında kalem kâğıdın yanısıra daktilo vardı.
Daktilo! Ne muhteşem bir makina! Hele on parmak yazıyorsanız bir çırpıda bir sayfayı yazar geçersiniz.
Seksenli yılların ilk yarısında ABD’ne geldiğimde valizimde daktilo yoktu. Amerikan piyasasından bir daktilo aldım. Ne çare, memlekette bıraktığım daktiloya sadece dış görünüşü itibariyle benziyordu. Sûret benziyordu, sîret farklıydı. “Karakter” farkı vardı.
Amerikan malı daktiloda “Türkçe karakterler” yoktu!
İngilizce alfabenin karakteri Türkçe yazarken belimi büküyordu; ç yok, i yok, ü yok, ş yok… Çaresiz eski dost kurşun kalemle yazdım, dolma kalemle temize çektim. Daktilo köşede kurulduğu yerden beni seyretti. Bir yandan kalemime kuvvet yazdım, bir yandan Seyyan Hanım’la Deniz Kızı Eftalya arasında gidip geldim. Seyyan Hanım “Daktilo daktilo/ Küçücük daktilo/ Şen şakrak daktilo…” derken, Deniz Kızı “Gel işvebaz daktilom/ Aşkımı yaz daktilom/ Benim beyaz daktilom/ Gel etme naz daktilom” diyordu. Bu “daktilolar”ın, şimdi yerleştiği köşeden beni seyreden makinanın hemcinsi değil, bizzat benim hemcinsim olduğunu bilsem de epey bir müddet bu iki şarkı dilimde dolaştı durdu.
Dilimde daktilo şarkısı elimde kurşun kalem…
Gurbette yaşamanın ilk zorluğu bu olmasa da bu da zorluklarından biri olmuştu. Yıllarca el yazısı ile yazdım. İlk kitabımı el yazısı ile yazdım. Dergiye göndereceğim yazıları büyük boy sarı bir zarfa koyup postaya verirdim, nasıl olsa aylık… Elbette ulaşır!
Bereket versin gazeteye yazmaya başladığımda “faks” diye bir makina icadedilmişti. İşte bir muhteşem buluş daha! Daktilodan da akıl almaz… Yazdığın kâğıdı buradan gövdesine sokuyorsun, taa İstanbul’daki benzeri makinadan yazdıkların dakikasında çıkıyor! Nasreddin Hoca’nın ruhuna rahmet… Varsın yine elimizle yazalım, ulaştırmak bu kadar kolay artık! Asrın icadı faks!
Doksanlı yılların ortalarına ilerliyorduk ki, masama bir başka makina kondu. Bilgisayar! Bak sen, rengi Türkiye’de bırakıp geldiğim daktiloma benziyordu ama ondan külliyen farklıydı. Her bir dilin karakterini biliyordu. ç’yi de, ü’yü de, yumuşak g’yi de çatır çatır yazıyordu. Tıkırtısını duyurma bahtiyarlığını pek yaşayamamış daktilo köşedeki yerini de kaybetti, dolaba kaldırıldı, unutuldu.
Ve ondan sonraki gelişmeler başdöndürücü oldu. Bilgisayarın peşine bir kelime daha eklendi: İnternet.
Herşey değişti. Herşey kolaylaştı. Dünya başka türlü bir dünya oldu.
İnternet oturduğumuz yerden bizi dünyaya bağladı.
Birer e-posta adresi edindik; zarfı, pulu unuttuk.
Amerika’ya geldiğimiz ilk yıllarda Türkiye’den gazete dergi gönderirdi yakınlarımız. Onbeş gün sonra elimize ulaşırdı. Dergiler neyse de onbeş günlük gazete bir parça “arşiv” malzemesi oluyor. Yine de “Bizim yeni duyduğumuz haber yeni haberdir.” deyip mutlu olurduk. THY İstanbul-New York seferlerine başladıktan sonra Türkiye’den gelen yolcularımızdan uçakta ne kadar gazete varsa toplayıp getirmelerini isterdik, kendimiz de bir torba gazete ile gelirdik. Taptaze gazeteler! En makbul hediye! Yıllarca devam etti bu.
Sonra bir gün baktık ki, masadaki bilgisayarın ekranında gazeteler çıkıyor! Amerikan gazeteleri, Avrupa gazeteleri, derken yavaş yavaş bizim gazeteler… Gün geldi, ne çarşıdan Amerikan gazetesi alır olduk, ne Türkiye’den gelenlere gazete ısmarlar olduk. Hepsi internette vardı artık! Çarçabuk alıştık.
Köşedeki bayiden alınan, fırından henüz çıkmış çıtır çıtır bir ekmeğe sarılan, sayfalarına ekmek kokusu sinmiş, matbaa kokusuyla fırın kokusu birbirine karışmış gazete tatlı bir hatıra oluverdi. Türkiye’de yaşasam belki olmazdı ama Amerika’da gazetelerimize internet aracılığıyla ulaşmaktan başka çarem yoktu. Memleketle aramdaki köprü internet idi. Gurbetin tarihi ikiye ayrılır: İnternetten önce, internetten sonra!
İnternet her gün zenginleşti, gelişti. Bugün ABD’nde gazetelerin dışında dergiler de internetten takibedilebiliyor. Hemen bütün matbuat tık mesafesinde oldu. Matbuat yerine, digital medya! Önceleri hepsi tamamen bedavaydı, son yıllarda New York Times, Washington Post gibi büyük gazeteler bedava erişime kısıtlama getirdi ve “Fazlasını istiyorsanız, abone olacaksınız” dedi.
Fakat matbu yayın organları, nüfusunun yüzde 90’ı internet kullanan ABD’nde bile henüz mevkisini koruyor. Araştırmacılar “Basılı yayın organlarına bir alışkanlığımız var, bunu kolayca söküp atamayız.” diyorlar. “Gazeteyi elimizde tutmak, kâğıda dokunmak, sayfaları hissetmek, mürekkep kokusunu duymak. Matbaadan çıkan yayınlar okuyucuya daha gerçek gelir.” Ancak 2000’li yıllarla birlikte ABD’nde gazetelerin, dergilerin tirajının düştüğü, mâli sıkıntıya girdikleri de gerçek. Son on yılda gazeteler personelini dörtte bir oranında azalttı.
“Basılı gazete-internet gazetesi” tercihinde yaş önemli. Oranlara bakarsak, orta yaşı geride bırakanlar gazeteyi kâğıt olarak eline almaktan yana iken, genç nesil ekranda okumaktan yana tavır koyuyor. Bu durumda otuz-kırk sene sonra ne olur?
Velhâsıl “yayınlanma”nın manzarası ve mânâsı değişti. Mehmet Kaplan Hocamız “Gazete çıktığı anda eskimiştir.” derdi. Elektronik ortamda, artık gazeteler “eskimiyor.” İnternette “basılan” gazeteler -hatta dergiler- her an yenilenebiliyor. Her an bir “son dakika” haberi konabiliyor. Ama “istenmeyen, rahatsız eden” bir haber de, bir bakıyorsunuz, kaldırılmış!
Şimdi bilgisayar klavyesinde hangi dilde, hangi karakterde istersek yazıyor, yazdıklarımızı e posta ile, bir tık ile istediğimiz yere gönderiyoruz. (Faks hâlâ köşesini korumakta ama o da gözden düştü.) Sonra yazdıklarımızı yine bilgisayar ekranında okuyoruz.
Artık gazetelerin, televizyon kanallarının internet siteleri ile de yetinmiyoruz. Doğrudan doğruya internet medyası oluştu. İnternette doğmuş medya. “Hangi gazete” sorusu yerine “Hangi site” sorusu duyulur oldu. Üstelik bu siteler; bizim ülkemizde, ne yazık ki, sayfalarına yazıdan çok fotoğraf koyma, bu fotoğrafların çoğunluğunu da müptezel magazin haberlerinden seçme, çarpıcı başlıklarla okuyucuyu avlama alışkanlığında olan ve basının da “en çok satanları” olan, “ana akım” iddiasında bulunan gazetelere nisbetle doyurucu, bilgilendirici yazıları, yorumları, haberleri ile öne çıkmaktadır.
Şu anda o sitelerden birindeyiz.
Bu da benim mukaddimem olsun efendim.