Yükleniyor...
Berrak ve gür bir ses semayı dolduruyor. Pir Sultan Abdal’ın asırlar ötesinden gelen sesi:
Önüme bir çığır geldi,
Bir ucu var şar içinde.
Abdallar (Arifler) dükkânın açmış,
Ne istersen var içinde.
Çığır, “yol” demek. Fakat şimdiki yollar gibi değil. Henüz motorlu araçların işlemediği, asfaltların dökülmediği dar ve toprak yollar. Hayvanların, at ve öküz arabalarının, belki de kervanların geçtiği yollar. Evet, kervanların geçtiği yollar. Vaktiyle bir âlimin, bir arifin, bir şeyhin ününü duyanlar köylerinden, kasabalarından çıkıp bir kervana katılarak şarlara yani şehirlere giderlermiş. Şar çok uzak değilse, atıyla, arabasıyla giden de olurmuş. Ama yolun sonunda mutlaka bir şar bulunurmuş. Ne varsa hepsi şar içinde. Ne istersen var içinde.
Gözünüzün önüne bir orta çağ şehri getiriniz. Her türlü mal satan dükkânları var. Bir sokakta çuhalar, kadifeler, ipekliler, edikler, başmaklar, çoraplar, şalvarlar, mintanlar… Başka bir sokakta şekerlemeler… Bir diğerinde meyveler, sebzeler… Tabii şehrin camisi, mescidi, hamamı da var. Biraz büyücek bir şar ise konaklar, köşkler de var.
Ancak Pir Sultan’ın derdi çuha, ipekli değil. Şekerleme, yiyecek içecek filan da değil. O, yaşadığı dönemin şehir görüntüsünden harika bir mecaz oluşturmuş. Dükkânlar, ariflerin, abdalların meclisleri, dergâhlarıdır ve bu meclislerde ne istersen vardır. Hangi bilgiye ulaşmak istersen, hangi ruh dinginliğini, hangi basamağı istersen bu dükkânlarda bulunur.
Saza hafifçe vurulmalı. Arkadan gelen ritim Akkiraz’ın sesini bastırmamalı. O gür ve berrak sese ufacık bir toz zerresi dahi kondurulamaz. Sazın sesi, sadece ritmi sağlayan, samah dönen canların hareketlerini ayarlayan bir vasıtadır. Pir Sultan Abdal, Akkiraz’ın sesinde hayat bulmaktadır ve o ilahi ses kat kat göklere doğru yükselmektedir. Hiçbir gök katında engele uğramaz çünkü şeffaf ve akışkandır. Samah dönen canlar, evrendeki yıldızlar gibi dönmektedir ama Akkiraz’ın pürüzsüz sesi, dönen her nesne, can ve cismin âdeta içlerinden geçerek onları birleştirmektedir.
Pir Sultan, Sabahat Akkiraz’ın sesiyle söylemeye devam ediyor:
Gir dükkâna pazar eyle,
Hırsın indir, hazer eyle;
Aya güne nazar eyle,
Ay Muhammed nur içinde.
Şara giren talip, dükkânlardan birine, bir dergâha girecek ve pazar eyleyecek, alacağını alacaktır. Talip için dükkân yeni ve zengin bir maceradır. Dolayısıyla Akkiraz’ın sesi burada hafifçe tizleşir. Âdeta maceranın heyecanını vermek istemektedir. Ancak dergâhta hırsa yer yoktur; kibre, öfkeye, tamaha yer yoktur. Bu sebeple ses, tekrar aheste ve düz havasına döner. Hırsını indirecektir talip ve ay ile güneşe bakacaktır. Hırsın indir, hazer eyle / Aya güne nazar eyle. Şu 4+4’lük ritim nasıl da akıp gidiyor. Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki koşmaların çoğu da bu ritimdedir. 11. yüzyıldan 16. yüzyıla aynı ritim devam ediyor. Ay da güneş de nur içindedir, ışıklar içindedir.
Ay nedir, gün (güneş) nedir? Cevabı almak için sazın ritmine kapılıp biraz beklememiz gerekecektir. Sonra yine Akkiraz’ın tiz ve berrak sesi kulaklarımızı dolduracaktır. Ses tizleşmiştir çünkü talip(ler), ayın Ali, güneşin Muhammed olduğunu öğrenmişlerdir. Büyük bir heyecan sarmıştır yürekleri ve bu heyecan Akkiraz’ın sesiyle “Ali, Ali, Ali… medet!” sözleriyle evrene yayılmaktadır:
Ay Ali’dir, gün Muhammed (Ali Ali Ali Ali Ali Ali medet),
Okunan seksen bin ayet.
Balıklar deryaya hasret,
Çarka döner göl içinde.
Ay ve güneş, binlerce yıl öteden gelen mecazlardır. İlk insanlar aya da güneşe de kutsallık atfetmişlerdir. Seksen bin ayet, sadece Kur’an’daki ayetler mi acaba? Yoksa gerçek anlamıyla “belge” kavramına mı gönderme vardır burada? On sekiz bin, seksen bin gibi sayılar semboliktir. Evrendeki yüz binlerce, milyonlarca ayet / belge, Tanrı’nın varlığına işarettir.
Deryaya hasret kalan balıklar acaba deryaya kavuşabilecekler midir? Balıklar, dergâha giren canlardır, taliplerdir; göl içinde dönüp durmaktadırlar, samah dönmektedirler. Bütün bu okuyuşlar, dönüşler deryaya ulaşmak içindir.
Balıklar göl içinde olmalarına rağmen susuzluktan bağırları yanmaktadır. Çünkü henüz deryaya ulaşmamışlardır; talipler hakikat ve marifet kapılarına ulaşmamışlardır:
Göl içinde çarka döner,
Susuzluktan bağrı yanar;
Âlemler seyrana iner,
Seyir var seyir içinde.
Âlemler seyrana inmiştir, seyir içinde seyir vardır. İnsanın, tabiatın, dünyanın, on sekiz bin âlemin yani evrenin bin bir türlü hâli vardır. Seyir içinde seyir budur. Onun için de mısra birkaç kez tekrarlanmaktadır.
İnsanın bildikleri yanında bilmedikleri o kadar çoktur ki. Zavallı insanın etrafı sırlarla doludur. Evren hakkında bugün ulaştığımız bilgileri, bir de 16. yüzyıl insanının bilgilerini düşününüz. Bugün bile bilmediklerimiz yanında bildiklerimiz ne kadar az. Ama 16. yüzyıldaki arifler de seyir içinde seyir olduğunun farkındadır. Bütün bu seyirlerin, sırların / bilinen, bilinmeyen şeylerin sebebi yaratıcıdır. Arı, yaratıcının kudretiyle bal vermektedir. Tanrı balı vermiştir, arı balın bahanesidir.
Kudretten verdi balı,
Bahanesi oldu arı;
Şimdi dinle ahüzarı: Allah Allah Allah Allah…
Arı inler bal içinde.
Bilim, bahaneyi yani sebebi araştırır. Pir Sultan, arının sebep olduğunu bilmektedir fakat önemli olan sebebin arkasındaki kudrettir, o da Allah’tır. İşte bu marifet kapısına ulaşınca Pir Sultan “Şimdi ahüzarı dinle.” der ve Allah Allah diyerek kendinden geçer. Allah Allah zikirleri Akkiraz’ın sesinden yayılır.
Arı da bal içinde inlemektedir. O da bir bakıma Allah’ı zikretmektedir. Çünkü tarikatlardaki anlayışa göre yerlerdeki ve göklerdeki her şey Allah’ı zikreder. Arı vızıldayarak, kuş cıvıldayarak, yapraklar sallanarak, yıldızlar parıldayarak Allah Allah derler. Şimdi dinle ahüzarı: Allah Allah… Arı inler bal içinde.
Pir Sultan’ım ey gaziler (Ali Ali Ali Ali Ali Ali medet),
Yürekte yara sızılar;
Talipler pirin arzular,
Bülbül öter gül içinde.
Pir Sultan da bir taliptir, yüreği sızlamakta, Ali’den medet ummaktadır. Çünkü tarikatının silsilesi Hazreti Ali’ye ulaşır. Balın bahanesinin arı olduğunu anlamıştır ama evrende daha nice seyirler, sırlar vardır. Sırlara ulaşmak için izlenecek seyirler vardır. Seyir sözüne ister temaşa, ister yolculuk anlamını verin; temaşa ederek ve yolculuk edip kapılardan bir bir geçerek sırlara ulaşacaksınız. Piri arzulamak, tarikat kapısına ulaşmak demektir. Ali’den de medet umulacak, hakikat ve marifet kapılarına varılacaktır.
Gül ve bülbül mecazı bütün tasavvufun ve bütün Müslüman Şark şiirinin vazgeçilmezlerindendir. Bülbül âşıktır, gül içinde ötmektedir. Gül, Hazreti Muhammed’dir. Talip de âşıktır ve Muhammed’i anmaktadır.
İnsanoğlu, üstünde yaşadığı dünyanın, çevresinde bulunan varlıkların, kendi vücudunun ve önce gözüyle gördüğü, sonra bir takım aletlerle ulaştığı gök katlarının, uzayın sırlarını sürekli olarak anlamaya çalışmıştır. Şaman uygulamaları da, dinler de, tarikatlar da, felsefe ve bilim de bu anlama arayışlarının yollarıdır. Bugün artık evrenin sırlarını bilimle çözmeye çalışıyoruz. Fakat binlerce yıl içindeki şamanlık uygulamaları, dinler ve tarikatlar büyük bir kültür oluşturmuştur.[1] Şaman ayinleri, ilahiler, nefesler, Yusuf ü Züleyha mesnevileri, mevlitler, kilise müzikleri, birçoğu kilise müziğine dayanan klasik batı müziği eserleri… Türkmen Alevi kültürü de şairleriyle, samahıyla, sazıyla ve Akkiraz gibi okuyucularıyla büyük bir kültürdür. Sabahat Akkiraz’ın, içine hiçbir yabancı madde karışmamış o berrak sesinden bu kültürün heyecanını, benim gibi siz de yaşayabilirsiniz.
[1] Bugünün yozlaşmış tarikat ve cemaatlerini kastetmediğimi ayrıca belirtmeme gerek var mı bilmiyorum.
1 Yorum