Yükleniyor...
3 Ağustos 2018 tarihinde yürürlüğe giren bu kanun Rusya’nın kültürel soykırım suçunu alenen işlemesi anlamına gelmektedir.
Ulu Orda Kağanlığının dağılarak Kırım, Kazan, Ejderhan, Kasım ve Sibir Hanlıkları gibi çeşitli hanlıklara bölünmesinden doğan egemenlik boşluğundan faydalanan Moskova Knezliği, 1552 yılında Kazan şehrini işgal ederek tarihte ilk kez Türk topraklarını ele geçirmiş oldu. 1552 yılı bu açıdan Rusya ve Doğu Avrupa tarihi açısından bir dönüm noktasıydı. Kazan’ın işgalinin ardından geçen yıllar ve asırlar boyunca Rusya’nın doğu ve güney istikameti durdurulamadı. Kırım’ın 1783’te işgalinin ardından Kafkasya’nın Rus Çarlığının eline geçmesi ile Türkistan illerinin kapısı da açıldı ve nihayet XIX. yüzyılda Türkistan da düştü.
İşgal sürecinin tamamlanmasını takiben Kremlin işgal ettiği topraklarda kalıcılık sağlamak için asimilasyon süreçlerini de başlattı. İlk adım, işgal edilen toprakların demografik yapısını değiştirmek şeklinde atıldı. Çarlık, bir taraftan işgal ettiği topraklardaki Türk halklarını zorunlu göçe mecbur kılacak uygulamalar geliştirerek topraksız ve işsiz kalan Türk halklarının güneye, yani Osmanlı topraklarına kitleler halinde gitmesini sağlarken, diğer taraftan da Türklerden ve diğer Müslüman halklardan boşalan topraklara, köylere ve kasabalara Rusya içlerinden getirdiği Slav unsurları iskan ederek kolonizasyon uyguladı. Zorunlu göçleri Sovyetler döneminde suni açlıklar, kitlesel katliamlar ve sürgünler gibi insanlık suçu sayılan eylemler takip etti. Böylelikle bu bölgelerin demografik yapısı XIX. ve XX. yüzyıllarda Türklerin aleyhine, Rusların ise lehine bir şekilde değişti.
Tarihî süreç içinde, zorunlu göçlerden insanlık suçu sayılan eylemlere doğru evrilen demografik değişim kasıtlı bu uygulamaların arkasında ise bu ağır suçların gölgesinde kalan bir başka uygulama daha gelişti. XIX. yüzyılın ikinci yarısında tamamen planlı ve maksatlı olarak gelişen bu uygulamalar Nikolay Ivanoviç İlminsky tarafından metodolojik hale getirilen asimilasyon politikaları olarak karşımıza çıktı.
Çok basit ve özet şekilde Rus İmparatorluğunda yaşayan Türk soylu halkların, daha doğru ifade ile Rus olmayan, ki buna diğer Slav halkları da dahildir, her birinin genel Türk adı yerine yerel isimleri ile adlandırılması, her biri için ayrı bir dil ve ayrı bir alfabe oluşturularak birbirlerinden kopmasını sağlamaktı. Bu da sonuç olarak bu halkların ortak dil, ortak edebiyat, ortak alfabe gibi birlikteliğini sağlayacak araçlardan uzaklaşarak bölünmeleri ve böylelikle hayatın artık bütün alanlarına hakim olmaya başlayan Rus dili ve kültürü altında asimile olmalarını doğuracaktı.
İlminsky ve onun çalışma ekibinin metodolojisini oluşturduğu bu sistem Rus Çarlığı tarafından uygulamaya konuldu ve hatta 1905 Meşrutiyeti döneminde Rus Duması tarafından kanunlaştırılarak yasal zemine oturtuldu. İsmail Bey Gaspıralı ve onun takipçilerinin bütün karşı çıkış ve mücadelelerine karşın Rusya İmparatorluğunda yaşayan Türk halkları içinde dil birliği, alfabe ve edebiyat birliği bu suretle yasal zeminde ortadan kaldırıldı. Buna rağmen, Gaspıralı ve takipçilerinin etkileri ve gücü Sovyetler Birliğinin 1936 ve 1937 yılında gerçekleştirdiği “Ziyalılar Katliamı”na kadar devam etti. Ziyalılar Katliamı ile Sovyet rejimi kadar katledilen onbinlerce Türk aydını, Rusya’nın “Ruslaştırma” politikası önündeki son engeldi ve bu tarihten sonra geçen yarım yüzyıldan daha fazla bir süre içinde birkaç cılız ses dışında İlminsky politikalarının başarısı görüldü.
Sovyetler Birliğinin yıkılmasının ardından Türk soylu bağımsız ve federe cumhuriyetlerin birer birer ortaya çıkması, Gaspıralı’nın Türkiye’deki takipçileri açısından ortak dil, ortak alfabe, ortak edebiyat, ortak tarih gibi konuları yeniden canlandırmak için bir ışık gibi görüldüyse de artık ortak Türkçe yerine Kazakça, Kırgızca, Başkurtça, Tatarca, Özbekçe, Türkmence, Başkırtça ve daha pek çok birbirinden kopmuş; çarşıda pazarda, handa hamamda, orada burada birbiriyle zor anlaşabilen dil gruplarına sahip halklar bulunmaktaydı. Üstelik bu gruplar ya da halklar için artık Rusça dediğimiz bir yabancı dilde birbiriyle anlaşıyorlardı.
Bugün bağımsız olarak nitelendirdiğimiz Türk soylu cumhuriyetlerde resmî dil olması hasebiyle en azından Türkçenin bazı kollarını hayatını sürdürebiliyor olsa da Rusya Federasyonu denilen imparatorluk için, sayıları milyonlarla ifade edilen Türk soylu halkların dilleri için durum hiç de umutvar değildir. Üstelik, bu halkların dillerine ve aslında bu imparatorluk içinde yaşamak zorunda kalan Rus olmayan bütün halkların dillerine Kremlin tarafından öldürücü darbeler vurulmaktadır.
Kremlin rejimi, özellikle 2002 yılından itibaren federasyonda konuşulan tek dilin Rusça olması gayesiyle çeşitli uygulamalar geliştirmiştir. Federasyon anayasası ve anlaşmalarına aykırı olarak yürütülen bu uygulamalar, federe devletlerin ve otonom halkların anadilde eğitim, resmi yazışmalarda anadili kullanabilme hakkı gibi anayasa ve federasyon anlaşmaları ile güvence altına alınan hak ve yetkilerin kısıtlanması ile başlamıştır. Gerçekte, Rusya Federasyonu Anayasasına göre Federasyonu oluşturan tüm federe devletlerin ve otonom halkların anadillerinin okullarda eğitimi zorunludur ve gerek merkezî hükümet gerekse yerel hükümetler ve yönetimler anadilde eğitim konusunda her türlü yatırımı ve ihtiyacı karşılamak zorundadırlar.
Bu anayasal hüküm, 2002 yılından itibaren eğitimin tamamen merkezileştirilmesi, anadilde eğitim için mecburi ders saatlerinin kısaltılması, eğitmen ve öğretmen yetiştiren kurumların azaltılması, ders alet ve araçlarının üretiminin azaltılması gibi uygulamalarla bugün artık neredeyse kağıt üzerinde kalmıştı ama bu dahi Kremlin rejimine yetmedi.
Nihayet 2018 yılının Ağustos ayında Rusya Federasyonu Parlamentosu olan Duma, kabul ettiği bir kanunla federe devletler ve otonomilerde anadilde eğitim zorunluluğunu kaldırdı. Kanun, yine anayasaya aykırı bir işlemle aynı gün içinde Rusya Federasyonu Devlet Başkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Böylelikle anadilde eğitim zorunlu olmaktan çıkartılarak seçmeli ders haline getirildi.
“Peki bunda ne zarar var? İnsanlar bir araya gelerek çocuklarının anadilde eğitimi için müracaat ederler ve böylelikle anadilde eğitim de seçilerek devam edebilir.” diyenler için bu konuya iki noktadan cevap vermek burada gereklidir. İlk olarak edebiyat, sanat, kültür, eğitim, yargı, idare organları ile ilişkiler, ticaret, sağlık, kısacası hayatın her alanına hakim olan Rus dili karşısında çocuklarının anadillerini de öğrenmelerini isteyecek ebeveyn sayısının ne olacağı meçhuldür ve anadilde eğitim Kremlin’in insafına kalmış olur.
İkinci olarak diyelim ki anadilde eğitimi seçen bir grup idealist ve cesur ebeveyn bu defa 2014 yılında bir kez daha işgale uğrayan Kırım’daki uygulamalarla karşılaşacaktır. Doğrudan Kırım’da yaşayan bazı idealist ve cesur ebeveynlerin aktarımına göre, çocuğunun anadilde eğitim almasını isteyen bir aileye okul tarafından verilen ilk cevap, dersi seçen yeterli öğrenci olmadığıdır. Yeter sayıya ulaşıp bir kez daha müracaat eden ailelere verilen cevap, ders kitabı ve diğer eğitim araç gereçlerinin olmadığıdır. Öğretmeni ve eğitim araçlarını temin ederek tekrar müracaat edilen aileye bu defa okulda anadilde eğitim sınıfı için derslik olmadığı cevabı verilir. Şansını bir kez daha zorlayan ailenin reisi bu defa okula davet edilir ve okul yöneticisi tarafından kendisine, “müracaatlarını geri çekmesi, aksi takdirde hakkında Federal Güvenlik Bürosu (FSB adını alan eski KGB) tarafından soruşturma başlatılmak üzere şikayette bulunulacağı” ihtar edilir. Israrınızın sonucu, FSB soruşturması, gözaltı ve hakkında “ayrılıkçılık” suçlaması ile dava açılması olarak karşınıza çıkar. Dava sonucunu kestirmek ise çok da zor değildir.
Neticede, 3 Ağustos 2018 tarihinde yürürlüğe giren bu kanun Rusya’nın kültürel soykırım suçunu alenen işlemesi anlamına gelmektedir. Federasyon toprakları içinde yaşayan Rus olmayan hiçbir halkın, bir millet olabilmenin temel özelliği olan dil unsurunu koruma, yaşatma ve gelecek nesillere aktarma imkanı bu yasa ile ortadan kalkmış bulunmaktadır.
Birkaç nesil sonra, ne yazık ki bölünerek parçalanmış Türkçe’nin dil gruplarının adını taşıyan dillerin dahi konuşulmayacağı, yok olacağı sosyolojik bir gerçeklik ve etkisini doğuran bir tehdit olarak bütün sorunlarla birlikte karşımızda durmaktadır.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne, 20 Aralık 1993 tarihli ve 47/135 sayılı Birleşmiş Milletler Ulusal veya Etnik, Dinsel veya Dinsel Azınlıklara Mensup Olan Kişilerin Haklarına Dair Bildiri’ye, 13 Eylül 2007 tarihli ve 61/295 sayılı Birleşmiş Milletler Yerli Halklar Hakları Bildirisi’ne, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve daha da ötesi Rusya Federasyonu Anayasası’na aykırı, insan hak ve hürriyetlerine doğrudan tecavüz eden nitelikteki bu yasaya karşı ne yazık ki bugüne kadar Dünya Kırım Tatar Kongresi, Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Genel Merkezi ve Türkiye’de kurulu 200 civarındaki Kırım, Nogay ve Kafkas derneklerinin yayınladıkları deklarasyonlar dışında herhangi bir tepki gelmemiştir.
Rusya Federasyonunun işlediği “dil soykırımı” suçunun başta Türkoloji ve Türk dili üzerine çalışmalar yapan bilim çevreleri ve insanları olmak üzere gündeme alınıp, en ağır tepkilerin verilmesi sadece gerekli değil aynı zamanda esasında bir “ölüm kalım” meselesidir.