Saltanatın kaldırılması

Cumhuriyetin ilanına giden süreçte birçok kilometre taşı bulunmaktadır. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması bunlardan en önemlisi. Bu kararla babadan oğula geçen hâkimiyet dönemi hukuken ve fiilen son bulmuş oluyordu. Halk hâkimiyeti Cumhuriyetin ilanından önce bu tarihte hukuki hâle gelmişti.


Paylaşın:
Atatürk

Millî Mücadele

 

29 Ekimde Cumhuriyet Bayramımızı kutladık. Cumhuriyet fikrinin ülkemizde ve dünyada adım adım nasıl geliştiğini anlattık. Bilimde ve sosyal alanda meydana gelen gelişmeler, insanlık zihniyetinde artık bir ailenin soyuna dayalı hâkimiyet telakkilerinden uzaklaşmayı getiriyordu. Türk milleti de elbette ki insanlığın bu genel gidişinden âzâde değildi.

Geçen gün anlattığımız gibi Cumhuriyetin ilanına giden süreçte birçok kilometre taşı bulunmaktadır. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması belki bunlardan en önemlisiydi. Çünkü bu kararla babadan oğula geçen hâkimiyet dönemi hukuken ve fiilen son bulmuş oluyordu. Halk hâkimiyeti Cumhuriyetin ilanından önce daha bu tarihte hukuki hâle gelmişti. Fakat halk hâkimiyeti aslında hukuki hâle gelmeden önce de meşru hâle gelmişti. Bunu da son birkaç yıldaki gelişmeler meydana getirmişti.

Birinci Dünya Savaşının kaybedilmesiyle Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayı imzalayanlar memleketi daha büyük bir zarardan kurtardıklarını düşünüyorlardı. Fakat antlaşmayı imzalayan karşıdaki devletler aynı fikirde değildi ve ateşkes antlaşmasını Türk vatanını bölüp parçalamak amacıyla kullanacaklardı.

1915’te Çanakkale’de efsanevi bir direnişle durduğumuz düşman donanması, üç yıl sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a girdi. Dört buçuk asırlık Türk başkenti, düşman gemilerinin işgali altına düştü. Tarihin garip bir cilvesi olarak Mustafa Kemal de aynı gün İstanbul’a geldi. Yaveri Cevat Abbas Bey (Gürer), o günkü ağır havayı anlatır ve eski bir motorla işgal kuvvetlerinin gemileri arasından geçerken Atatürk’ün “geldikleri gibi giderler” dediğini nakleder. Bu söz Millî Mücâdele’den sonra daha derin bir anlam kazanır.

1918’de devletin yönetim sistemi meşrutiyetti. Meşrutiyet de aslında monarşinin bir başka çeşidiydi. Bu yönetim sisteminde başta bir padişah bulunur, ama onunla birlikte bir meclis ve bir hükümet görev yapar. Ayrıca bir anayasa da bulunur. Padişahın yetkileri ve gücü, meclis ve hükümet gücüyle sınırlandırılmıştır. Bu sebeple bu sisteme anayasal monarşi de diyebiliriz. Türk milleti, bu anayasal monarşiyi ilk defa 1876’da denemişti. Ancak bu deneme başarılı olmamıştı. Hem son yetki padişahtaydı hem de meclis üyelerinden birçoğu devletin bekasını düşünmüyordu. Henüz sistemimiz, halk hâkimiyetinin çok uzağındaydı, ama bu deneme anayasa ve halk hâkimiyeti konusunda Türk milletine çok şey öğretmişti.

1908’deki İkinci Meşrutiyet ise daha geniş bir uygulanma imkânı buldu. Burada da yine birçok hatalar, birçok tecrübesizlikler yapıldı. Bunların hepsi ilk adımların atılmasındaki belirsizliklerden kaynaklanıyordu. Özellikle İkinci Meşrutiyet devri, artık insanları sınırlı yetkilere sahip bir padişah fikrine daha çok alıştırmıştı. Ülkenin bir anayasası, bir meclisi ve bir hükümeti olmalıydı.

Anayasa dediğimiz ne ki?

Burada anayasa fikrinin ne olduğu üzerinde bir durmak gerekiyor. Bu da geleneksel dünya sistemi ile modern dünya sistemi arasında bir karşılaştırma yapmakla mümkün olur. Eski devirde milletler, egemenliklerini başlarındaki aileler vasıtasıyla kullanırlardı. Bu, yüzyıllarca öteden gelen alışılmış bir gelenekti. Hâkim ailelere yani hanedanlara dayalı dünya sisteminde uluslararası ilişkiler, hâkim aileler arasındaki ilişkiler üzerinden yürürdü. Bu dünya sisteminin özelliklerinden birisi uluslararası antlaşmaların, bu antlaşmaları imzalayanların ömürleriyle sınırlı olmasıydı. Yani antlaşma imzacısı olan padişah veya kraldan biri öldüğü zaman, antlaşma o makama yeni gelen kişiyle tekrar akdedilirdi. Dış ilişkiler bu şekilde yürürken içerdeki uygulamalar bugünkü kanunların karşılığı olan fermanlarla yürütülürdü. Ancak bu fermanların bir bütünlük ve tutarlılık mecburiyeti yoktu. Padişah veya kral, selefinin uygulamalarını değiştirebilir, bunların tam zıddını uygulayabilirdi. Bununla da kalmaz, kendi kararına tamamen zıt uygulamaları devreye sokabilirdi. İşte eski devirde mutlak hâkimin bu şekilde yetkileri bulunurdu.

Anayasa ise, devletin kurallarının esaslara bağlanması demektir. Bu esaslar, kral veya padişahın yahut herhangi bir kişinin hayatıyla sınırlı da değildir. İçerde, çıkarılan kanunlar anayasaya uygun olmak zorundadır. Bu da geçmiş sistemdeki, padişahın her şeye yetkili olma hâlini ortadan kaldırır. İşte İkinci Meşrutiyet ve daha önceki fikrî gelişimle birlikte alışılan yeni sistem böyle bir şeydi.

Mütareke döneminde payitaht

Bu açıklamalardan sonra olayların gelişimine tekrar dönebiliriz. 1918’de ülkemizde Meşruti Monarşi sistemi vardı. Yetkileri sınırlandırılmış bir padişah, onun yanında bir hükümet ve meclis. Fakat şimdi yeni bir durum söz konusuydu. Başkentte işgal güçleri ve bunların komiserleri vardı. İşte esas yönetim bu yabancı unsurlara geçmişti. Artık Türk milletinin eskiden beri itaat ettiği Osmanoğlu hanedanının temsilcisi, iradesinde özgür değildi. Hükümete başkanlık edecek sadrazamı atama yetkisi vardı ama hem sadrazam hem de oluşacak hükümet bağımsız hareket edemeyecekti. Padişah, işgal devletlerinin İstanbul’da bir güç merkezi olmasından kısa bir süre sonra, 21 Aralık’ta, meclisi de feshetti.

Güç dengeleri açısından bakıldığında İstanbul’da işgal devletleri komiserleri, padişah, sadrazam ve hükümet bulunuyordu. Farklı devletlerin komiserleri arasında gücünü ve yetkisini en çok kullanan, şüphesiz İngiliz komiseriydi. Görünürde ülkeyi padişahın atadığı sadrazam ve hükümet idare ediyor, fakat işgal komiserleri beğenmedikleri her karar sonrasında hükümet üzerinde ciddi baskı kuruyorlardı. Zaten meclisin feshi biraz da bu sebeptendi. Mecliste toplanacak birçok mebus üzerinde baskı kurmaktansa icraatta tam yetkili hükümet üzerinde baskı kurmak daha kolaydı. Meclisin olmaması, hükümete istediği kararları alma veya gördüğü baskı karşısında aldığı kararlardan kolaylıkla geri adım atma serbestliği veriyordu.

İşgal komiserleri, güçlerini sadece hükümet üzerinde değil, padişah üzerinde de kullanmaktan çekinmiyorlardı. Zaten meclisi de bu şekilde feshettirmişlerdi. Baskılarıyla hükümetlere istedikleri kararı çıkarttıramadıkları zaman bu baskıyı padişaha yöneltiyorlardı. Bu şekilde padişahın hükümete baskı yapmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Bu güç oyunlarının son raddesi, artık hükümetin işgal güçleriyle iyice uyuşamaması üzerine padişaha sadrazamı azletmesi yönünde yapılan baskıydı. Nitekim bu şekilde Ateşkes döneminde işgal komiserlerinin baskısıyla defalarca hükümet değişikliği yapıldı. Anadolu’daki Millî Mücâdele iyice alevlenene kadar en fazla başbakanlık yapabilen kişi, işgal kuvvetlerinin sözünden çıkmayan Damat Ferit idi.

Millî Mücâdele döneminde ise baskı politikasının halkı Millî Mücâdeleye daha çok ittiğini düşünen işgalciler, Damat Ferit’e göre Anadolu’ya daha ılımlı olan Ahmet Tevfik Paşa’nın hükümet kurmasına rıza göstermek zorunda kaldılar. İşte Millî Mücâdele boyunca, İstanbul’daki sistem bu şekilde işliyordu. İsmen bir saltanat vardı ama bu saltanat İstanbul’daki işgal komiserlerinin sözünden çıkmıyordu.

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla derlenip toplanan Millî Mücâdele, üç yıl boyunca sadece karşısındaki işgal kuvvetleriyle değil, aynı zamanda saltanat gücüyle de savaşmak zorunda kaldı. Halkın saygı gösterdiği saltanat makamı, işgalcilerin yanında yer almış, vatanı düşmandan kurtarmak isteyen millî kuvvetleri yok etmeye çalışıyordu. İstanbul’da meclisin toplanmaması ve hükümetin millet menfaati hilafına iş yapması Türk milletinin direnç noktalarını kırıyordu. Bu sebeple Amasya Genelgesi’nde İstanbul hükümetinin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediği söylendi. Bahsedilen bu sorumluluk, vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığını koruma sorumluluğu idi. Bu sorumluluk yerine getirilemediği için milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararlılığının kurtaracağına vurgu yapıldı. Milletin hukukunu koruyacak millî bir heyetin oluşturulması yine bu genelgenin çağrılarındandı. Dolayısıyla milletin, hâkimiyetini kendi eline alması bu Amasya Genelgesi ile başlamıştı.

Ankara’da oluşan Büyük Millet Meclisi ve yürütülen mücâdele, saltanatın katkılarıyla değil, saltanata rağmen kazanılmıştı. 1922 yılına gelindiğinde İtilaf devletleri yenilgiyi kabul ettiler ve 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşmasıyla, önce silahlar sustu. Şimdi sıra yapılacak bir barış antlaşmasıyla bağımsızlığın uluslararası alanda tanınmasına gelmişti. Burada İtilaf devletleri yine bir oyun çevirerek hem İstanbul hem de Ankara hükümetlerini barış konferansına çağırdılar. İşte böylece uluslararası alanda bağımsız Türk milletini kimin temsil edeceği problemi ortaya çıktı.

Büyük Millet Meclisi’nde konu ciddi şekilde tartışıldı ve önce 30 Ekim’de Osmanlı devletinin son bulduğuna, onun yerine Büyük Millet Meclisinin tam yetkili olduğuna karar verildi. Nihayet 1 Kasım’da saltanatın kaldırılması yönünde karar alındı. Yönetimde Türk milleti adına bütün haklar artık Büyük Millet Meclisi hükümetinindi.

Devlet için hukuk gerekir

Burada Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin saltanatı kaldırdığı 1/2 Teşrinisani 1338 (1 Kasım 1922) tarih ve 308 numaralı kararına kısaca bir değinmek yerinde olacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, kararında saltanatın birkaç yüzyıldır devletin bekasını koruyamadığını belirtiyor. Devletin bekasını koruyamadığı için yok olma derecesine gelmesi üzerine, “…Osmanlı İmparatorluğunun müessis ve sahibi hakikisi olan Türk milleti Anadolu’da hem haricî düşmanlarına karşı kıyam etmiş…” cümleleriyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milletinin egemenliği eline alarak işgale karşı direnmeye başladığını söylüyor. Burada dikkat çekici husus, TBMM’nin hâkimiyet konusunda çok net ifadeler kullanmış olmasıdır. TBMM, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve sahibinin Türk milleti olduğuna vurgu yapmıştır. Kararda, Millî Mücâdele sırasında saltanatın millet aleyhine harekete geçtiği ifade ediliyor.

TBMM kararı, bir buçuk yıl önceki (1921) Teşkilat-ı Esasiye kanununa da vurgu yapıyor. Karara göre Türk milleti, aslında daha Teşkilat-ı Esasiye Kanununun kabul edilmesiyle hâkimiyeti ve icra yetkisini bizzat kendi eline almıştı. Buna sebep de saltanatın millet aleyhindeki hareketleriydi. Karar, Osmanlı imparatorluğu’nun daha o zaman tarihe intikal ettiğini ve yerine millî bir Türkiye Devleti kurulduğunu da vurguluyor. Padişahlık da aslında o zamandan beri hükmünü kaybetmiş, yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi egemen olmuştu. İşte bu sebeplerle Türk Milletinin içte ve dışta tek temsilcisi TBMM idi. Bu gerekçelerden sonra iki madde ilan ediliyor:

  1. Teşkilat-ı Esasiye kanunuyla, Türk Milletini temsil etme yetkisini Türkiye Büyük Millet Meclisi almıştır. TBMM, bu yetkisini kimseye terk etmez ve millî iradeye dayanmayan hiçbir kuvveti de tanımaz. Bu sebeple Misak-ı Millî sınırları içerisinde TBMM hükümetinden başka hiçbir hükümet yoktur. Nihayet kişi hâkimiyetine dayanan İstanbul’daki hükümet, aslında 16 Mart 1920’den itibaren ve ebediyen tarihe gömülmüştür.
  2. Hilafet, Osmanoğullarına ait olup, TBMM, bu makama Osmanoğlu ailesinden ahlâken en uygun ve olgun olan kişiyi getirir. Hilafet makamının dayanağı Türkiye devletidir.

İki maddeye de baktığımız zaman birinci madde aslında saltanatın çok daha öncesinde işlevini yitirdiğini ifade ediyor. Burada çok önemli bir husus da kişi hâkimiyetine vurgu yapılmasıdır. Yazımızın başında da değindiğimiz gibi yeni devirde hâkimiyet, artık bir kişi eliyle değil, milletin kendi temsilcilerini seçmesi yoluyla kullanılacaktı. İşte bu madde bu bilinçle gerekli vurguyu yapmıştır.

İkinci maddede ise hilafet makamında esas dayanağın devlet olduğu belirtiliyor ve bu hususta TBMM’nin tam yetkili olduğu vurgulanıyor. Makama Osmanoğlu ailesinden olmak şartıyla kimin geçeceğine karar verme yetkisi Türk Milletini temsilen TBMM’ye veriliyor.

Görüldüğü gibi TBMM, saltanatın kaldırılması kararıyla içeride ve dışarıda, egemenliğin tek sahibinin Türk milleti ve onun tek meşru temsilcinin kendisi olduğunu dünyaya ilan etmiş oldu. Böylece itilaf devletlerinin iki farklı hükümet üzerinden Türk Milletini bölme ve zaferi heba etme girişimlerini de boşa çıkarmış oldu. 20 Kasımda başlayacak olan Lozan Görüşmelerine tek temsilci olarak TBMM heyeti katıldı.

Saltanatın kaldırılması kararı için tıklayınız

Yazar

Konuralp Ercilasun

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar