Yükleniyor...
Buhara 1993 yılından beri UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesinde. UNESCO Buhara’yı niçin Dünya Kültür Mirası listesine dahil ettiğini açıklarken şöyle diyor: “Buhara’nın 10 ilâ 17 yüzyıllar arası Orta Asyasının en iyi korunmuş, tarihî dokusu büyük ölçüde bozulmadan kalmış şehirlerinden biri olması….”
Tarihî dokusu büyük ölçüde bozulmadan kalmış şehir…
Ben sanat tarihçisi değilim ama bütün o medreselerin, camilerin, minarelerin, türbelerin aslına uygun restore edildiğini anlamak zor değil. Göze ve gönüle rahatsızlık veren, eziyet çektiren aykırı bir manzara, meselâ onca ahşap, taş, kerpiç arasında bir alüminyum doğrama ile karşılaşmıyorsunuz.
Semarkant’ta da öyle.
Fakat “tarihî dokusu büyük ölçüde bozulmadan kalmış şehir….” daha başka bir şey.
Bunun ne demek olduğunu Buhara’yı gezerken ve şehri yüksekten seyrettiğinizde anlıyorsunuz. Buhara’da yeni şehir eski şehri boğmamış, ezmemiş, gölgelememiş.
UNESCO’nun raporunda şöyle bir ifade de var: “Buhara’nın asıl önemli tarafı tek tek binalardan çok şehrin genel manzarasıdır.”
Evet, genel manzara…..
Tarihî eserlerin korunması, bakımı, tamiri, temizliği önemlidir. Biz gerçi bu konuda kabahatliyiz. Televizyon geçenlerde Zeyrek evlerinin hâl-i pür melâlini anlatıyordu. Türbelerimizi çevreleyen avlu duvarlarının sokağa bakan kafesli pencerelerinin girintilerinde gördüğüm çöpleri de hiç unutamam. Oraları çöp kutusu kabul eden vatandaşlarımız vardır!
Fakat “bir şehrin tarihî dokusunun büyük ölçüde bozulmadan kalması” tarihî eserleri korumaktan, bakımını, tamirini, temizliğini yapmaktan fazla ve farklı bir şeydir.
Tarihî bir eseri, bir camiyi, hanı, hamamı, sarayı, türbeyi en doğru şekilde restore eder, bakımını aksatmayabiliriz. Onaltıncı asırdan kalma camiye alüminyum doğramalı cam kapı, aynı asırdan gelen çeşmeye nikelajlı banyo bataryası takmadığımızı, taş döşemeler sağlam olsun diye üzerine beton dökmediğimizi farzediyorum, Fındıklı’daki Süheyl Bey Camisi’ni de unutuyorum!
Evet, tarihî eserlerimizi en doğru şekilde restore edip bakımında kusur etmeyebiliriz, fakat bu tarihî dokuyu yaşatmak için yeterli değildir. Genel manzara nasıldır? Genel manzara o tarihi size sunuyor mu? Bu noktada şehir planlamacılığı, çevre düzenlemesi işin içine girer. Şehir planlamasının, çevre düzenlemesinin tarihe saygılı yapılması gerekir. Aksi takdirde şehirlerin tarihî bir silueti olamaz.
İstanbul bu açıdan sınıfta kalmıştır. Sadece Sultanahmet Meydanı tarihin bir parça nefes aldığı yerdir, onun dışında bütün eski eserlerimiz ya gökdelenlerin gölgesinde ezilmiştir, ya zevksiz, sevimsiz, kaldırımsız apartmanların, kaldırımlarına sırt sırta arabaların park ettiği yürünemez sokakların arasında sıkışmıştır. Etraflarında bir avuç yeşillik bırakılmamıştır.
Diyebilirsiniz ki “Buhara, Semerkant yirmibirinci asra göre nüfusu az, çok fazla gelişmemiş şehirler, o yüzden tarihî doku meydanda.”
Hayır! Avrupa’dan da örnekler var. Meselâ, Viyana… Aziz Stephan Katedrali’nin kulesine çıkıp da baktığınızda gözünüze tarihî dokuyu gölgeleyen bir yapı çarpmaz. Birinci Viyana denilen tarihî şehir merkezinde hemen hiç tarihî olmayan bina görmüyorsunuz. Yeni yapılanlar da eskilere uydurulmuş, yeni olduğunu farketmek zor.
Meselâ, Londra… Thames Nehri’nin kıyısında kurulu London Eye (Londra’nın Gözü ) denen seyir dönme dolabının camdan kapsüllerine girip döne yüksele şehri seyrettiğinizde, nehrin kıyılarında birkaç asırlık Birleşik Krallık tarihi ayan beyan önünüze serilir. Big Ben Saat Kulesi’nin ardından boyunu uzatmış gökdelen yoktur!
Meselâ, Roma…. Vatikan Aziz Pietro Kilisesi’nin seyir terasından baktığınızda hiç bir yükselti göremezsiniz. Zaten yasaktır. Tarihî merkezde bu kilisenin kubbesinden yüksek bina yapılamaz.
Bu şehirlerde gökdelenler yok mu? Var! Ancak tarihî merkezden uzakta yapılmışlar. Her şehirde tarihî bir merkez tayin edilmiş, orası inşaata adeta kapatılmış. Şehrin tarihî siluetine sahip çıkılmış. İstanbul da böyle olabilirdi. Tarihî bir merkez tayin edilip şuurlu bir şekilde koruma altına alınabilirdi. “Tarihî yarımada”nın sadece adı “tarihî” oldu.
Sultanahmet Camisi’nin manzarasını katleden Zeytinburnu kulelerini biliyorsunuz değil mi?
İstanbul yüksekçe bir yerden baktığınızda artık Asya’nın veya Avrupa’nın eski şehirleri gibi tarihî hüviyeti olan bir şehir değil de, meselâ, Singapur yahut Hong Kong gibi bir manzara gösteriyor. Geçmiş ola!
Sadece İstanbul’da değil, tarihe karşı bu saygısızlığı başka şehirlerimizde de gösteriyoruz. Isparta’ya yolum düştü. Şehrin en kalabalık çarşı caddesinde gidiyoruz. Adını bilmiyorum caddenin, ama Süleyman Demirel’in heykeline açılan cadde, bilen bilecektir. Cadde rahmetlinin elinde şapkasıyla canlandırıldığı meydana çıkıyor, gayet hoş bir meydan… Derken baktık, arkadan bir minare kendini göstermeye, boyunu uzatmaya çalışmış! Çünkü önünde meydana paralel koca bir alışveriş merkezi! Minarenin ancak külâhı görünüyor. Belli ki yakın bir zaman öncesine kadar o minare bu meydana bakıyordu. Bu caddeden gelenler o camiyi karşıdan görerek, seyrederek geliyordu. Ama nasıl olduysa oldu, belediyede imzalar, kâğıtlar, birşeyler…. Ruhsat çıktı! O alışveriş merkezi meydanın kıyısına, caminin önüne dikiliverdi! Bu gösterişli meydan kaçırılır mı? Şimdi cadde boyunca meydana doğru gelenler alıveriş merkezinin marka panolarını seyrediyor. Sordum Halil Hâmid Paşa Camisi imiş burası. Yapımı onaltıncı yüzyıla gidiyor. Sonra yanmış, tekrar yapılmış, yıldırım düşmüş, deprem görmüş, onarılmış, artık orijinal halinden farklı olduğu yazılanlardan anlaşılsa da ayağa kaldırılmış, gayet zarif bir mâbet. Ama son yıllarda bir açıkgöz müteşebbis 5 asırlık bu tarihî mekânı gözlerden gizlemeyi başarmış!
Eğer tarihî eserlerimizi şehrin yeni dokusu içinde kaybetmişsek, görünmez kılmışsak, yeni binaların arasına sıkıştırmış, havasız, ağaçsız, yolsuz bırakmışsak, şehirlerin yeni planlamalarında eski eserleri hesaba katmıyorsak, tarihe karşı kadirşinas olduğumuz söylenemez. Duvarlara Osmanlı İmparatorluğu arması asmakla tarihe karşı kadirşinas olunmuyor!