Yükleniyor...
“Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan.
Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!
M. Akif ERSOY
Tarihçi değilim ama bir defada en çok şehidi Çanakkale’de verdiğimizi sanıyorum. Sonra Sarıkamış, sonra Yemen v.s. Osmanlının dağılma sürecinde yani. Anadolu’nun masum evlatları her biri bir yerde kanıyla suladıkları topraklarda kaldılar. Onlar anısına yapıldı “meçhul asker anıtları- şehitlikler”. Genç tomurcuklarımızı tükettik. Köylerde muhtar olacak adam kalmadı. “Açlık- yokluk- hastalıkla” mücadele ettiler geride kalanlar. O vaziyette girdik İstiklal Harbine. Varlık yokluk mücadelesine. Olamazı oldurttuk. Devlet kurduk yeniden bir cihan devletinin küllerinden. Adına da Türkiye Cumhuriyeti dedik.
O yüzden ll. Ergenekon’dur bize Milli mücadele. O yüzden ll. İlteriş Kağanıdır(…- 692) bize Mustafa Kemal.
Kötü bir adetimiz var. Çabuk unutuyoruz. Ders çıkartmıyoruz. Rehavete kapılıyoruz. Farkına varmıyoruz taşıdığı değerin sahip olduklarımızın. Bunu bildiği içindir ki “bengütaş”a (görünür yere) kazıdı o ölümsüz vasiyetini atamız Bilge Kağan. Gençliğe Hitabesi ile bezerini yaptı Cumhuriyetimizi kuran o büyük insan.
Kıymetli bir coğrafyadayız. Nasrettin Hocaya sormuşlar “Dünyanın merkezi neresi” diye? “Eşeğimin ayağını bastığı yer” demişti. Bu topraklara basmıştı ayağını hocanın eşeği. “Dünyanın merkezine, en güzel yerine. Bunu bilelim. Dünya güzeli bir ülkedir vatanımız. Güzelin de bedeli olur. Diyorsan ki “Ya benim olur, ya da hiç kimsenin!” bir şey daha demelisin o zaman. “Ya istiklal, ya ölüm!”
Beka Vadisinde işler oluyordu bir zaman bekamıza yönelik. Şimdi şanlı ordumuz var o vadilerde. Ortağımız, dostumuz sandığımız kalkıyor geliyor Okyanus ötesinden. Bizim sınırımızdan kuruyor savunma hattını. Buna “Dur bakalım ne olacak” diyecek değildik elbette. Şehitler veriyoruz öyle olunca. Yüreklerimiz dağlanıyor. Tarife sığmayan, tarihe sığmayan işler başarıyor kahramanlarımız. Şahadet şerbeti içiyorlar. Yaldızlı, parlak protokol sözleri yetmiyor onlar için. Onlarla yormak istemiyoruz aziz hatıralarını.
Şair diyor ya;
“Kitaplarda değil, türkülerde ara
Yemen’i, öleni, kalanı, gidip gelmeyeni…”
Talihte yolculuğa çıkıyoruz türkülerde.
***
Gömdüm oğul seni toprağa gömdüm
Kanlı yaşlarımla pınara döndüm
Tabutun üstünde dirildim öldüm
Seni vuran eller kırılsın oğul
***
El veriyor el veriyor
Orta direk bel veriyor
Döndüm baktım sol yanıma
Bizim Mehmet can veriyor
***
Bir “külliyat” ki hangisinde karar kılalım bilemiyoruz. Düşüyor mızrap elden. İzin vermiyor göz pınarlarımız. Piyade Astsubay Kıdemli Çavuş Ömer Bilal Akpınar’ın vasiyeti geçiyor hepsinin önüne binlercesi arasından;
“Kardeşim senden ricamdır, bana bir şey olana kadar sende saklı kalsın. Kardeşim bu savaş haç ile hilalin, imanla inkârın, hak ile batılın, küfür ve tevhidin savaşıdır. O yüzden anneme, babama, kardeşime, Nur’a söyleyin üzülmesinler kesinlikle, hayatlarının geri kalanını rahat geçirsinler. Anneme o istediği evi alsınlar. Dua etsin arada bir. Üzülmekle hayatını bitirmesin. Babam da Beyza da haklarını helal etsin, üzülmesinler. Nur’a söyleyin ben ona doyamadım. Ama eğer gidersem hakkını helal etsin. Üzülmesin, öbür tarafta birbirimize kavuşacağız inşallah. Beraber planladığımız gezilecek yerleri gezsin, benim yasımı tutmakla ömür geçirmesin. Aileme iyi baksın. Beni Safranbolu’ya gömsünler kardeşim. Babamlara söyleyin devletin bağladığı aylığın yüzde 10’unu yine Zehra teyzenin oraya versinler. Hakkınızı helal edin.”
Biz ederiz de…?
***
(*) Ot kökünün üstünde biter Milli şairimiz bu dizeleri üç günlüğüne hapse girip girmediği meçhul ünü kendinden menkul sanatçı artığının haberini verip de o gün verilen şehitlerden habersizler, “o ses” yarışmasını şehit anasının sesinin önüne koyanlar ve benzerlerinin kökleri için söyledi belli ki…