Yükleniyor...
Bakınız, bütün davranışları hemen kötülüktendir diye etiketlemeyiniz. Geçen yazımda Bonhoeffer’e atıf yaparak anlattığım gibi ters davranışlar kötülükten değil aptallıktan, cehaletten de kaynaklanabilir.
Cehalet insanı yanıltır. Bilmediğiniz için kalkıştığınız yanlış işler, sarf ettiğiniz saçma sözler, kötü niyetinize yorumlanır. Onun için özellikle protokol ve gelenekler hususunda bilgilenmelisiniz. Mesela bilmelisiniz ki subaylar her zaman değil ama tören kıyafeti giydiklerinde kılıç taşırlar. Bu gelenektir. Yoksa birilerini tehdit için değildir.
Subayların muayyen zamanlarda kılıç çekmeleri de tehdit için değildir. Tehdit sanmak paranoya denilen zihin çarpıklığına işaret eder. Mesela asker düğünlerinde yeni evliler, askerlerin çektikleri ve çatarak görkemli bir geçit kıldıkları kılıçların altından geçerler. O kılıçları damat veya geline, “Doğrarız sizi ha!” demek için çekmiyorlar. Onlara selam veriyorlar. Onları koruyacaklarına işaret ediyorlar. Onları kucaklıyorlar.
Aksini düşünmek cehaletten midir… Hadi Bonhoeffer’e takılmayalım da cehalet demiyelim; kültür farkı diyelim, politik açıdan daha doğru olur. Ama bu kadar da olur mu? Hani 18. asırda, bilemediniz, biraz zorlayalım, 19. asırda olabilir. Ama 20. asırda! Epey bir zorlamak lazım.
Şimdi 18. asır nereden çıktı diyeceksiniz. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris hatıralarından çıktı. Meşhur Paris Sefaretnamesi’nde bulunan ve bulunmayan anekdotlar var. Osmanlı, 18. asra kadar kimselere elçi göndermez. Çünkü yeryüzündeki tek devlet odur. Kendi kendine verdiği adla, Devlet-i Aliye’dir. Bu “tek devlet benim” tutumu Roma’dan mirastır. Osmanlı, Avrupa devletleriyle antlaşma yapmaz. Onlara ancak tek taraflı “Ahidname” verir. Kendi ahdidir, verdiği sözdür ahidname. Yoksa onlarla sanki eşitlermiş gibi karşılıklı oturup tartışacak, antlaşma imzalayacak değildir. Fakat 1699 Karlofça’dan sonra artık bu iddiayı sürdürmenin imkânı kalmaz ve elçi göndermeler başlar. İşte Osmanlı’nın Avrupa’ya yolladığı ilk elçilerden biridir Yirmisekiz Mehmet Çelebi.
Çelebi anlatır:
“Paris aslında İstanbul kadar büyük değildir. Fakat binaları üçer, dörder, hatta yedişer kat olarak yapılmıştır. Her katta çoluk çocuğuyla büyük bir kalabalık oturmaktadır. Sokaklarda da halk çok kalabalık görünür, bunun sebebi kadınların sokaklarda evden eve dolaşmalarıdır. Paris’te kadınlar katiyen evlerinde oturmazlar. Kadın erkek birbirine karıştığından, halk kalabalık görünüyor.
“Dükkânlarda oturup alış veriş yapanlar da hep kadınlardır. Dükkânların içi ağzına kadar çeşit çeşit eşyalarla doludur.”
Çelebi doğru söylüyor. İstanbul o tarihte nüfusça Avrupa’nın en büyük şehridir. Yılmaz Öztuna’ya göre Paris, ancak 1825’te İstanbul’u geçecektir.
Davet edildikleri saraylarda da kadınları bir tuhaftır: “Sineleri üryan, bakışları davetkâr.”
Çelebi’nin görevi Ramazan’a rastlamıştır. Heyet iftar yapacaktır. Kâfirler iftarı seyretmeyi arzu eder. Elden bir şey gelmez peki deyip davet ederler. Arkadan teravih namazını öğrenirler. Teravihi de seyretmek isterler. Çelebi pek de mutlu değildir ve anlatır:
“Akşama yarım saat kala bir de ne göreyim, altın ve ziynete batmış iki yüze yakın kadın konağımızı basıp, içeri girerek karşılıklı sandalyelere oturdular. Konağımız âdeta kadınlar evine döndü. Dolup dolup taştı. Arkadan, iznimizi duyan başka kadınlar da gelmeye başladılar. Bir anda birkaç bin kadın arasında kalıverdik; konağımız böylece bir düğün evi halini aldı.
“Binlerce kadının azap verici bakışları arasında güç belâ iftar açarak yemeğimizi yedik. Daha sonra teravih namazını kıldık. Teravih kıldığımızı da ertesi gün duymuşlar, yine iftara yarım saat kala, iki bine yakın kadın kız konağımızı bastılar. Her birinin ellerinde şekerleme ve çörekler vardı. İftarımızı açıp, yemeğimizi yedik. Muhterem misafirlerimiz bir türlü gitmek bilmiyorlar, gece ta saat üçe kadar yanımızda kalıp bizleri rahatsız ediyorlardı. Meğer teravih namazını kılmamızı bekliyorlarmış. Yapacak başka işimiz ve çaremiz kalmadı, mecburen kalktık abdest alıp teravih namazımızı kıldık.
“İzin istemekte daha sonraki geceler de devam ettiler…
“Biz de gece geç saatlere kadar oturup cemaatle ilâhi okuyor, tesbih çekiyor, sonra da kalkıp, Fransız kadınlarının hayran hayran bakışları arasında teravih namazını kılıyorduk.”
Rivayet odur ki Çelebi ve Osmanlı heyetinin karşılanma merasimi sırasında bir askerî birlik kılıçlarını çekip yüzleri hizasında, önlerinde tutarlar. Aynı selam bugün tüfekle veriliyor. Tüfek önde tutuluyor. “Silah takdimi – presenting arms” denilen bir merasim. Bu hareket muhtemelen, “Silahım sizindir, silahımla emrinizdeyiz.” etimolojisine sahiptir.
İşte bu selamla karşılaşınca Çelebi irkilir. Sonra durur, elini beline koyar ve kılıç çeken askerlere döner ve kükrer: “Seyfi üryan tutmak beyanı husumettir. Sokasız anları kınlarına!” (Kılıcı çıplak tutmak düşmanlık beyanıdır…)
Nedense bu günlerde tekrar hatırladım.