Sürüye kurt gibi dalanların hikâyesi: Bozkır Akıncıları

Koyun sürüsüne dalar gibi düşman içine dalan Akıncılara, milleti için canını tehlikeye atarak çalışan sağlık çalışanlarına ve her ortam ve şartta sızlanmadan görevini yapan kahraman Türk Ordusu ve onun şerefli neferlerine ithafen.


Paylaşın:

Edebiyat güçlü bir silahtır. Aynı zamanda iyi de bir seyyahtır. Ne mekân anlar ne zaman. Hiçbir mahkûm yoktur ki edebiyatın satır aralarında gezip de onu içeride tutacak bir zindan olsun. İşte biz de hapsedilemeyecek olan o mahkûmlarız. Bugün oturduğumuz dört duvar odanın sınırlarını aşıp özgürlüğe gideceğiz.

Bir koranavirüsüdür almış başını gidiyor. İnsanlar hastalığa yakalanmamak için evlerine kapanmış salgının geçmesini bekliyor. Bu süre içerisinde de güneş gönül çelen gibi herkesi dışarı davet ediyor. Ancak sağlıklı bir yaşam için bir müddet evde durmamız hem bizim, hem sevdiklerimizin hem de milletimizin selameti için elzem durumda. Peki, hiç mi dışarı çıkmayacağız? Şöyle güneş tepedeyken gezinmeyecek, soğuk rüzgârı bağrımızda, kuşların sesini kulağımızda hissetmeyecek, gelecek güzel günlerin müjdecisi gün doğumlarını gözlerimizle görmeyeceğiz? Elbette göreceğiz, elbette gezeceğiz. Nasıl mı? Atlayın Doru atımın terkisine Anadolu’nun bozkırlarında bir gezintiye çıkıyoruz.

Bozkır Akıncıları

Bundan tam yüz sene önce. 1920’li yılların Anadolu’su. Umumi harp bitmiş, müttefik orduları Anadolu’yu dört baştan işgale başlamıştır. Halk çaresiz durumdadır. Bir yandan Mustafa Kemal Paşa Erzurum ve Sivas kongrelerini tamamlayıp direnişi örgütlerken bir yandan da 10 uzun senedir Balkanlarda, Çanakkale’de, Kafkasya’da, Kanal Cephesi’nde, Galiçya’da savaşmaktan bitap düşmüş Anadolu halkı, kaderine terk edilmiştir. Ne yapacağını bilemez durumda rüzgârda savrulmaya bırakılmıştır. Bu savrulmuşluk içinde halk kendini toplamaya çalışırken bahtına yine mücadele düşmüştür.

Ali o dönemde askerdir. Ancak hem geride bıraktığı ailesini hem de bu işin bir yere varamayacağını düşünmektedir. Bu sebepten bir fırsatını bulduğu an askerden kaçıp evine sığınmıştır. Ancak zabitler köy köy gezip asker kaçaklarını bulmaya çalışmaktadır. Ali evine döndüğü zaman ailesi ile konuşup gitmek istemediğini ve kaçabildiği kadar kaçacağını söylemiştir. Bir yanda ekilecek tahıl, sürülecek toprak; diğer yanda hürriyet vardır. Ali kendi toprağını ve yaşlı ana babasını, eşini ve kundaktaki bebeğini seçmiştir. Ancak bir yandan da kayıtlarda kaçak görünmektedir ve aranmaktadır. Zabitlerin muhtar aracılığı ile gönderdiği gelen teslim olsun çağrılarına uymaz. Bu tartışmalar içerisinde henüz bıyığı bile terlememiş ancak vicdanı tek pusulası olan kardeşi Mustafa bir karar verir. Abisinin yerine askere gidecektir. Abisinin eşi ve çocuğu vardır. Ancak kendisinin kaybedecek bir şeyi yoktur. Bu yüzden kendisini feda etmek ister. Gerekli ayarlamaları yaparak kimse ile vedalaşmadan köyden ayrılır. Ayrılırken de küçük bir çocuk ile haber gönderir. Artık asker olacaktır. Hesapta abisi için kendisini feda etmek vardır. Ancak o iri yarı cüssesinin altında gizlediği titreyen kalbindeki cevheri sayesinde kendini vatana feda edecek, bir kahramanlık destanı yazacağı hikâyeye doğru ilk adımını atacaktır. Henüz farkında değildir. Ancak öğrenecektir.

Hikâyemiz bundan sonra başlamaktadır. Yola çıkmak demek, bir serüvendir. Gerçek kimliğini, benliğini yoldayken keşfetmektir. Mustafa, henüz çıktığı yolun amacını tam kestiremese de kitabın yazarı İsa Parlak tarafından öyle bir kurgu hazırlanmıştır ki kendisini bulma ve bulduğu benliğini, kurduğu arkadaşlıklarının ne demek olduğunu çok iyi anlayacaktır. Asker olmak için çıktığı yolda evvela Hilafet Ordusu adı altında hizmet edecektir. Gelen Yunan ordusu halifenin ordusudur yalanlarına kanacak ancak mücadele ettikçe onu bu yola sevk eden vicdanı sayesinde tekrar doğruyu görecek ve bir gece ansızın arkadaşları ile birlikte firar edecek ve Kuvayı Millîye birliklerine katılacaktır.

Kuvayi Millîye

Kuvayi Millîye saflarında kadınlar ve erkekler bir arada omuz omuza mücadele etmiştir.

Bu zamana kadar İnkılâp tarihi derslerinde, Kuvayı Millîye’nin görevini düzenli ordu kurulana kadar işgal kuvvetlerini oyalamak ve gayri nizamı savaş icra etmek olarak öğrendik. Ancak onların hikâyelerini hiç dinlemedik. Demirci Mehmet Efe, Çerkez Ethem gibi efelerin isimlerini bildik ancak direnişe katılan askerlerin pek azının hikâyesini duyduk.

Bozkır Akıncıları’nı okurken, sarılan her sigaranın dumanında çekilen efkârın altında yatan kederi; sofraya konulan pişmiş aş için kırılan somunun tadını; bunca çileye katlanmak için dayanma gücü veren dostluğun sıcaklığını iliklerimize kadar hissettik. Gündüz sırt sırta verip düşman ile çarpışan silah arkadaşlarının, gecenin karanlığında sırt üstü yatıp gökteki yıldızları seyredişlerini, sessiz iç çekişlerini, hasretliklerini yaşadık. İnsan dediğimiz neydi? Bir hayat. Hayat da kimi anlatılmış kimi bilinmemiş bir hikâye değil miydi? Anadolu’nun dört bir yanından gelmiş hikâyeleri farklı, yaşanmışlıkları gizli bu hayatların omuzlarından yükselen şey vatan değil miydi? Arkadaşlık, kardeşlik uğrunda feda edilecek bir hayat anlatılacak bir hikâye değil miydi? Bozkır Akıncıları işte bu hikâyenin anlatımıdır.

Yunan ilerleyişinin nasıl engellendiği, dağınık durumdaki Anadolu halkının nasıl organize edildiği gözlerimizin önünde canlanmıştır. Millî mücadelenin önemli bir safhası olan Kuvayı Millîye direnişi ve bunun ne şekilde gerçekleştiği Uşak köylerinde sabahın soğuk ayazında görülmüştür. Yapılacak olan baskınlar, tahrip edilecek demir yolları, edinilecek bilgiler ve bu bilginin hayata geçirilmesi için gâh at sırtında gâh yayan yürüyerek satır aralarında kaybolarak eşlik edilmiştir.

Gönül Yâri

Mustafa yola çıktığı zaman heybesinde bir kuru ekmeği bir yudum da suyu vardı. Dara düştüğünde kendisine azık edecekti. Ancak yüreğinde de bir yangın vardı. Ne ekmek keserdi, ne su… Gözlerini her kapattığında gördüğü o altın sarısı gözleri içini dağlardı. Çiğdem ile sözsüz bir yemin ile sözleşmişlerdi. Her sevdalının yaptığı gibi gözleri ile söz vermişti. Yola koyulurken kalbini en çok yaralayan ise ondan uzak kalmak olacaktı. Köy yeriydi, gidememişti. Bahane değildi elbet ancak kal derse gidemezdi. Belki de yanına giderse kal demezdi. En çok bundan korkup da gidememişti. Acıktığında, dara düştüğünde, komutanları ondan imkânsız görevler istediğinde gözlerini kapardı evvela. O gözler geliverirdi hemen gözünün önüne. İmkânsız diye bir şey olmadığına inandırırdı onu. Mustafa deliden hâllice delirir hâllediverirdi görevini.

Aşk bir kor idi gönlünde. Tutuşamayan her kor gibi kendi kendini tüketirdi. Öyle de oldu. Gözler söz verdi ama zaman engel oldu, savaş engel oldu, dağlar taşlar engel oldu ve nihayet bitmek tükenmek bilmez mücadele zamanında bitmedi. Çiğdem’in ailesi bir başkası ile evlendirdi onu. Çiğdem’in gönlü var mıydı Delice Mustafa hiç bilemedi ama Mustafa Kemal Kocatepe’den “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdiğinde Delice Mustafa Türk ordusunun geçmesini engellemek için Yunan ordusu tarafından dinamit döşenerek havaya uçurulmaya çalışılan köprünün dibinde buna engel olmaya çalışıyordu. İki omzundan iki de karnından kurşun yemişti. Kendisi gibi yaralı ve ölmek üzere olan kumandanı yüzbaşı Şahin Bey, ona son bir emir vermişti. Hadi Mustafa durdur şu fitili patlamasın bomba demişti. Mustafa parmağını oynatacak durumda değildi. Ancak o bombanın da patlamaması gerekiyordu. Hava mı karardı, güneş mi açtı Mustafa bilemedi ama yine o  gözleri gördü önünde. Altın sarısı saçlarını boynuna devirmiş bir şekilde Delice’ye bakıyordu. Mustafa vücudundan sızan kanların acısını unuttu. Atıldı son bir umut. Fitili kesecek bıçak yoktu. Ağzını fitile dayadı. Yanarak geçen fitil önce yanaklarını yaktı. Etraf yanmış et koktu. Sönmedi, yanaklarından ağzına geçti. Cehennem Delice Mustafa’nın ağzındaydı. Fitil ağzında sönmüştü ama Çiğdem de gitmişti. Kimseye diyemediği, gizlisinde sır gibi sağladığı en büyük heybesi buydu. Ancak kendi yok olduğunda o da yok olmuştu. İzmir’in dağlarında çiçekler açarken Muğla’da bir köprünün altında gün tekrar doğmamak üzere batıyordu.

Kurtuluş Savaşımız’ın görünmez kahramanlarını anlatan kitabın tamamında akıcı bir üslup var. 479 sayfa boyunca kendini hiç sıkmadan okutuyor. Mustafa’nın Delice Mustafa olurken başından geçenler gözümüzün önünde canlandıkça okuyucuyu da o duyguların içine çekiyor.

Tarihimizin bir kırılma noktasında, büyük resmin bir parçasını anlatan Bozkır Akıncıları, yaşadığımız o trajedinin anlaşılabilmesi yolunda önemli bir eser. İkmal yolları düşman aleyhine tahrip edilirken Türk ordusu lehine tekrar kurulmasının zorlukları anlatılırken verilen mücadelenin kutsiyetini de derinden duyuyorsunuz.

Delice Mustafalar, Şahin Beyler, Hamza Çavuşlar, bu topraklara ne büyük hizmet verdiler. Vermeye devam ediyorlar. İsa Parlak’ın eserini  okumak Kurtuluş Mücadelemiz’i hissetmemizi sağlayacaktır.

Bu vesile ile günümüzün Delice Mustafa’ları, Kara Fatma’ları; Nene Hatunları ve Şahin Bey’leri olan, Koronavirüsü’ne karşı halkımızı gecesini gündüzüne katarak, kendi canını da tehlikeye atarak koruyan kahraman sağlıkçılarımıza teşekkür ederiz. Ayrıca yüz yıl önce millet olma şuuruna ermemiz için verilen mücadelenin bugünkü kahramanları şanlı Türk ordusu ve onun neferlerini de unutmadan saygı ile anıyoruz.

Her türlü ortam ve şartta görevini ifadan başka bir şey düşünmeyen Türk askeri.

Halkı için kendi sağlığını ortaya koyarak çalışan sağlık görevlilerimiz.

Yazar

Mehmet Onur Karadayı

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar